Yok edici öfkenin, yansıtılmaya başlanmasıyla beraber miktarı ve içeriğiyle ilişkili olarak çeşitlilikler gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu konunun üzerinde durmak bize, fazla miktarda olduğu durumlarda bu öfkenin gösterim biçimlerinin neler olabileceğine, hangi tip korkuların hangi düzeyde öfkeye tekabül ettiğine dair çok önemli ipuçları verecektir. Bunlar küçük çocukları ve akıl hastalığı düzeyine yakın problemleri olan insanları ve insanoğlunun gelişim sürecini anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Yansıtılan öfkenin yok ediciliği ve arkaik (bebeksi) özelliklerinin belirginliği nispetinde ortaya, insanı dehşetle titretebilecek bir korku çıkar. Öfke ne kadar arkaikse, korkulan nesneler o oranda bu dünyaya ait olmaktan çıkar ve cinlere, kötü ruhlara, hayaletlere, şeytana dönüşür ya da durum nazara, büyüye bağlanır. Korku, hasede uygun olarak yenilme, ısırılarak parçalanma; yok olma korkusuna uygun olarak da karadelik içine çekilerek yok olma, sislerin içinde kaybolma, öbür tarafa çekilme gibi içeriklerdedir. Çocukluk dönemi söz konusu olduğunda, bu korkular çocukların yalnız kalamamasına, karanlıktan korkmalarına yol açar; bu yüzden çocuklar anne babalarına büyük bir ihtiyaç duyarlar çünkü onların yanındayken korkularının geçtiğini fark ederler. Anne babanın çocuk üzerindeki şekillendirici gücü tamamen çocuğun bu korku dolu gerçekliğinden kaynaklanır. Çocuğun asıl büyük korkusu anne babanın kendisini bırakması, sevmemesidir.
Bebeksi öfkenin yansıtılması, korku nesnelerinin gözle görülmeyen, beş duyu ile algılanamayan ama hissedilen, sezilen, doğaüstü, öteki dünyaya ait bir niteliğe dönüşmesine, tekinsizlik duygusuna yol açar. Bu korkuların içeriği, bana kalırsa, bebeğin bu dünyaya, bu dünyadaki annesine bağlanmadan önceki algı biçimine dair ipuçları vermektedir. Tıpkı bir bebeğin nesneleri aklı ve zihniyle değil hissederek ayırt etmesi gibi, korku nesneleri de somut değildir, daha gerçeküstü bir niteliktedir. Bebeksi öfkesini yansıtan insanlar için, sanki yaşadığımız dünyanın gerçekliği ve doğumla geride bıraktığımız öteki tarafın gerçekliği iç içe gibidir. Ağaçların, hayvanların, kayaların, dağların, nehirlerin ruhlarıyla ilişki kuran, klan örgütlenmesi içinde yaşayan animist toplumlarda da durum böyledir.
Acaba ilkel toplumların bebeksi insanları doğadaki öteki tarafa ait varlıkları görüyorlar mıydı ya da acaba bebekler öteki tarafı görüyorlar mıdır? Yoksa bebeksi kavramsal dünya, fantezi dünyası ve yansıtılan bebeksi öfke kendine özgü, animizm dediğimiz din anlayışını mı üretiyordu? Bu soruların kesin bir cevabını veremeyiz ama insanoğlunun kendisine annesi tarafından tanımlanmış bir dünya içinde yaşadığını, bebeklik boyunca annesinin algıladığı her şeyi algılamayı, algılamadıklarını ise algılamamayı öğrendiğini kesin bir biçimde söyleyebilirim. İçinde yaşadığımız dünya tamamen insanlar tarafından tanımlanmış dünyadır. Herhalde bir kuş da, kuşların dünyasında yaşamaktadır. Bu iki dünyanın, algılama düzeyinde örtüşebildiğini hiç zannetmiyorum. İlk öğretmeni annesi olan bir kültür varlığı olarak biz insanların, dünyanın tanımlanmamış bir bilinemezlik halinin de olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Bu yaklaşım bir öteki dünya kavramını ve bebeklerin bu dünyayı gördüğü fikrini içermektedir. Konuya daha pozitivist bir açıdan yaklaşmak da mümkündür. Bu durumda yansıtılan öfkenin bebeksi nitelikte olduğunu, dolayısıyla ruhsal örgütlenmenin de bebeksi olduğunu söylemiş oluruz. Bebeğin cansız nesnelere de canlı muamelesi yapması doğaldır çünkü canlı ile cansız farkını, insanla hayvan ve bitki farkını ve kendisiyle dışındaki dünyayı henüz ayırt etmeye başlamıştır. Bu durumda ağaçlar da öfkelenir, dağlar da acıkır. Bu algıyı, yürümeye başlayan çocuklarda gözleriz, ayağına takılan eşyaya kızabilir ve tekme atarak onu cezalandırabilir.
