Ruhsal yatırım için kullandığımız ruhsal enerji ne ölçüde öfke barındırıyorsa, yatırımımızın yöneldiği nesneye de o ölçüde öfke yatırmış oluruz. İnsanın kendi benliğine ve kendiliğine de bir ruhsal yatırımı olduğuna, bu sayede bir kendilik geliştirebildiğine göre, zaten bu yatırımın içinde kendisine yönelmiş bir öfkesi de vardır. Esasında ruhsal “hastalık” dediğimiz şey en temelde, dış dünyadan çok insanın kendisini sevememesi, şefkat duyamaması, kendisine yatırım yapamaması, yapabildiğinde de bunun öfkeli bir yatırım olması halidir. Bunun başka bir ifadesi ise, insanın kendisine annelik yapamamasıdır, yani sevme kapasitesi olan bir annenin anneliğini yaşamamış olmaktır.
Ruhsal gelişmenin 9-12. ayı arasında bebeğin bir yandan annenin korumasına çok ihtiyaç duyarken bir yandan da onu yok etmek istemesinin, anneye duyulan hasedin bebeğin kendisini “kötü” ve günahkâr olarak tanımlamasına yol açtığını ifade etmiştim. Bu kritik dönem sağlıklı bir biçimde yaşanıp geride bırakılamazsa, kişinin yok edici öfkesinin kendisine yönelme ihtimali artar çünkü insan ruhunun ilk örgütlenme basamaklarından itibaren “öfke duygusu” “kötü”ye yönelme eğilimindedir. Bebeğin 9. ay öfke seviyesinde, öfkenin yok ediciliği şizofrenide olduğu gibi bir kendilik parçalanmasına yol açmaz fakat suçluluk ve günahkârlık duyguları çok yüksektir. 9. ay düzeyinde psikotik içerikli depresyon görülür.
Bu dönemin ruhsal sorunları, bu düzeye tekabül eden toplumsal örgütlenmelerde belirgin biçimde görünür hale gelir. Bu toplumlardaki en önemli meşguliyet alanı, “günahkârlık” temasıdır. Başa gelen her acı verici hadise günahkârlığın cezası olarak algılanır. Olumsuzluklardan kaçınabilmek için kendine ceza vermek yoğun ve yaygın bir eğilimdir. Bu düzeyin insanı hasedini tanır ve haset duygusunun iyiliğini bozduğunu, kendisinde yok edici bir öfkeye yol açtığını algılar. Bu durumda öfke, suçluluk duygusu olarak kişinin kendisine yönelir.
Bütün bir ortaçağ ve yeniçağın ortalarına kadar Batı uygarlığına damgasını vuran, kendine yönelmiş öfkedir. Bu öfke en açık şekliyle, dönemin dini inanışlarında ve uygulamalarında görülür. Özellikle ortaçağ boyunca insanlar kendilerini kötü ve zararlı varlıklar olarak tanımlamış; günahkâr, içine şeytan girmiş, arınmak için mutlaka eziyet görmeye müstahak varlıklar olarak algılamışlardır. Kötüleştirici, insanı günaha çeken bir güç olarak algılanan şeytana karşı duyulan büyük korku, yine bu dönemin özelliğidir. Haset tarafından yönetilme korkusunun, şeytan tarafından ele geçirilme korkusu olarak ifade edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. O zamanların dini ayinleri, insanların nefislerini öldürmek için kendilerine yaptıkları eziyetlerle doludur. Bunlar arasında uzun oruç dönemleri, kendini kırbaçlama, tam bir cinsel perhiz gibi uygulamalar vardır. Bu insanların içsel meşguliyetleri ağır bir günahkârlık duygusu, büyük bir Allah korkusu ve ceza beklentisinden ibarettir.
