II HAYATTA KALMA DÜRTÜSÜ

Var oluşunu güvence altına alma ihtiyacı
“Kendini kötü hissetmekten kaçınma” üzerine kurulmuş kişilik örgütlenmesi, çocukta onu dış gerçekliğe yönelten uygun bir gelişme ortamı ve bu yönelimin sürmesini sağlayacak anne desteği varsa, bir üst kişilik örgütlenmesine dönüşür. Bu daha üst düzeyin kişilik örgütlenmesinin hâkim duygusunu, “tehlikeler karşısında duyulan korku” ve bunun harekete geçirdiği “hayatta kalma dürtüsü” oluşturur.
Hayatta kalma dürtüsü, tüm canlıların ruhsal enerjisinin dolaysız tezahürüdür; canlı kalmasını sağlayacak enerjisi olmayan varlık ölür. Ruhsal enerjinin olduğu her yerde hayatta kalma, kendini sürdürme ihtiyacı da olacaktır. Yeni doğan bebekte bu dürtünün her şeyi içine alma, kendine katma isteği olarak başlangıçta yeme, emme arzusu ve eliyle dokunduğu her şeye sarılma ve bırakmama -avuç içinin dokunma refleksi- şeklinde gözlemlendiğini ifade etmiştim. Anlaşılıyor ki, doğumla birlikte açığa çıkan orijinal ruhsal enerji hayatta kalmaya hizmet edecek niteliktedir. Hayatta kalma dürtüsünün başlangıçta bilinci yoktur. Bu bilincin ve hayatta kalma arzusunun ruhsal/duygusal tezahürü olan korku duygusunun oluşabilmesi için tehlikelerin algılanmış ve hayatta kalmanın bir çaba gerektirdiğinin anlaşılmış olması koşulu vardır. Oysa hatırlanacağı gibi, bebeğin korkusu doğum travması sırasında oluşan, hiç olma deneyimine bağlı “yok olma” korkusudur.
Bebek, beslenemediği zaman öleceğini bilmez, gıdasız kalmakla ilgili bir korkusu da yoktur. Besinsiz kalmanın bebek üzerindeki ruhsal sonucu, orijinal ruhsal enerjinin beslenme sırasında kullanılamayarak birikmesidir; biyolojik sonuç ise, açlık hissinin yarattığı gerginliktir. Açlık durumunda bu iki sebep devreye girer ve bebeğin orijinal ruhsal enerjisinin ruhsal alana çıkması sonucu bebek giderek artan biçimde kendini kötü hissetmeye başlar. Bebeğin öfke, korku, gerginlik, sıkıntı karışımı duygularını artıran bu iki sebep aslında bir refleks gibi çalışarak bebeğin huzursuzlanıp ağlamasına yol açar ve çevresi tarafından beslenmesini sağlar. Aç kalmanın hayatta kalma ile ilgili bir sorun yaratacağı bilinci, aç kalma korkusu, çocukluğun daha ileri döneminde oluşur. Elbette büyük açlık tehlikesi yaşanan toplumlarda ya da sık sık aç kalmış bir çocuğun durumunda, çocuk açlığın yarattığı gerginlik ve cansızlığı tanıdığı için aç kalma korkusu duyabilir ama bebek, açlık içindeki yok edici öfkeyi ortaya çıkardığı ve kendisini kötü hissettirmeye başladığı için yeme veya emme isteği gösterir. Yediğinde içindeki gerginliğin, öfkenin ortadan kalktığını deneyimleriyle öğrenmiştir.
Hayatta kalma dürtüsünün tamamen ruhsal enerjinin bir tezahürü olmaktan çıkıp bilinçli hale gelmesi ise çocuğun dış dünyanın tehlikelerini fark etmeye başlamasıyla mümkün olur. Böylece yeni bir korku türü oluşur ve bu korku, tehlikelerden korunma, uzak durma ihtiyacına yol açar. Buna, “tehlikeler karşısında duyulan korku” diyebiliriz. Bebeğin yok olma korkusu ise, özünde bütün ruhsal dengenin altüst olması ve ruhsal alanın öfke, gerginlik ve sıkıntıyla dolması anlamına geldiği için dış dünya ile ilgili değildir.
Nitelikleri itibariyle “yok olma korkusu” ile “tehlikeler karşısında duyulan korkuyu” birbirinden ayırmak gerekir. Bebek 9. aya gelene kadar dışındaki dünyayı kendi uzantısı gibi algıladığı ve her istediğinin olacağına, istediği her şeyin olabileceğine inandığı için, dış dünya ve tehlikeleri konusunda henüz bir algısı yoktur. Onun temel sorunsalı orijinal ruhsal enerjisiyle ve bu enerjinin ruhsal alanı işgal etmesi sonucu düştüğü “yok oluş” haliyle ilgilidir. Gerçekten de, öfkesi çok artan bebeğin o zamana kadar oluşmuş kendiliğinin parçalanmaya başlamasıyla yok olma korkusu ve parçalanma duygusu oluşur. Giderek bütünlüklü bir benlik algısı kalmaz.
Doğum travması sırasında oluşan orijinal yok olma korkusu, yok oluşun duygusudur; her insanın arka planında vardır ve benlik oluşumu sağlam bir biçimde tamamlanmamış insanlarda daha fazla hissedilir. Kişiyi depremden, uçağa binmekten, altından kalkamayacağı kötü şeylerin olmasından devamlı korkan bir insan haline getirir. Yetişkinlik hayatında bu korku ruhsal alanın dışında tutulmaya çalışılır, ancak travma oluşturacak kadar büyük bir anksiyete yaşayan insanlarda ortaya çıkar ve bütün hayatı durdurur. Uzun sürmesi halinde ruhsal sistem tarafından taşınamayacak olan bu korku, bir refleks gibi birçok savunmayı harekete geçirir ve giderilmeye çalışılır.
Hayatta kalma dürtüsünün ifadesi olan, tehlikeler karşısında duyulan korku ise bebeksi yok olma korkusunun yanında çok önemsiz kalır, ancak çocuk yaşamını tehdit eden tehlikeleri fark ettiğinde duygu olarak ortaya çıkacak ve ruhsal alanın bir parçası haline gelecektir. Tehlikeler karşısında duyulan korkunun hâkimiyeti hem kişinin temkinli biri olmasını hem de tehlikelerden kaçınabilmek için öğrenmeye, kendisini geliştirmeye açık olmasını sağlar. Bu yapılanmanın en önemli karakteristiği, çocuğun, hayatın çok tehlikeli olduğunu kabul etmiş olmasıdır. Bu yeni ve daha gelişkin kişilik örgütlenmesinde tehlikelerden korunmanın yolu “bana bir şey olmaz” fantezisine inanmak değil, yeterli ve temkinli olmaktır; böylece çocuğun fantezi içeriği belirgin olarak gerçeğe yakın hale gelir, gerçeklikle ilişkisi çok daha sağlamlaşır.
Ancak, korku duygusunun bu kadar merkezde olduğu bir kişilik organizasyonunu ele alabilmek için önce bu duygunun büyüme süreci boyunca nasıl oluştuğuna, ruhsal yapılanmayı nasıl dönüştürdüğüne bakalım.