Toplumların yönetilme biçimlerini kabaca totaliter, otoriter ve demokratik olarak sınıflandırabiliriz. Totaliter yönetimlerin en uç örneği, “Tanrı krallar”ın yönettiği toplumlardır. Genel olarak toplumlarının duygu dünyasına hükmetmeye çalışırlar; insanların kimi seveceğine, kimden nefret edeceğine yöneticiler karar verir. Yöneticilerin isteği dışındaki bir seçim ağır biçimde cezalandırılır. Yöneticinin emrinin Tanrı emri olarak telakki edilmesi beklenir.
Geçen yüzyıldaki Stalin dönemi Sovyetler Birliği, Hitler Almanya’sı birer totaliter yönetim örneğidir. Bu rejimlerde Stalin ve Hitler neredeyse Tanrılaştırılmıştı; milyonlarca insan sırf yöneticilerin bazı normlarına uygun olmadıkları için yok edilmiştir. Bu iki rejimin oluşma koşullarına baktığımızda, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında içe sindirilmesi mümkün olmayan bir teslim anlaşmasını kabul etmek zorunda kalmanın yoğun öfkesini taşıdığını görürüz. Sovyetler Birliği ise bir iç savaştan çıkmıştı ve savaşı kazanan güçlerin iktidarlarını sürdürmesi son derece zordu çünkü bütün dünyanın egemenlerini karşılarına almışlardı. Kendilerini o kadar tehdit altında hissediyorlardı ki, ideolojik olarak can düşmanları olan Nazilerle saldırmazlık anlaşması yaptılar. Bu iki toplum da kendisini yok olma tehdidi altında hissediyordu. Bu koşulların bu iki toplumda yüksek bir öfkenin uyanmasına sebep olduğunu ve totaliter yönetimlere yol açtığını düşünüyorum.
Otoriter toplumlarda ise, toplumu yönetenlerle yönetilenler arasında kategorik bir fark vardır. Her iki kesim de kanun karşısında, tam tersi söylense de, eşit değildir. Bu durum yönetenlerin hesap verebilirliğini ortadan kaldırır. Yönetenler, yönetilenlerin nasıl düşünmesi gerektiğini belirlemeye, kontrol altında tutmaya çalışır. Birçok düşünce onların gözünde “vatan hainliği”, “bölücülük”, “şeriatçılık”, hatta “post-modernlik” gibi gerekçelerle tehlikelidir. Aslında toplum farklılıkları kabul etmeyi becerememektedir ve kaba gücün ağırlığı azaltılamamıştır. Zaten böyle bir toplumda erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların çocuklar üzerinde, kamyonların otomobiller üzerinde, sürücülerin yayalar üzerinde baskısı vardır. Böyle bir toplum yapısına ve öfke düzeyine uygun yönetim de otoriterizmdir.
Bütün otoriter sistemler varlıklarını korkuya borçludur. İnsanların korkularını kullanarak, onları koruduklarını iddia ederek kendi meşruiyetlerini oluşturur, otoritelerini korkutarak sürdürürler. Otoriter sistemlerin yöneticileri de aslında çok fazla korkmaktadır; korku dolu bir toplumu ikna etmeleri bu nedenle çok kolaydır. Herhangi bir karşı çıkış yöneticilerde büyük bir korku yarattığı için, hemen onu düşman ve hain ilan ederler ve çok sert bir tepki verirler. Bu yüzden, Hitler ve Stalin örneğinde olduğu gibi, korkuları tarafından yönetilmekten kurtulamayan toplumlarda en paranoid ve en sadist kişilerin yönetime geçme tehlikesi vardır. Bir toplumun en problemli insanlarını kendisine yönetici yapması, o toplumların hayatında birkaç kuşağı etkisi altına alan büyük bir kalite kaybına ve yıllar süren travmalara yol açar. Böyle durumlarda akıl hastalıklarında, alkolizmde, uyuşturucu bağımlılıklarında, boşanmalarda, suç oranında artma, çalışamama, serserileşme gözlenir.
Tarihsel olarak Doğu toplumlarıyla Batı toplumları arasında temel bir fark gözlenir. Doğu toplumlarında her zaman güç sahibi haklı olmuştur. Batı toplumlarında ise, Roma krallığından beri gücün hukukla sınırlandırıldığını görürüz. Bu temel ayrımın toplumların ekonomik faaliyetlerindeki farklılıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Batı toplumlarının ekonomisi Roma’dan beri üretim ve ticaret üzerine otururken, Doğu toplumlarında esas gelir kaynağı askeri faaliyet sonucu elde edilen ganimet ve haraca bağlanan ülkelerden alınan paralar olmuştur. Doğu toplumlarında gücü elinde tutanların güçsüzlerin mallarını ve haklarını gasp etmesinin engellenememesi, üretim faaliyetinin de oluşabileceği bir ortamı imkânsız hale getirmiştir. Ekonomik faaliyet, savaşlardan elde edilen ganimet ve haraca bağlanan bölgelerden alınan vergiler üzerine oturmak zorunda kalmıştır.
