YOK EDİCİ ÖFKENİN OLUŞTURDUĞU KLİNİK TABLOLAR

Bebeklik dönemi ve akıl hastalıkları
Akıl hastalıklarının temel karakteristikleri, yoğun bir bebeksi öfke, gerçeklikle ilişkinin zayıflığı ve çok bebeksi nitelikte bir fantezi dünyasıdır. Bu özelliklerin yanı sıra bebeğin canlılarla cansızları ayırt edemediği dönemlere ait bir algılama biçimi -“televizyon benimle konuşuyor”- ve iç ve dış gerçeklikle ilgili sınırların oluşmamasına ait belirtiler görülür. İç ve dış ayrımı yapamadıkları için bu hastalar başkalarıyla kendilerini sürekli karıştırırlar; herkesin kendileri gibi düşündüğünü ve hissettiğini zannederler; örneğin kendilerinden hoşnut değilken insanların onlarla alay ettiğini, küçümsediğini ileri sürerler. “Herkesin her şeyi olmak” şeklinde ifade edilebilecek bebeksi fantezi, herkesin devamlı onlarla meşgul olduğu gibi bir algılamaya yol açar. Bebeksiliğin bir tezahürü de kişinin dünyanın merkezinde olduğunu zannetmesidir.
Bu özelliklerin tümü, bebeksi yapının dönüşemediğini ve kişinin ruhen bebek kalmayı sürdürdüğünü gösterir. Bebeksi yapının üzerinde, daha çok zihindeki gelişmeleri ifade eden yüzeysel bir kabuk vardır. Bu kabuk, çocuğun dış gerçeklikle sınırlı da olsa bir uyum oluşturmuş gibi görünmesini sağlar. Bu yapıdaki bir kişi aklını kullanarak yaşar, duygusal dünyası ise bir bebeğinki gibidir. Bu yüzden dostluk gibi, sevgili olmak gibi, duyguların ortaya çıkacağı yakınlık ilişkilerinden kaçınır. Normal bir ilişki götürebilmek için insanın içinden gelen duyguların duruma (dış gerçekliğe) uygun olması gerekir. Bebeksi insanların yakın ilişkilerde içlerinden gelenlerin duruma uygun olma olasılığı çok düşüktür.
Bebeğin, ruhsal enerjisinin orijinal nitelikleriyle kalması halinde ise, zaten herhangi bir gelişme göstermesi mümkün olmaz, otistik olacaktır. Bebeğin ruhsal olarak gelişmesi, orijinal ruhsal enerjinin dönüştüğü ve ayrıştığı anlamına gelir. Böylece orijinal enerjinin başlangıçtaki nesne ayırmadan varlığın hem kendisine hem dış dünyaya yönelebilen yok edici niteliği azalır ve bir sebebe veya “kötü” bir nesneye yönelebilecek hale gelir. İnsan ruhu yok edici niteliği çok fazla olan ağır öfkeyi benimsemez. Bu öfkenin az da olsa benimsenmesi kişiliği bozar, ortaya sapkınlıklar çıkar. Büyük miktarda orijinal ruhsal enerjinin dönüşmemiş olarak ruhsal alanda kalmasını çok ağır problemli çocuklarda ve otistiklerde görürüz. Bu çocuklar, kafalarını yerlere vurmak veya saçlarını, kaşlarını yolmak gibi eylemlere yatkındır. Aynı şekilde, ağır akıl hastalıklarında kişinin kendi bacağını, cinsel organını kesmesi gibi ağır öfke belirtileri görülebilir.
Akıl hastalığını oluşturan tablo, kişinin içindeki bebeksi öfkenin çok artmasıyla görünür hale gelir. Bu öfkenin en büyük kaynağı, hasettir. Haset duygusunun oluşabilmesi ancak 9. ayda mümkün olduğu için, şizofreni gibi ağır akıl hastalıklarında hastanın bebeksilik düzeyi 9. aya erişmemiştir. Bu yüzden haset enerjisi açığa çıkar fakat hasta, duygu olarak hasedini algılayamaz; sadece, içinde onu çok korkutan ve parçalayan yok edici bir öfke hisseder. Kendisini hastalandıran gerçek nedeni anlayamadığı için bu konuda çeşitli teoriler geliştirir. “Uzaktan beyninin etkilendiğini”, “kendisine uzaktan işkence edildiğini”, “yediği gıdalara katılan bir şeyin onu hastalandırdığını”, “cinlerin onu yönettiğini” iddia edebilir.
