Otizm, bebekte hiçbir ruhsal gelişmenin olmaması halidir; bebeğin ilk üç aylık durumuna uygun bir tablo olduğu için en ağır ruhsal bozukluktur. Bebek, ilerleyen aylara ve yıllara rağmen ruhen hep aynı durumda kalır. Yürümeyi, yemek yemeyi, üstünü giyinmeyi, hatta sınırlı bir biçimde konuşmayı öğrenebilir ama hiçbir zaman bütünlüklü bir benlik duygusu oluşturamaz ve kendisine bakacak hale gelemez.
“Otizm”de en temel özellik, otistiğin ilişki kurma kapasitesinin olmaması veya çok az olmasıdır. Bu nedenle hiçbir şeye ilgi duymaz, hiçbir şeyi öğrenmek istemez. İlişki kurma kapasitesi neredeyse üç aylık çocuğunkine eş düzeyindedir. Otistik, bağlanabilme özelliği göstermez ve dikkatini herhangi bir nesne üzerine de yönlendiremez. Bütün bunlardan yola çıkarak, otistik bir çocukta ayrışmış dürtü alanının oluşmadığını, otistiğin bu nedenle ilişki kuramadığını, annesine bağlanamadığını, dikkat kapasitesinin gelişmediğini, bebekliği boyunca kendisini hayatta tutmak için verilen emekle oluşan dönüşmüş orijinal ruhsal enerji ile de ancak yürüme, oturma gibi hareketleri yapmayı öğrenebildiğini söyleyebiliriz.
Otistik çocukların çok dikkat çeken özellikleri, yaşadıkları büyük öfke ve korku nöbetleridir. Bu çocuklar ortam değiştirdiklerinde veya ortamda alışmadıkları bir değişiklik olduğunda, bazen de istedikleri bir şey olmadığında büyük bir öfke krizine girerler. Bu krizlerin, doğum travmasına benzer bir biçimde, orijinal ruhsal enerjinin açığa çıkmasıyla oluşan korku, öfke, sıkıntı ve gerginlik içerdiği gözlenebilir; o anda otistik kendisini olağanüstü kötü hissetmektedir. Otistik çocukların bu öfke nöbetleri, en ufak bir aksiliğe tahammül edemeyişleri, ruhsal enerjilerinin ne kadar büyük bir öfke içeriğiyle dolu olduğunu göstermektedir. Otistiklerde gözlenen dönme, sallanma gibi hareketler anne karnındaki, amnios sıvısı içindeki hareketlerin ve doyumların tekrarıdır. Bu hareketlerle otistik çocuk anne karnına geri çekilmeye çalışarak orada huzur bulur, öfkesiz hale geçer. Bu hareketler, ruhsal işlevi itibariyle memeyi bırakmış çocuğun parmağını emmesinden farksızdır; çocuğun anne karnından, anne karnının doyumlarından vazgeçemediğini gösterir.
Otizm genetik bir bozukluğun sonucu mudur, yoksa çocuğun, onu anne karnının sağladığı doyumlardan çekip alacak, bu dünyaya dahil edecek bir annesinin olmamasıyla ilgili bir durum mudur? Büyük olasılıkla, vakadan vakaya değişmek üzere, her iki durum da geçerlidir. Otizmin, bebeğe doğum sonrasında annenin değil de başkalarının baktığı durumlarda daha sık görüldüğü bilinir. Örneğin 1950’li ve 60’lı yıllarda İsrail’de kibutz’larda (kolektif emek ve toprak ve katıksız eşitlikçilik anlayışına dayanan, ortaklaşa kullanılan yerleşim bölgesi) büyüyen çocuklarda otizm oranı çok yüksekti ve bu, Yahudi ırkında otizm yapan bir genin daha sık bulunması olarak yorumlanmıştı. Kibutzlarda bebekler ve çocuklar anne babalarının çocuğu olarak değil, kibutzun çocuğu olarak yetiştiriliyordu. Bebekler, doğumdan kısa bir süre sonra anneden alınıp kibutz’un kreşinde, bu konuda eğitim görmüş kişiler tarafından bakılıyor, bebeklerin sadece akşamları bir süreliğine anneleriyle vakit geçirmesine izin veriliyordu. Kibutz’ların kapatılarak yerleşim birimlerine geçilmesinin en önemli nedenlerinden biri, buradaki otistik çocuk oranının normal topluma göre çok yüksek olmasıdır.
