Tarihsel koşullar ve bireyleşme

Sıklıkla kapitalist sistemin bireyleşmeyi oluşturduğu ve bireyin bir ruhsal yapı olarak kapitalist sistemin bir ürünü olduğuna dair fikirlerle karşılaşırız. Gerçekten de birey olmanın hukuki, siyasal, ekonomik, kültürel ve felsefi açılımları kapitalist ekonomilere sahip Batı dünyası tarafından oluşturulmuştur. Bireyin hak ve özgürlüklerinin tartışıldığı ve geliştirildiği, bireyin yüceltildiği dünya kapitalist ekonomik sisteme sahip Batı dünyasıdır.
Dünyanın tarihsel koşulları Batı dünyasını bireyin haklarının güçlendirilmesi ve korunmasıyla meşgul ederken, Doğu dünyası devletin güçlü olmasını, devletin ne pahasına olursa olsun, hatta vatandaşlarını ezme pahasına varlığının sürdürülmesini ağırlıklı hedef haline getirmiştir. Batı uygarlığını oluşturan toplumlar başlangıçlarından itibaren sınıflı toplumlar olmuştur. Batı uygarlığının yaratıcısı olan eski Yunan ve Roma toplumları köleci bir ekonomik sisteme sahipti; üretim, kölelerin emeği kullanılarak elde ediliyordu. Şehir devletlerinin kurucuları, yöneticileri ve şehirlerin özgür vatandaşları köle sahipleriydiler. Bu şehir devletlerinde, kölelerin hiçbir hakkı yoktu, köleler mal sayılıyorlardı. Böyle bir geçmişten gelerek, Batı insanı bir insanın başka birisine ait olmasını ve onun ekonomik bir araç olarak kullanılmasını deneyimlemiştir. Bu durum, bu toplumlarda kişinin özgürleşmesini, hak ve özgürlüklerinin korunmasını yüksek bir ideal haline getirmiştir. Halbuki Doğu toplumları, çevrelerindeki başka toplumların, klanların kendilerini yağmaya ve katliama maruz bırakmasından, onlar tarafından yok edilmekten, onlarla baş edebilecek kuvvette bir silahlı güç olmayı becererek korunmaya çalışmıştır. Daha büyük istilacı güçlere karşı durabilmenin tek yolu ise birbirleri ile dayanışan klanlar ve aşiretler topluluğu olabilmekten geçmiştir. Bu topluluklar yerleşik üretim yapabilen toplumlar olmaktan çok göçebelikle geçinen, çevredeki aşiretler için caydırıcı olabilecek bir silahlı gücü de barındıran aşiretlerdir. Bu toplumlar, kalıcı bir üretkenlik oluşturmaktan çok varlıklarını sürdürebilmeye kilitlenmişlerdir. Böyle olunca, Batı ve Doğu toplumları ayrı varoluş biçimleri oluşturmuştur. Değer sisteminin merkez kavramları Batı toplumlarında özgürlük teması, Doğu toplumlarında birlik ve beraberlik, kardeşlik temaları olmuştur.
Bütün bu tarihsel nedenlerle Doğu, her zaman Batı’yla kıyaslandığında daha dayanışmacı bir dünya olmuştur. Felsefesiyle, yetiştirdiği insan tipiyle, zihniyet dünyasıyla Doğulu ile Batılı arasında bir fark olmuştur. Bu noktada kapitalizmin bireyleşmeyi kolaylaştırması, hatta mecbur etmesiyle ilgili fikirlerin irdelenebilmesi için sorulması gereken sorular vardır. Birinci önemli soru, “Acaba kapitalizmin özündeki pazar ekonomisi, serbest piyasa, rekabetin özendirilmesi bireyleşme için uygun koşullar oluşturur mu?”; ikinci önemli soru, “Acaba ekonomik gelişmenin, sosyal devletin oluşumun bizzat kendisi bireyleşme için uygun koşulları yaratıyor olabilir mi?”.
Ortamın daha çalışkan, cesur, gerçekçi, kararlı, sabırlı ve mücadeleci olanların daha fazla kazanmasını sağlayacak şekilde oluşmasının kişileri kendilerini geliştirmeye özendireceği muhakkaktır. Serbest rekabet ve serbest ticaret, Batı toplumlarında, başlangıçta bu ortamı oluşturmuştur. Eski Sovyetler Birliği’nde, çalışanın da çalışmayanın da bir maaşının ve işinin olmasının toplumu tembelliğe, disiplinsizliğe ve alkole ittiğini o ülkelere giden herkes rahatlıkla görebilir.