Öfke düzeyi hangi gelişme aşamasının öfke düzeyine gerilerse, hasta buna uygun bir algı durumuna girer. Örneğin 3 ay civarına inerse canlı varlıklarla cansızları birbirinden ayırt edemez. Bir eşyaymış gibi başkaları tarafından yönetildiğini, televizyonun, radyonun kendisiyle konuştuğunu, ona mesajlar ilettiğini, fotoğraf makinesinin onu içine alıp hapsettiğini iddia edebilir.
İç dünya ile dış dünya ayrımı yapılamayınca, hasta, duygu ve düşüncelerinin, o belli etmedikçe dışarıdan algılanamayacağını anlayamaz. Kendisinin de başkalarının niyetlerini anladığı, içlerini okuduğu iddiasındadır. Bu iddianın içeriği her zaman, hastanın yansıttığı kendi duyguları ve niyetleriyle doludur. İç ve dış ayrımının yapılamaması, kişinin kendisini her şey zannetmesinin, annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduklarını kabul edememesinin sonuçlarından biridir.
Çoğu zaman hasta ya onu büyütecek ve onunla ilişki kurabilen bir anneden yoksun büyümüştür veya bebekken anneye duyduğu hasedin yoğunluğundan korunma ihtiyacıyla bu ayrımdan kaçınmak, annesiyle kendisini aynı bütünlüğün parçası olarak görmeyi sürdürmek zorunda kalmıştır. “Kendi” ve “kendi-dışı” kavramları gelişmediği için, başkalarının içini okuduğunu söyleyecek, kendi düşüncelerinin okunduğundan şikâyet edecektir. Böyle insanlar sürekli kendileriyle başkalarını karıştırırlar. Herkesi kendileri gibi çok öfkeli zannettikleri için, insanları tehlikeli olarak algılar ve onlarla yakın olamazlar. Bu özellikler, söz konusu insanların toplum içinde yaşayabilmesini çok ıstıraplı ve kaygılı hale getirir ve zaman içinde kendi dünyalarına kapanmalarına yol açar.
Haset duygusunu kendisini “her şey” zannetmeyi sürdürerek ruhsal alanın dışında tutan bir bebek gelecekte bu duyguyu hissetmeden haset edecektir. Yakınlık, hasedin uyanmasını çok kolaylaştırır. Çok bebeksi düzeyde olan insanlar başkalarıyla yakınlaşmak zorunda kaldıklarında, diğerlerinde olan ama kendilerinde olmayan özellikler yüzünden, ruhsal alanlarına büyük miktarda haset enerjisi, yani orijinal ruhsal enerji girer. Bunun sonucu büyük bir gerginlik, sıkıntı, yok edici öfkede artış ve yok olma korkusudur. Çoğu zaman, haset enerjisinin ruhsal alanı doldurması hastalık tablosunun oluşmasına yol açar. Hasta haset duygusunu tanımadığı için, kendisini neyin hastalandırdığını anlayamaz ve hastalık durup dururken ortaya çıktı zannedilir.
Haset enerjisinin bütün ruhsal alanı işgal etmesi çok rahatsız edici bir duygunun oluşmasına yol açmakla kalmaz, bu enerjinin içindeki büyük öfke, ruhsal alanda oluşmuş nesne imgelerini ve kendilik imgelerini de yok etmeye başlar. Ruhsal alan haset enerjisiyle dolunca, “iyi anne” ve “kötü anne” imgeleri üzerinden gerçekleşen “bölünme” savunması çöker ve “iyi anne” imgesi de silinmeye başlar. Bunun ruhsal anlamı, bu dünyada bağlanmaya değer hiçbir şeyin kalmamasıdır. İnsan zihni ruhsal yapılanma imgeler oluşturmaya başladıktan sonra oluştuğu için, imgelerin yıkımı zihni de tutarsız, kopukluklar içeren, bağlantılar kuramayan bir hale sürükler. Kısacası, ruhsal alanın büyük miktarda haset enerjisiyle dolması imgeleri yok ettiği için, kişinin dünya gerçekliğiyle ilişkisinin yok olmasına ve zihnin iş göremeyecek hale gelmesine yol açar.
Bazı hastaların, hastalığın alevlenme dönemi geçtikten sonra da eski hallerine dönemediklerini gözleriz. Bu durumlarda bebeksilik düzeyi çok geridedir (şizofreni). Bu hastaların “iyi anne” imgeleri, haset enerjisiyle yıkıldıktan sonra tekrar restore olamamıştır. Hastanın ilişki kurma ve bağlanma kapasitesi iyice düşmüştür; bunun sonucu, gerçeklikle bağın iyice zayıflamasıdır. Hastaların yatırım kapasitelerindeki düşmeyi hem dış görünüşlerine, temizliklerine, bakımlarına önem vermemelerinde, hem de dış dünyaya katılmama, hiçbir şeyi merak etmeme, konuşacak bir konularının olmaması şeklinde gözlemleriz. Bu durum, hastalığın kronikleşme sürecine girdiğine işaret eder. Kronikleşme, bütün ruhsal yapılanmanın çökmesi, gerçeklikle bütün ilişkinin kesilmesi ve hastanın tamamen bebeksi fantezi dünyasına geri dönmesi demektir. Bütün zihinsel işlevler yıkılır, dürtüler bebeksi mahiyetlerine geri döner.