Aynı şekilde, bu çağlarda insanlar, kendilerine yaptıklarını, ötekileştirdiklerine misliyle yapmışlardır. “Cadı”, “büyücü” diye ötekileştirilen birçok insan ya yakılmış ya da içlerindeki şeytanın çıkarılabilmesi adına işkencelere maruz kalmıştır. Bu da, insanların kendilerine yönelebilecek öfkeyi kaydıracak nesneler oluşturdukları anlamına gelir. Batı uygarlığı yüzyıllarca büyük bir suçluluk duygusu taşımış ve buna uygun eziyet dolu ibadet ve cezalandırma pratikleri uygulamıştır fakat bu vahşi örneklerden kalkarak sorunu dinlerde aramak bizi yanlış yerlere götürecektir. Burada dikkat çeken unsur, dinin insanların ruhsal ihtiyaçlarına uygun olarak nasıl yorumlandığıdır. Dinler, zaten başlangıcından itibaren insanların iç gerçekliğinin ürettiği kurumlardır. İnsanın gerek yok olmaktan duyduğu korku, gerek kendi yok edici öfkesinin ve bunun yansıtılmasının oluşturduğu tedirginlikten kaçınabilmek için içindeki “iyiliğe” sığınması, ruhsal varlığın sürdürülebilmesi için bir zorunluluk olmuştur. Bu ihtiyaçla oluşan dinler, insanların kendilerini güvende hissetmeleri için çok gerekliydi.
Öfkenin kendine yönelmesi konusunu kişisel düzeyde ele aldığımızda, yok ediciliğin çok yüksek olduğu durumlarda kendilikte parçalanmaya yol açtığını görürüz. Öfkesi bu düzeyde olan kişilerin zaten henüz kendilik bütünlüğü sağlam bir biçimde oluşmamıştır. Örneğin şizofrenik bir hastalık tablosu gösteren bazı erkek hastalar, yolda giderken veya insanların arasındayken, “bak bu adam homoseksüel,” biçiminde konuşulduğunu duyduklarını anlatırlar. Duydukları, yabancı bir sestir; bunun kendi akıllarından geçen bir düşünce olmadığından emindirler. Buradaki örnekte hasta, dürtüsel uyarılmasıyla ilgili olarak, anal dürtüsünü hisseden kendilik parçasını yok etmiş ve kendilik bütünlüğünün dışına atmıştır. Bu nedenle sesi yabancı olarak algılar; hasta, sesin sahibinin dışarıdan birisi olduğuna emindir.
Kendilikteki parçalanmanın hafif düzeyde olduğu durumlarda, içeride konuşan bir ses vardır. Kişinin kendi sesi değildir, ama hasta bu sesin dışarıdan gelmediğinden de emindir. Bir şekilde hasta, bu sesin kendi iç dünyasının bir parçası olduğunu fakat bu sesle ifadesini bulan tarafını tam benimsemediğini belli etmektedir. Bu durumda ses, sanrı değildir, ancak yabancı olarak duyulması kendilik bütünlüğünün tam oluşmadığını gösterir. Kendiliğin bir bölümü, benimsenemeyen bir özelliğe büyük öfke duymaktadır. Bu özellik genellikle değersizlik duygusu yarattığı için, narsisistik bir öfkeyi uyandırmıştır. Örneğin kendi korkusunu benimseyemeyen genç bir erkek hasta içindeki bir sesin kendisine “korkak” dediğinden şikâyetçiydi. Bazı ağır problemli hastalar, narsisistik beklentilerine cevap vermeyen terapistlerini küçümseyen bir ses duyduklarını söylerler. Bu durumda, çok fazla ihtiyaç yatırılmış olan terapiste karşı duyulan öfkenin benimsenmemesi, öfkenin kendisini yabancı bir ses olarak ifade etmesine yol açar.
Daha da hafif durumlarda kişinin kendi sesiyle düşünceleri birbirine karışır, bazen sesi, bazen de düşüncesi gibidir. Böyle bir durumda, genelde kişinin gerçek ihtiyaçlarıyla narsisistik ihtiyaçları arasında çatışma vardır. Gerçek ihtiyaçlar sevgi nesnesinin yakınlığını, sevgisini, dürtüsel yatırımını isterken, narsisistik taraf fantezileriyle uygunluk taşımadığı, onun gözünde istediği kadar vazgeçilmez, yere göğe sığdırılamaz, tek ve biricik olmadığı için aynı nesneye öfke duymaktadır. Kişinin iç çatışmasının kendi sesiyle bile olsa ses olarak duyulması, çatışmanın neden olduğu öfkenin kendilik tarafından tam benimsenmediğini gösterir.
Gerek anne, gerek baba tarafında akıl hastalığı öyküsü olan yirmili yaşlarında bir erkek hasta, kendisine ait olmayan bir sesin içinden onunla konuştuğu şikâyetiyle gelmişti. Hastanın anne babası, o daha bir yaşına gelmeden, babanın paranoid psikoz tablosu geliştirmesi sonucu boşanmışlardı. Anneanne kronik şizofreni tanısıyla akıl hastanesinde yatıyordu. Yılda birkaç kere hastaneden çıkarılıp bakıcı nezaretinde eve alınıyordu.