Kapitalist sistem, başlangıcında (18 ve 19. yüzyıllarda) kişileri yeterli ve girişken olmaya itmiştir. Binlerce insan daha iyi bir dünya kurabilmek için Atlantik ötesine göç etmiş, yeni bir vatan oluşturabilmek için büyük bir maceraya girişebilmişlerdir. O dönemin dünyasında yetersizler, işsiz kalmaya veya az bir gelire razı olmak zorunda kalmışlardır. Bu ortam, insanları daha girişken olmaya, daha iyi bir eğitim almaya, daha çok okumaya, çocuklarını okutabilmek için fedakârlıklar yapmaya itmiştir. Kapitalist toplumlarda oluşan dinamizm, eğitiminin kalitesini ve yaygınlığını artırmış, bilim ve teknolojide sıçramalar gerçekleştirilmiştir. Giderek çalışma hayatında kaba emeğin yerini makinelerden anlayan, onları tamir edebilen, bir sorun çıktığında onun çözümü için yaratıcı yollar bulabilen kalifiye bir emek almış ve bununla beraber Batı toplumlarının insan malzemesi de daha iyi eğitimli, daha disiplinli, daha iyi işbirliği yapabilen, daha iyi örgütlenebilen insanlar olarak değişmiştir.
Kapitalist sistemin gelişmeye başlamasıyla beraber insanların kendilerini geliştirmeye, kendi yeterliliklerini artırmaya yöneldikleri, çocuklarını çevrelerine daha uyumlu olmak yerine daha başarılı olacak şekilde yetiştirmeye başladıkları açık bir şekilde görünmektedir. Bu değişimin, klan örgütlenmesi gibi herkesin benzer koşullarda yaşadığı mutlak dayanışmacı bir dünyanın sonunu getirmesi kaçınılmazdır. Bunun yerine herkesin kendi gücünü ve kabiliyetlerini geliştirmeye çalıştığı, kişinin kimseye bağımlı ve muhtaç olmak istemeyeceği, kişisel gelişmeyi ve bireyleşmeyi güdüleyen bir sistem oluşacaktır.
İnsanın dış dünya ile ilişkili olan kısmındaki (bu kısma insanın kabuğu diyebiliriz) bu gelişmeler birkaç kuşak içinde yeni yetişen kuşakların daha derin katlarına inmeye başlar. Örneğin çocukları için eskiden daha koruyucu olan anneler çocuğun kendini geliştirme arzularını sevimli ve doğal bulmaya başlarlar. Daha önceki kuşaklarda çocuğun merdivenden tek başına inmesine izin vermeyen anneler, daha yeni kuşaklarda çocuğun kendi gözetimleri altında merdivenden inmesine izin vermeye başlarlar. Toplumdaki daha koruyucu ve tutucu zihniyetin değişmesi ile birlikte, çocuğun kendisini geliştirme ve yeterliliğini artırma çabası ebeveynlerin de hoşuna gider. Halbuki daha dayanışmacı ve korkuların ağır bastığı bir zihniyet dünyasında çocuğun merdivenden tek başına inmek istemesi çocuksu bir haddini bilmezlik ve şımarıklık olarak algılanır.
Yukarda, insanın dünyayı ve başka insanları sevebilmek için özgür ve otonom olmaya ihtiyaç duyduğu durumla, içinin öfke ve korku dolu olacağını anlamasıyla yürüyen bireyleşme süreciyle daha çok öfke ve hasetten kaynaklanan herkesten üstün olma ihtiyacının güdülediği (yalancı) bireyleşmenin farkı üzerinde durmuştuk. Kapitalizm sadece insanları daha çalışkan ve yeterli olmaya mecbur etmez, ayrıca insanları diğerlerinden daha üstün, daha harika olmaya, daha iyi bir fotoğraf olmaya, bir marka olmaya da zorlar. Kapitalizmin sadece üretme boyutu değil, bir de tükettirme boyutu vardır. Kapitalizm, tükettirme sorununu, tüketmeyi bir üstünlük, bir statü haline getirerek çözmeye çalışır. Çünkü sistemin kendisini sürdürebilmesi için ürettiklerini satabiliyor olması gerekir. Aksi takdirde ekonomik kriz oluşur ve sistem çöker.