Hatırlanacağı gibi, öfke ile dürtünün tam bir karışımından oluşan yok edici büyük bir öfkenin ağır bastığı bebeklik döneminde annenin bütün çabası bu öfkenin bebeğin iç dünyasına hâkim olmasını engellemekti. 3-4 aylık olana kadar bu karışımın ruhsal alanını kaplaması bebek için tam bir kıyamet durumudur; her şey paramparça olur, her taraf siyaha döner ve yok oluş başlar. Aynı deneyim erişkin biri tarafından yaşandığında, kişi ne olup bittiğini anlayamaz hale gelir, mantıklı algılama biter; sıkıntı, gerginlik, öfke ve korkudan ibaret bir durumun içine yuvarlanmış olur. Yok edici öfke, kişinin kendisini de yok etmiş olur. Bu, kendini kötü hissetme dediğim durumun en uç noktasını temsil eder. Taşınması imkânsız, insan doğasının kaldıramayacağı ve sürekli kaçınılmaya çalışılan en derin deneyim budur; doğum travmasının tekrar yaşanmasıdır.
Akıl hastalığı tablosu, çoğu durumda gerçeklikten tamamen uzak bir fantezi dünyasında yaşamak olarak görülür. Fanteziler öfke-dürtü karışımı enerjinin ruhsal alana akmasına engel olduğu için, hasta tarafından bırakılamaz. Bir anlamda, hastanın bir hezeyan sistemi oluşturmasıyla süren akıl hastalığında, hezeyanlar tamamen parçalanmaktan ve yok olmaktan kaçınmak için oluşturulmuş en son savunmalardır. Akıl hastası tümüyle fantezi dünyasına çekilerek, gerçeklikten koparak ya da kendisine hiçbir şey olmayacağına, her istediğinin olacağına, istediği her şeyi olabileceğine inanarak, aslında bir bebeğin fantezi dünyasını muhafaza ederek bu yıkıcı öfkeden korunmaya çalışır. Klinik tablolarına yakından bakıldığında, genellikle bu yok edici öfkeden kaçınmak için hastanın gerçeği feda ettiğine, örneğin kendisinin bir kral veya kraliçe olduğuna inandığına ve bu fantezi dünyasının elinden alınmasına izin vermediğine tanık oluruz. Bu tip narsisistik fantezilerin işlevi, neredeyse bir bebeğin annesinin işlevi gibidir. Bebeklik annesinin bebeği “kendisini kötü hissetmekten” koruması gibi, bu fanteziler de kişiyi aynı durumdan korur.
Günümüzde akıl hastalıklarında kullanılan, nöroleptik denen ilaçlar haset enerjisinin yatıştırılmasını sağlar. Bu ilaçlar yeterli dozda verildiğinde hastanın sıkıntısını ve gerginliğini, öfkesini ve korkusunu yeniden uyuyabilecek hale gelmesini sağlayacak kadar azaltır. Bununla beraber hastanın hezeyanlarında ve sanrılarında (halüsinasyonlarında) da azalma gözlenir. Ancak ilaçlar hastanın sadece haset enerjisini değil, bütün ruhsal enerjisini etkiler. Hasta herhangi bir iş yapabilecek, bir film seyredebilecek, birisiyle konuşacak durumda olmaktan çıkar. İlaçlar sadece öfke içerikli enerjiyi değil, kişinin bütün bağlanma kapasitesini düşürür. Sonuçta ortaya hiçbir şeye ilgi duymayan, hiçbir şeye bağlanamayan, hiçbir şeyden zevk almayan, neşelenemeyen, sevinemeyen ve bu yüzden sürekli canı sıkılan bir insan çıkar. Bağlanma kapasitesini düşürdüğü için, bir anlamda ilaçlar da hastalığın kronikleşmesine benzeyen bir tablo oluşturur. Çok uzun süreyle yüksek doz ilaç kullanımı da hastayı kronikleşmeye götürür.
“Kendini kötü hissetmekten kaçınma” hâkim duygusuyla oluşan kişilik örgütlenmesinin bir ucunda akıl hastalığı, diğer ucunda ise çeşitli zorlanmalarla da olsa normal bir hayat sürdürme becerisi gösteren insanlar olduğu için, bu kategori dahilinde değerlendirdiğim hastalık tablolarını bölümler halinde ele almakta fayda var.