Ancak, kendisini doğuran annesi tarafından bakılmayan her çocuk otistik olmaz. Örneğin evlat edinilmiş birçok bebek, kendilerini doğuran anne dışındaki kişiler tarafından büyütülmüştür ve otistik olmamışlardır. Dolayısıyla, bir kısım otistik bozukluğun genetik nedenlerden kaynaklanabileceğini kabul etmek gerekir diye düşünüyorum.
Bir genelleme yapmak için yeterli sayıda olmasa da, tanıdığım otistik çocuk anneleri ve evlat edinilmiş annelerin çocuklarıyla ilgili gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Bu gözlemlerin bütün otistik çocuk annelerini kapsamadığının farkındayım. Üç otistik çocuk annesi tanıdım. Her üçünün de ortak yönü, kocalarıyla aralarında hiçbir yakınlık olmamasıydı; bu durumda cinsellik bu kadınlar için bir vazifeydi. Ayrıca hiçbirinin haz kapasitesi yoktu. Yaşadıkları cinselliğin neden haz içermediğini onlar da merak ediyorlardı. Kendilerini cinsellikten uzak olarak nitelemelerine rağmen, yaşadıkları sorunlarda eşlerinin de payı olduğunu söylüyorlardı. Sözünü ettiğim her üç kadın da daha sonraları, otistik olan çocuklarını çok istemediklerini, ama bunda evliliklerine güvenmemelerinin de payı olduğunu ifade ediyorlardı. En çok dikkatimi çeken ifade, iki annenin, bebeğin karnında oynamasının, içlerinde canlı bir şey olmasının rahatsız edici bir duygu olduğunu açıkça söylemeleridir.
Doğum sonrasında bebeği kucaklarına aldıklarında fazla bir duygu hissedemedikleri de anlaşılıyordu. Hatta kucağa alındığında bebeğin zarar görmesinden korktuklarını ve sonrasında da bebeği kucaklarına almamayı tercih ettiklerini ifade etmişlerdi. Yine, üçü de bebeğin kendilerini sömürdüğü duygusunu yaşamışlardı ve biri, bebeğin kakasından çok iğrendiğini, bu yüzden defalarca kustuğunu söylemişti. Bu annelerden ikisi yakınlık kuramayan, mesafeli, mantıklı ve aklıyla yaşayan insanlardı. Üçüncüsü ise abartılı bir yakınlık gösteren, çok fazla duygu ifadesi kullanan bir kadındı.
Benim bu üç otistik çocuk annesiyle ilgili izlenimim, daha anne karnındayken bebekle bütünleşemedikleri, bebeği kendi parçaları olarak algılayamadıkları, bu yüzden de bebeği benimseyemedikleri, hatta ondan rahatsız olduklarıydı. Sanıyorum bu rahatsızlık duygusunun, benim gözlediğim bu anneler için, çocuklarında otizmin oluşmasında önemli bir payı var. O yüzden, bu gözlemlerimden çıkardığım sonuç, “bir kadın, kendisi doğurmasa da rahatsızlık duymadan bebeğe bakabiliyorsa, benimseyebiliyorsa çocuk otistik olmuyor, ama bebeği kendisi doğurup baktığı halde kadın bebekten rahatsızlık duyuyorsa, benimseyemiyorsa bebek ruhen büyümüyor ve otistik olabiliyor,” şeklinde oldu. Aslında otizmin annelikle ilişkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için otistik çocuk annelerinin kendi anneleriyle ilişkilerinin ve kendi bebeklik dönemlerinin daha iyi ele alınabilmesi gerekir.
Kendini kötü hissetmekten kaçınma ihtiyacının kişilik örgütlenmesinin en alt düzeyini temsil eden otizmde de görülmesi, bu kaçınmanın neredeyse bir refleks gibi, türe özgü bir tutum olduğunu gösterir. Bu, sonradan öğrenilen bir davranış değildir çünkü normal koşullarda herkesin anne karnına dönme ihtiyacı olduğunu, huzurlu ve derin bir uykunun anne karnına regresyon olduğunu da hatırlatmak isterim.