Üretici insan çalışkan, becerikli, diğer insanlarla beraber çalışabilen, onlarla işbirliği yapabilen, güvenilir, taahhütlerine sadık ve mütevazı olmak zorundadır. İsraf etmeyi sevmez, verimli olmak, yaptığı işi iyi yapmak gibi değerlere sahiptir. İyi tüketmesi istenen, sistemin işine yarayan tüketici ise başkalarından üstün olduğunu düşünen ve bu düşüncesindeki haklılığını dünyaya ispat etmeye çalışan birisidir. Kendisini çok çekici bir fotoğraf ve bir marka olarak tasarlamaya çalışır. Bu yüzden markalarla ve görünüşle çok meşguldür. Tüketmenin üstünlük olduğuna inanır ve kendisini sahip olduklarıyla gerçekleştirmeye çalışır. Bu özellikleriyle hem kendisini hem diğer insanları bir fotoğrafa, değerli olmaya çalışan bir nesneye indirger. Hayatın anlamını statüsünü yükseltmek ve başarılı olmak olarak tanımlar. Bu tüketici profili ağır narsistik özellikler gösterir ve sevgisiz bir varlıktır. İnsanın bütün varoluşunu bir tane olmak, biricik olmak, en üstün olmak gibi narsisistik gereksinimlerinin üzerine kurması onun giderek kendisini nesneleştirmesine ve insanlığını yok ederek kendisinin yok olmasına yol açar. Bu yüzden, bugün narsisistik bozukluklar Batı uygarlığının ürettiği toplumsal bir felaket haline gelmiştir.
Kapitalist sistemin kendisini sürdürebilmek için giderek ağır kişilik bozuklukları yarattığı son derece aşikârdır. Sistemin üretme gereksinimi ya otomatik üretim tezgâhlarına ya da gelişmekte olan ülkelere ve Doğu’ya (Çin, Japonya, Kore, Vietnam, Tayvan) kaydırılmış görünmektedir. Çünkü Batı uygarlığının insanı giderek üretken özelliklerini kaybederken, henüz bu ülkelerin halkları üretken özellikler göstermektedir.
O zaman, kapitalist sistemin insanın bireyleşmesine etkisi üzerine sorduğumuz soruyu şu şekilde cevaplayabiliriz: “Kapitalist sistem, başlangıç dönemlerinde, insanların kapitalizm öncesi dayanışma sistemlerinin çökmesine yol açmıştır. İnsanların bir dayanışma sistemi içinde yer alarak hayatta kalmaya çalışmak yerine kendilerini geliştirerek, yeteneklerine ve kendilerine güvenmelerinin daha doğru olduğunu savlamıştır ve bu sav, belli bir gücü olan insanlar için doğru çıkmıştır. Bu zihniyet değişikliği, üretici insan olmanın bir değer olduğu tarih dönemlerinde bireyleşmeyi hızlandırmıştır. Bireyleşmenin yaygınlaşması ekonomi alanında üretimin artmasına, bilim ve teknolojide hızlı gelişmeler olmasına, siyasi planda bireyin toplumların yönetimine katılımına, siyasi partilerin ağırlığının artmasına, demokrasinin gelişmesine, kimliklere saygıya, kadın haklarının ve tüm insan haklarının kabulüne yol açmıştır. Günümüzdeki kapitalizm ise artık üretim ağırlıklı bir sistem olmaktan çıkmıştır; ülkeler, giderek tüketim toplumlarına dönüşmüştür. Günümüzün kapitalizmi, insanların narsisistik ihtiyaçlarını uyararak yapay ve ruhsuz bir varoluşu özendirmektedir. Bu durum gerçek bireyleşmeyi engellemekte, onun yerine insanların sevgisizleştiği, yalnızlaştığı, herkesin birbirinden üstün olmaya çalıştığı, birer görüntüye dönüştüğü sahte bir bireyleşmeyi koymaktadır.”
Sorduğumuz ikinci önemli soru, “Acaba bizatihi ekonomik gelişmenin, sosyal devletin oluşması bireyleşme için uygun koşulları yaratıyor olabilir mi?” idi. Gerçekten de, refahın ve toplumsal örgütlenme düzeyinin gelişmesi, insanların hastalıklar, yaşlılık, aç kalma, başkalarının açık şiddetine maruz kalma gibi sorunların büyük ölçüde çözülmesini sağlamıştır. Bu gelişmeler, dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacın azalmasına yol açmıştır. Bundan yüz yıl önce yaşlılık ve hastalık karşısındaki tek teminat, çocukların ebeveynlerine sahip çıkmaları ve onlara bakmalarıydı. Böyle bir ortamda ebeveynlerin çocuklarını kendilerinde tutacak şekilde yetiştirmeleri, onları kendilerine bağlı tutmaları kaçınılmazdır. Böyle bir sistemde, anne babanın beklentilerine uygun olmak “hayırlı çocuk”, anne babadan bağımsızlaşmış, kendi hayatını kurmaya çalışanlar ise sistemin mantığı gereği “nankör”, yani kötü olarak tanımlanacaklardır. Çocuğunu kendisinde tutmak isteyen ebeveynin bilinçaltı, çocuğa dış dünyayı çok tehlikeli olarak tanıtır ve çocuğu korkak yapar. Bu anlamda hayat koşullarının olumlu yönde değişmesi, sosyal devletin oluşması dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacı azaltarak, ebeveynlerin bilinçaltlarında çocukların özgürleştirilmesini kolaylaştırmıştır ve bireyleşmeyi hızlandırmıştır. Kendisi bireyleşmiş ebeveyn çocuğunu kendinde tutmaktan vazgeçer; çocuğunu hayatın altından kalkacak, kalıcı bir sevgi ilişkisi sürdürebilecek, yani hayat içinde bozulmadan yaşayabilecek ahlaklı ve vicdanlı birisi olarak yetiştirmeye çalışır. Çocuk sahibi olmak giderek bir ihtiyaç olmaktan çıkar sevgiyle yapılır hale gelir. Bu durumda ebeveyn, insanlığın kültürel ve ahlaki birikimini çocuğuna aktararak ondan sağlıklı çocuklar yetiştirerek insanlık zincirinin sürdürmesini bekler.