Bir ülkenin ekonomisi üretim üzerine oturduğunda, toplumsal sistem üretimi kesintisiz olarak sürdürecek bir biçimde yapılanır ve buna uygun bir insan tipinin oluşmasını sağlar. Üretim ve ticaret esas ekonomik faaliyet olduğunda hırsızlığın, dolandırıcılığın, yalancılığın, tembelliğin, dilenciliğin hukuken ve ahlaken cezalandırılması ve toplumdan arındırılması beklenir. Ayrıca üretim yapabilecek insanın çalışkan, taahhütlerini yerine getirebilen, işbirliği yapan gerçekçi bir yapıda olması gerekir. İş büyüdükçe buna iyi organize olabilmek, insanları idare edebilmek, güven ve saygı uyandırmak gibi özellikleri de eklenecektir. Bu vasıflara sahip insanların oluşturduğu toplumların sağlam bir hukuk sistemi yaratmaları ve zayıfların güçlüler karşısında korunmasını sağlamaları beklenir. Nitekim böyle olmuştur ve ekonomik varlıklarını üretim üzerine oturtan Batı toplumları sosyal hukuk devleti dediğimiz devletler tarafından yönetilir hale gelmiş, demokratik bir nitelik kazanmıştır.
Bugünkü Türkiye toplumuna baktığımızda otoriter özelliklerin bırakılamadığını görüyoruz. Otorite el değiştiriyor ve zihniyet de kılık değiştirerek sürüyor. Nitekim günlük hayatımızın her alanında, aile içerisinde, trafikte, işte, okulda otoriter eğilimlerin sürdüğünü, gücü olanların güçsüzleri ezdiğini görüyoruz. Bu tutumlar toplumdaki öfke düzeyinin yüksek, sevgi düzeyinin düşük olduğunu gösterir.
Bizimki gibi yüzyıllardır otoriter yönetimler altında ezilen toplumların insan malzemesi bu durumdan olumsuz etkilenir. İnsanlar korkaklaşır, sinsileşir; içleri başka, dışları başka hale gelir. Bu deformasyonu engelleyecek veya dengeleyecek karşıt sistemlerin yaratılması, insan malzemesinin tamamen zarar görmesini engelleyecektir. Anadolu’nun Moğollar tarafından işgal edildiği dönemlerde tekkelerin, tasavvuf inancının böyle bir işlev gördüğü bilinir. Yunus Emre, Hacı Bektaş bu dönemlerin ürünüdür.
Öfkenin fazlalığı sonucu dünya tehlikeli bir yer haline geldikçe korku artar, bu da dayanışma ihtiyacını getirir. İnsan kendi memleketinde yaşıyorsa, mensup olduğu aile, sülale onun kimliğinin bir parçasıdır, onların arasında yaşar; kendi memleketinin dışındaysa, örneğin askerdeyse hemşerilerinin arasındadır. İnsanların günlük hayatları dayanışma sistemleri içinde geçer. Bu sistemin bizi koruyan, büyük zorlanmalarda yanımızda olabilen, bizi yalnız bırakmayan, içine kabul eden, bize bir işlev, bir yer veren özelliklerinin olması gerekir; o zaman bu sistemin doğrularını benimseyiveririz. Bunu da bütün samimiyetimizle, arka plandaki korkularımızın ve çıkarlarımızın farkında olmadan yapabiliriz. Bu durum, cemaatçilik denen örgütlenme biçimine yol açar. Otoriter toplumlar, cemaatler için uygun bir ortamdır. Cemaat, kişinin ailesi olmuştur, liderleri de babası. Cemaati oluşturan insanların öfkesi ne kadar büyükse, o ölçüde itaat beklenir ve küçük bir sapma ihanet olarak nitelendirilir. Öfkenin ve korkuların az olması ise bağın zayıf olmasına yol açar. Yüksek bir dayanışmanın bedeli her zaman bireyliğinden vazgeçmek olmuştur.
İnsanların bugün veya dün içinde yaşadıkları sistemi bir bütün olarak görebilmemiz, onun hangi gereksinimlerle oluştuğunu ve nasıl bir işlevi yerine getirdiğini anlayabilmemiz gerekir. Yaşam koşullarının çok ağır olduğu, insanların ancak dayanışarak hayatta kalabildikleri durumlarda yüksek bir dayanışmacı ruh oluşur; savaş sırasında bazı askeri birliklerde de bu görülür. Fakat her sistemin bir ön yüzü ve bir de arka yüzü vardır. Ön yüzde ne kadar fedakârlık varsa, arka yüzde de o kadar feragat beklentisi bulunur. Bir sistemi sadece bir yüzüne bakarak değerlendirmek ya gereksiz bir yüceltmeye ya da yersiz bir yargılamaya yol açar. Her iki yüzü de görerek değerlendirme yapmadığımızda çoğu zaman taraflı, yargılayıcı veya yüceltici, ötekileştirici veya kutsallaştırıcı bir tutuma kayarız. Bugün de içinde büyüdüğü ailesiyle veya akrabalarıyla büyük sorunlar yaşamasına rağmen bir türlü onlardan kopamayan insanlar benzer bir dayanışma ihtiyacı ile davranmaktadır; ya dış dünya karşısında duydukları korkuları ağır bastığı için ya da kendi başlarına hayatın altından kalkabileceklerine güvenemedikleri için birçok acıya ve sıkıntıya katlanırlar. Anlaşılacağı gibi, yok edici öfkeden ve bunun yansıtılmasından doğan korkulardan kurtulmadan özgür, kendi doğrularına göre yaşayan bir erişkin olunamaz.