DİYARBAKIR ASKERİ CEZAEVİ'NİN OLUŞTURDUĞU PSİKOLOJİK ETKİLER

“Diyarbakır Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşme Adalet Komisyonu” çalışmaları kapsamında 2011 yılında, 12 Eylül 1980 ile 1 Eylül 1983 arasında Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde tutuklu ve hükümlü olarak kalmış kişilerle psikolog ve psikiyatristler tarafından yapılan görüşmelerde ben de çalışma imkânı bulmuştum. Aşağıdaki metin, komisyonun Ankara sempozyumunda sunduğum bildiridir.

12 Eylül 1980 ile 1 Eylül 1983 arasında Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde yapılan uygulamalar, hiç şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti devletinin etnik kimliklere yönelik acımasız, yok edici, insanlık dışı politikalarının en sistematik ve planlı şekilde uygulanmış halidir. “Şeyh Sait İsyanı” ve “Dersim İsyanı”na verilen karşılık olabildiğince geniş tutulan, kadınlara ve çocuklara da uzanabilen, yarayı mümkün olduğu kadar derinden kazıyarak temizlemeye çalışan birer yok ederek bastırma operasyonuyken, Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamalar kişiyi insanlığından, kimliğinden soyma ve kişiliksizleştirme amacına yöneliktir. Aslında 12 Eylül Askeri Cuntasının kafasının arkasında Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde “Ermeni Soykırımına” benzer bir biçimde Kürtlerin yok edilmesi isteğinin yattığı, ancak 1980’lerin dünyasında bunu yapmanın mümkün olmadığının idrakiyle bu isteğin yerine Kürt kimliğinin yok edilmesinin konduğu açık bir biçimde görülmektedir. Cezaevindeki uygulamalara baktığınızda bunu son derece açık bir biçimde anlarsınız.
Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi, 7. Kolordu sınırları içerisindeydi; bütün personeli er, astsubay ve subaylardan oluşuyordu ve askeri hiyerarşi içerisinde yönetiliyordu. Cezaevinin gardiyanları da, askerlik yapan erattan oluşuyordu. Cezaevi yönetimi, aynı zamanda Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı olan 7. Kolordu Komutanı’na doğrudan bağlıydı. Diyarbakır Cezaevi ve cezaevinde uygulanan anlayış, bu politikanın oluşturulmasından uygulanmasına kadar, darbe konseyini oluşturan beş generale ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aittir.
Diyarbakır Askeri Cezaevi, Türkiye’de 12 Eylül 1980’den önce sıkıyönetime bağlı diğer askeri cezaevleriyle aynı kurallarla yönetiliyordu. 12 Eylül 1980’den sonra cezaevindeki uygulama çeşitlilikler gösterir çünkü yönetim anlayışı değişmiştir. 12 Eylül’den sonra ise, Esat Oktay Yıldıran’ın göreve gelmesine kadarki uygulama ile onun göreve gelmesinden sonraki uygulama da farklıdır. Cezaevinde 12 Eylül 1980 ile 1984 yılları arasında “birinci direniş dönemi”, “teslimiyet dönemi ve vahşet uygulamaları”, “ikinci direniş dönemi” diye ayrılabilecek dönemler olmuştur.
Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde kalan 450 tutukluyla yaptığımız görüşmelerde, bu insanların büyük bir vahşete maruz kaldıklarını gördük. Ancak bu insanlar bu vahşetten, dünyadaki benzer durumlara maruz kalan insanlara kıyasla çok fazla etkilenmemişlerdi. Görüşmelerden sonra eski tutuklulardan doldurmalarını istediğimiz travma ölçeğinde de bu durum gözleniyordu. Dünyadan bildiğimiz örneklerde, benzer bir travma yaşamış insanlar normal bir hayat yaşayabilme, kendilerine yeni bir hayat kurabilme özelliklerini kaybediyorlardı. Bu insanların büyük sıklıkla, “kendilerini ve başka insanları sevebilme” kapasiteleri ağır bir biçimde zarar görüyordu. İnsanın insana yaptığı zulüm, “iyiliğe” olan inancı yok ediyordu. Tutsaklıktan kurtulduktan sonra da depresyon, intihar eğilimi ve intihar sık görülen sonuçlardı. Bu alanda Nazi toplama kamplarından kurtulanlar üzerine çok ayrıntılı çalışma ve araştırmalar yapılmıştır. Bu kişilerde ileri derecede unutkanlık vardı; büyük bir zaman süresinin hatırlanamaması hali ve bir film sahnesi gibi birden akla gelen ama yaşandığı hayat dönemi ile bağlantısı kurulamayan anılar belirgindi. Tam bir unutma ile bazı anıların en ince ayrıntıları ile hatırlanması iç içeydi. Kendisi de holokost kurbanlarından olan psikiyatr H. Krystal, “Survivor syndrom” diye adlandırdığı bir belirtiler kümesi tanımlamıştır. “Hayatta Kalanlar Sendrom”unda, artmış anksiyete, sürekli huzursuzluk, her an ürkmeye hazır olma, uykusuzluk, kâbuslar görme, dikkat bozukluğu, başından geçmiş bazı olaylarla ilgili olarak başka bir şeyle meşgul olmaya izin vermeyecek kadar aşırı meşguliyet, yaşanmış olayları tutarlı bir bütünlüğe dönüştürememe görülür. Hayatta kalanların çok büyük bir kısmı normal bir hayat yaşayamamış, aile kurabilenlerin çocukları ile yapılan araştırmalarda da çocukların da çeşitli sorunlar gösterdiği görülmüştür. Çocuklarda yüksek oranda depresyon, anksiyete bozuklukları (panik atak), alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıkları saptanmıştır. Bu çocuklar, yaşıtları olan diğer çocuklarla kıyaslandıklarında öfkelerini daha aşırı biçimde dışsallaştıran veya bastıran yapıdadırlar. Annenin holokost kurbanı olması, babaya kıyasla, çocuklardaki yukarıda özetlediğim riskleri daha da artırıyordu.
Diyarbakır Askeri Cezaevi tutuklularının bedensel ve fiziksel olarak çok ciddi zararlar görmüş olduklarını biliyoruz. Kırılan kemikler, dişler, ülser, eklemlerde çeşitli hasarlar çok yaygındır ve aradan neredeyse 30 yıl geçmiş olmasına rağmen bunları hâlâ tespit etmek mümkündür. Bu kadar bedensel yıpranmaya rağmen tutuklular ruhen çok daha az zarar görmüştür. Çoğu eski tutuklu evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, iş yapabilmiş, toplumsal ilişkilerini sürdürebilmiştir. Diyarbakır Cezaevi’nde yatmış olanları dinlediğinizde görürsünüz ki, özellikle “vahşet dönem”inde günün her anı işkenceye dönüştürülmüştür; halbuki toplama kamplarında böyle sistemli bir uygulama yoktur. Bu sorunun cevabını bulmak için tutukluların tek tek ele alınması kadar, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin bir bütün olarak ele alınmasının da gerektiğine karar verdik. Tutukluların bir grup olarak nasıl bir süreç yaşadıklarını anlamanın değerlendirmemizi daha boyutlu ve gerçeğe yakın hale getireceğini düşündük.
Cezaevindeki grup sürecini izleyebilmek için cezaevi yönetiminin politika ve uygulamalarının tutuklular üzerindeki etkilerini bilmemiz gerekir. Cezaevi yönetimi cezaevinde nasıl bir ortam oluşturmuştu? Oluşturduğu ortamla tutuklulara ne yapmak istiyordu? Ortam, tutukluları hangi duygu durumları içerisine sokuyordu? Korku, çaresizlik, bastırılmak zorunda kalınan öfkenin hastalandırıcı ve ruhen çökertici etkisine karşı hangi savunmalar kullanılıyordu? Hangi yollar ortamın yok edici etkisini dengeledi? Bu soruların cevapları Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde neler olduğunu daha iyi ortaya koyacaktır.