Sorduğumuz ikinci soruya bir cevabı da Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kavramı verir. Maslow’a göre, insan ihtiyaçları aşağıdan yukarıya doğru beşli bir kademe içerisinde incelenebilir.
Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, barınma, hayatı devam ettirme
Güvenlik ihtiyaçları: Hastalık, yaşlılık gibi hallerde geleceği garantiye alma ve kendini güven içinde hissetme
Ait olma ve sevgi ihtiyaçları: Bir aileye, bir kimliğe, bir ulusa ait olma, onlardan ilgi, dikkat ve kabul görme, onlar tarafından benimsenme
Kendini değerli hissetme ihtiyaçları: Kişi, içinde bulunduğu dünya içerisinde kendisine bir yer arar, değer görmeye, saygı görmeye çalışır, o dünya içinde zavallı bir duruma düşmekten, muhtaçlıktan kaçınır
Kendini gerçekleştirme ihtiyaçları: Kişi, yaratıcılığını ve içindeki sevgiyi kullanarak hayatın kendisine verdiklerini hayata vererek yaşamını anlamlı hale getirmeye çalışır. Bazı insanda bu ihtiyaç çocuklar üzerinden karşılanır, bazılarında ise toplumsal olarak anlamı olan yaratımlara yol açar.
Maslow’a göre, en fizyolojik ihtiyaçlar nitelikleri bakımından temel ve ilkel olanlardır. Örneğin, bir insan ilk önce fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamadan diğer ihtiyaçlarını karşılamaya yönelmez. Bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra daha yüksek seviyedeki ihtiyaçların karşılanmasına gerek duyulacaktır. Ancak bir canlı varlık olarak hayatta kalmayı garantiledikten sonra bir toplumsal varlık olarak var olabiliriz. Maslow’un üçüncü ihtiyaç kategorisi, kişinin bir dayanışma sistemi içinde var olması ihtiyacına cevap verir. Maslow’un dördüncü ve beşinci ihtiyaç kategorilerinin karşılanması, ancak sağlıklı bir bireyleşme ile mümkündür.
Maslow’un yaklaşımından, bir insanın ihtiyaçlarının dördüncü ve beşinci seviyedeki yüksek ihtiyaçlara erişmesi için içinde büyüdüğü ailede fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanmış olması, kendisini güven içerisinde hissedebilmiş olması, ailesinin onu benimsediğini, bir ailesi olduğu duygusunu taşıması ve yapabildikleri için takdir edildiğini, bir değeri olduğunu deneyimlemiş olması gerekir. Ancak bu ihtiyaçların karşılandığı durumlarda çocuktan birey olmasını, hayat içerisinde kendisine bir yer bulmasını ve kendisini gerçekleştirebilmesini bekleyebiliriz. Yoksa güvensizlik, yok olma korkuları, kendini bir hiç gibi hissetme eğilimleri bireyleşmeyi engelleyecektir. Bu durumda ancak yalancı bireyleşme mümkün olacaktır.
Bu verilerle ikinci soruya cevabımız: “insanın daha insani bir ortamda yaşamasını sağlayan her türlü gelişmenin birey olma sürecine hizmet edeceğini kabul etmek gerekir. Kapitalizm, üretimin artmasını, bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlayabildiği ve sosyal devlet anlayışını gerçekleştirebildiği, demokrasi kültürünün oluşmasından, insan haklarından ve özgürlüklerden yana olduğu tarihsel dönemlerde insanın ruhen gelişmesine de katkıda bulunmuştur.”