Bireyleşememe halleri

Kişinin bireyleşebilmesi için ruhsal gelişiminin sevme kapasitesi oluşması aşamasına gelmesi gerekir. Bu durumda hem sağlıklı bir kendilik duygusu hem de insanlarla kalıcı sevgi ilişkileri götürmek mümkün olur. Ancak birçok insan bu düzeyde bir gelişme sağlayamaz; bu durumda ya öfke, ya korku kişinin ruhsal gerçekliği içinde daha fazla ağırlık taşır. Öfkenin ağır bastığı durumlarda haset duygusunun türevleri yalancı bireyleşmeye neden olurken, korku duygusunun fazlalığı kişiyi bir dayanışma sistemine ait olmaya mecbur eder.
Bir insanın iç dünyasında korku duygusunun fazla olması ya kişilik yapısının oluşumu ile ilgilidir ya da yaşam koşulları gerçekten çok zordur ve hayatta kalabilmek ancak bir dayanışma sistemi içerisinde mümkün olmaktadır. Çocuk korkutularak ve ceza tehdidi ile büyütülüyorsa veya anne babası hayattan çok korkuyorlarsa doğal olarak ilerde korku duygusu fazla olacaktır ve dünyayı çok tehlikeli olarak algılayacaktır; çünkü hayat ona çok tehlikeli olarak tanıtılmıştır. Hayatı çok tehlikeli olarak algılayan çocuk ergenlik çağına geldiğinde dış dünyaya yönelemeyecektir ve ailesine olan ruhsal yatırımı azalmadan sürecektir. Bu yapıdaki bir genç büyüklerinin kendisini yönetmesine ihtiyaç duyacaktır. Hayatındaki evlilik, başka bir yere yerleşme gibi önemli kararları büyüklerinin iznine bağlı olarak verebilecektir. Bu yapıdaki bir insan, kendisini doğru idare edebilmek için başında bir büyüğe her zaman ihtiyaç duyacaktır. Himayesi altında olduğu büyüğün doğruları ister istemez onun doğruları olacaktır. Bu durum bireyleşememe anlamına gelir. Korunma ve dayanışma ihtiyacının karşılığı özgürleşememe ve kendisi gibi olamama, kendi doğrularını oluşturamama sonucunu doğuracaktır. Korkuları fazla olan insanların aile, aşiret, cemaat gibi bir yere ait olma, ait olduğu yerin otoritesine rıza gösterme gereksinimleri fazladır. Bir yere ait olma ihtiyacının karşılanmaması büyük bir huzursuzluk, güvensizlik ve tedirginlik duygularıyla beraber hissedilen, kişinin çok da ismini koyamadığı bir korkuya, kaybolma korkusuna yol açar. Çoğu zaman bu ismi konmayan huzursuzluk baş ağrıları, yüksek tansiyon, sürekli adale ağrıları ve yorgunluk hissi ile gösterir kendisini.
Bir yere ait olma gereksiniminin fazlalığı, dayanışma gereksiniminin yüksekliği kişiyi ait olduğu yere karşı nesnel olamaz hale getirir. Dayanışma sistemi, (aile, aşiret, ulus, cemaat) çoğu zaman yüceltilir. Dış dünyadan duyulan korku ve dayanışma sistemine duyulan ihtiyaç ne kadar fazlaysa, dayanışma sistemi o kadar yüceltilir. Aynı klan sistemlerinde olduğu gibi, sistemin içindeki insanlar “iyi”, sistemin dışı ve sistemin dışındaki insanlar “kötü” olarak tanımlanır. Bu durumda dayanışma sisteminin dışındaki insanlara karşı ayrımcı davranılması, onların ötekileştirilmesi ve onlara zalimlik yapılması gayet doğal olarak algılanır. Tarihteki birçok zulüm, bu dayanışma sisteminin dışındaki dünyanın kötü olarak tanımlanmasına yol açan mekanizmalar yüzünden zulüm olarak tanımlanmadan, hatta sevap olarak tanımlanarak yapılmıştır. Bir dayanışma sistemine duyulan büyük ihtiyaç kişinin kendi vicdanıyla değil, grubun vicdanıyla davranmasına yol açar.
Kişinin bireyleşememesinin kişilik oluşumu üzerinde ciddi sonuçları olur. Kişinin sevgi duygusunun hâkim olduğu bir yapılanmaya erişmesini bozar. Her şeyden önce hakikat sevgisi oluşmaz; çünkü dayanışma sistemine duyulan ihtiyaç, kişiyi her şeye kendi cemaatinin çıkarları açısından bakmaya zorlar ve kişinin bakışı taraflıdır. Böyle olunca, cemaat ayrı bir terazide, cemaat dışı başka bir terazide tartılır; nesnel gerçeklik, hakikat, arka plana atılır. Bu durum adalet ve liyakat duygusunun gelişmesini engeller. Bir insan bir göreve getirilecekse, onun o görevi hak edip etmemesinden (liyakat) çok, cemaatten olup olmadığı önem kazanır. Bütün bu tutumlar ayrımcılığa yol açar.
Kişinin kendi vicdanı yerine ait olduğu grubun vicdanı ile davranması, ayrımcılık, ötekileştirme gibi yolları kullanması, onun sevgi duygusuyla yönetilme aşamasına gelmesini engeller. Bu durumda kişinin söylediği, inandığı ve yaptığının tutarlı bir hale gelebilmesi tamamen her şeye içinde bulunduğu cemaatin gözleri ile bakmasıyla, cemaatin duygularını kendi duyguları haline dönüştürmesiyle mümkündür. Kişinin hissettikleri, duyguları, ihtiyaçları, davranışları ve vicdanıyla bir bütün haline gelmesi, kendiliğini bütünleştirebilmesi amacı terk edilmiştir. Tutarlılık ve bütünlük cemaat ile bütünleşerek sağlanacaktır. Bu durumda bireyleşme amacı ve ihtiyacı tam anlamıyla terk edilmiştir.
Bir insanın kendi duygu dünyasının yerine ait olduğu sistemin duygu dünyasını koyması onu özel hayatında sudan çıkmış balığa çevirir. Kişi, özel hayatını da cemaatinin doğruları ile götürmeye çalıştığında, kendisini cemaat tarafından en uygun olduğu söylenen bir kalıba sokmaya başlar. Bu durumda kişinin hakikiliği bozulur ve bir sevgi ilişkisi götüremez. Çünkü sevgi ilişkisi insanın içinden gelenle ve hakikiliğini bozmaması halinde yaşanabilir. Aksi takdirde sevgi ilişkisi birbirine mükemmel bir eş olma oyununun oynandığı bir evcilik oyununa dönüşür. Çok uzayan bütün oyunlarda olduğu gibi, bir süre sonra sıkıcı olur. Bireyleşmenin sakatlandığı durumlarda kişiler, içlerinden geleni değil, kendilerinden bekleneni yapmaya çalışırlar ve eşlerinden de aynı şeyi beklerler. Bu durum çoğu zaman eşler arasında örtülü bir öfkenin oluşmasına ve cinsel hayatın bitmesine veya vazifeye dönüşmesine yol açar. Aslında ilişkinin sevgi içeriği kaybedilmektedir.