Hasta, akıl hastası olmaktan ölesiye korkuyor ve hastalanmaktansa ölmeyi tercih edeceğini tekrarlıyordu. Seslerin içeriği, kendisini başarısız veya yetersiz hissettiği durumlarda “sen bir hiçsin, kendini bir yerden at da kurtul, sen bir şeye yaramazsın, hep böyle kalacaksın,” şeklinde oluyordu. Kendisini başarılı hissettiği durumlarda, özellikle arkadaşlarıyla ilişkisinde bir üstünlük kurabildiğinde, ses, “sen Allahsın, kimse seni yenemez, en büyük sensin,” gibi bir vurguya kayıyordu.
Sesin sıklıkla intihar etmesini isteyen bir içerik taşıması, zaten intihar eğilimi olan hastayı korkutuyordu. Hasta, sesin etkisi altına girebileceğini, kendisine zarar verebileceğini söylüyordu. Sesin kendi içinden geldiğini ama kendi sesi olmadığını, içeriğinin kendi düşünceleri olmadığını, korktuğunu ve bu durumdan kurtulmak istediğini anlatıyordu. Hastanın kendisinin bile benimseyemeyeceği kadar bebeksi olan, her istediğini yapabileceğine, her istediğini olabileceğine inanan narsisistik sistemi yabancı bir ses olarak sürekli onunla ilişki halindeydi. Bu yapı kendisini ya “her şey”, ya da “hiçbir şey” olarak algılıyordu.
Bu yabancı sesin hastanın bebeksi dünyasına ait olduğunu ama hastaya mantıksız geldiği ve hastalanmakta olduğu korkusunu uyandırdığı için benimsenemeyen bir tarafına ait olduğunu düşünüyorum. Hastanın kişilik yapılanmasının çok bebeksi olması, bebeksi içeriğin bilince fazlasıyla çıkmasına yol açıyordu ve hastalanma korkusu oluşturuyordu. Hastalanmaktan korkan tarafı ise bebeksi narsisistik sistemi saçma buluyor ve benimsenmesini engelliyordu. Hasta, sesin gerçeğe uygun olmadığını anlamıştı ve tehlikeli olarak niteliyordu. Eğer hasta bu sistemin söylediklerini benimsemiş olsaydı, Allah olduğuna inanan son derece bebeksi bir fantezi dünyasına bağlanarak yaşayacaktı ve bu da hastalanmasına yol açardı.
“Hastalık hastalığı” da (hipokondriasis) insanın kendisine yönelmiş öfkesinin bir başka tezahürüdür, altında genellikle haset yatar. Hasta, birisini kendisinden daha fazla beğenmiş, ona haset etmiş, kendisini küçümsemiş, eksik bulduğu özelliği yüzünden kendisine öfkelenmeye başlamıştır. Hasedin öfkesi yok edici olduğu için, hastalık yakıştırması başlar. Öfkenin yok edici niteliğine uygun olarak kişinin aklına kanser, kalp krizi, kuduz gibi öldürücü hastalıklar gelir. Kişi, hasta olduğuna ısrarlı bir biçimde inanma eğilimindedir. Kendisine yakıştırdığı hastalığın gerçek olmadığını çeşitli tetkiklerle anladıktan kısa bir süre sonra yeni bir hastalık şüphesi oluşturur.
Hastalık korkusunu başlatan bir başka sebep, hastanın hayatındaki vazgeçilemez durumda olan kişiye duyduğu öfkedir. Bu kişi genellikle hastanın bağımlı olduğu ve vazgeçemeyeceği eşidir. Hastalık hastasının, kişilik olarak yalnız kalamayacak, kendini doğru idare edemeyecek yapıda ve eşi karşısında daha çocuksu bir durumda olduğu gözlenir. Bu durumda hasta, vazgeçemediği eşine öfke duymaktansa, öfkesini kendisine kaydırır. Aynı tutumu bebeklerde ve 1,5-2 yaş arası çocukların anneleriyle ilişkilerinde görürüz. Bebeğin/çocuğun annesine duyduğu öfke kendisine döner çünkü tersi, dünyasının yok olmasına yol açacaktır.
Kendine yönelik öfkenin en açık biçimi olarak görülen intihar girişimleri, sanıldığının aksine, tam olarak bu öfke grubuna dahil değildir. Birçok intihar girişimi ölmek için değil, kurtulmak için yapılır. Çoğu eylemci ölümü acı ve korkutucu bir durum olarak değil, bütün dertleri bitiren, acılara son veren, huzur getirecek bir durum olarak algılar. Sanki harekete geçirici saik kendine yönelmiş öfke değil de kendini kurtarma ihtiyacıdır. Ölümden dönmüş birçok intihar vakası, karar verdikten sonra rahatladıklarını, o zamana kadar hissettikleri umutsuzluğun, özellikle de çaresizlik duygusunun ortadan kalktığını söyler. Öyle anlaşılıyor ki, intihar girişimlerindeki en önemli sebeplerin başında çaresizliğe katlanamamak geliyor. Çaresizlik o kadar büyük bir gerginlik ve kendine karşı öfke oluşturuyor ki, kişi kendini öldürme kararıyla, kaybettiği omnipotansını (tümgüçlülüğünü) tekrar ele alıyor. Omnipotans aslında “bana bir şey olmaz, ben ölmem,” gibi bir içerik taşıdığı için, kişi intihar girişimi sırasında sadece kurtulmaya çalışıyor, zaten ölümün kendisine bir zarar verebileceğini düşünmüyor.
Bir başka açıdan da intihar girişimcisi, eylemiyle sevgi nesnesine ceza vermeye çalışır. Sanki onu kıran, yeterli duyarlılıkta davranmayan sevgi nesnesini kendisinden mahrum ederek cezalandıracak ve bu sırada da kendisine bir şey olmayacakmış gibi davranır. Kısacası, her ne kadar intihar girişimlerinde çaresizlik karşısında duyulan öfkenin kişinin kendisine dönmesi çok önemli bir faktörse de, asıl olarak kendine yönelmiş öfkenin eyleme dönmesine, bir sonraki bölümün konusu olan, omnipotansın geride bırakılamaması gibi, kişiliğin gelişimsel sorunları yol açmaktadır.
Kendine yönelik öfkenin yok edici olmayan ılımlı biçiminin gerek bireysel gelişim, gerekse insanlığın gelişmesi için şart olduğunun da altını çizmek gerekir. Aksi takdirde insanın hatalarını görmeye çalışması, özeleştiri yapabilmesi mümkün olmazdı. Hemen bütün ahlaki sistemler bireyleri birbirine karşı korumayı amaçlarken, bir yandan da kişinin kendisine öfke duymasını engellemeye çalışır. Eğer ahlaka uygun davranılabilirse, hem toplum hem de kişinin kendisi yok edici öfkeden korunmuş olur. Elbette ahlaki sistemlerin böyle bir işlev oluşturması, bu sistemlerin kendisinin yok edici olma olasılığını ortadan kaldırmaz. İnsanı “meleksi” vasıflarla tanımlamaya çalışan, sayısız insani durumu şeytanilik olarak damgalayan ve buna uygun yaptırımları olan bir ahlaki sistemin bizatihi kendisi yok edicidir.
Batı uygarlığının gelişmesinde, öznenin kendisine yönelmiş olan ılımlı öfkenin olumlu payı yadsınamaz, ancak öfke ılımlı hale gelene kadar yüzyıllar geçmiştir. Bu uygarlığın köklerini oluşturan eski Yunan’da ve Roma’da özeleştirinin, gerçeği aramanın bir erdem olmasının izlerini felsefi metinlerde sıkça görürüz. Batı’da, kişinin başına gelen durumlardaki payını irdeleme ve gerektiğinde kendisini eleştirerek ve kabahatli bularak geliştirme, hatta bazen kendi kendini cezalandırma kültürü yerleşmiştir. Bu kültürün insanı geliştirdiği, felsefenin ve bilimin temelini oluşturduğu muhakkaktır. Ne yazık ki Doğu uygarlıklarında kabahati kendi dışımızdaki nedenlerde arama ve dış dünyayla çatışma eğilimi ağır basar. Övünmek, kendini kusursuz olarak tanımlamak, başkalarını suçlamak, yani eleştirel aklı dışlamak Doğu’ya daha uygun bir tutum olagelmiştir.