Bebeksi düzeyin insanının her şey olabileceğine inanma eğilimi kendisinin dışındaki nesneleri oldukları gibi algılayamamasına, onlarla bütünleşmesine yol açmaktadır. Böylece ilkel insan doğayı kendine benzetir, insanlaştırır. Belki de bunu yaptıkça onları tekinsiz olmaktan çıkarıyor, böylece onlardan daha az korkuyor, onları “iyiler” ve “kötüler” olarak tanımlayarak dış dünyanın somut, elle tutulur, gözle görünür, üzerinde beraberce konuşulabilir bir parçası haline getirmeye çalışıyordu. Klan dışındaki dünyanın bu şekilde işlenmesi, o klanın mensuplarına özgü bir dış gerçeklik ve kültür de yaratmıştır.
Anlaşılacağı gibi, insan ruhunun gelişiminin bir aşamasında öfkenin bir kısmının yansıtılmak zorunda kalınması insanların bir arada yaşamalarını ve bir kültür oluşturmalarını zorunlu hale getirmiştir. Tarihsel gelişim çizgisinde toplumsal örgütlenmelere baktığımızda, yansıtılan öfkenin çağlar içinde azaldığını görürüz. Zaten ilk çağların katliam şeklindeki, amacın nerdeyse yok etmek olduğu savaşlarının yerini daha çıkar amaçlı savaşlar almıştır; ele geçirilen topraklardan ve esirlerden gelir elde edilmeye çalışılır. Kaba kuvvetin sınırlandırılması çabası, hukuk sisteminin oluşturulmasına yol açmıştır; bu hukuk çerçevesinde güç sahipleri de belli kurallara uymaktadır.
Yıkıcı öfkenin hâkim olduğu çağlar geride bırakıldığında insan toplulukları aralarında anlaşabilmekte, anlaşmalar yapıp bunlara sadık kalabilmektedir. Bütün bunlara rağmen, o çağların insanlarının ruhsal gelişmişlik düzeyinde yok edici öfke henüz geride bırakılamamıştır. Bu öfkenin başka insan gruplarına yansıtılması devamlı olarak dış dünyada düşmanlar, yansıtma nesneleri üretilmesine, sonra da onlardan korku duyulmasına yol açmıştır. Yansıtma savunma mekanizmasının kullanılması, bu öfke düzeyinde ya tehlikeli dış düşmanların ya da “kötü” olan ötekilerin yaratılmasına yol açar.
Öteki, yansıtma mekanizması sonucunda kişinin kendinde beğenmediği, bastırarak denetim altında tutmaya çalıştığı her türlü özelliğin taşıyıcısı haline getirilmiş birimdir. Eski çağlarda “öteki” insan eti yiyen, kötü ruhlarla veya şeytanla işbirliği yapan, kan içici bir canavardır. Bu tip bir ötekileştirme gereksiniminin ağır haset taşıyan, yamyamlık eğilimleri süren topluluklarda görülebileceğini söyleyebiliriz. Daha az ağır öfkenin yansıtılmasıyla nesneler “çok kötü”ye dönüştürülür. Çok kötü, insanlık kültürüne uygun davranmamaktadır; bunların ensest yasağına uymadıkları, annelerin oğullarıyla, babaların kızlarıyla, kardeşlerin birbirleriyle cinsel ilişki içinde oldukları, eşlerin birbirine sadakatsizliğinin âdet olduğu söylenir. Ötekiler arasında cinayet ve hırsızlık çok yaygındır, bunlar çok açgözlü ve pis insanlardır. Bu tip bir ötekileştirme, cinsel dürtünün ancak bastırma ve korku yoluyla denetlenebildiği ve ağır karakter bozukluğu özellikleri gösteren toplumlara ve bireylere özgüdür.
Yansıtılan öfkenin neden olduğu korku azaldıkça genel ve yaygın, tekinsiz bir korkunun yerini çeşitli nesnelerden duyulan korku alır. Kötü ruhlar, cadılar, büyücüler, hortlaklar, vampirler gibi korku nesneleri, toplumlar geliştikçe yerini şeytan imgesine bırakır. Şeytan, bütün kötülüklerin başıdır; kötülerin hiyerarşisinde en yukarıda yer alır; diğer kötüler onun emrindedir. Batı kültüründe ortaçağ boyunca insanları en fazla meşgul eden konuların başında şeytanın etkisi altına girmemek, şeytan tarafından ele geçirilmemek, şeytanın oyununa gelmemek için dikkatli olmak gelir. Aslında şeytan imgesiyle bütün kötülükleri doğuran bir “mutlak kötü” yaratılarak “mutlak iyilik” korunmuş olur. Bir anlamda şu ölümlerle, hastalıklarla, acıyla dolu dünyada mutlak iyiyi temsil eden “Tanrı”ya inanabilmek için bütün kötülüklerin nedeni olan bir varlık da yaratmak gerekir. Bu işlev şeytana yüklenmiştir. Bu savunmayla bütün kötülükler tek bir imgede toplanıp diğer imgeler kötüden arındırılmakta ve “iyi”leştirilmektedir.
Bölünme dediğimiz bu savunmanın kullanılabilmesi için önemli miktarda ruhsal enerjinin ayrışmış olması gerekir. Bu ayrışmanın olmadığı psikotikler bölünme savunmasını kullanamazlar; onlar için her şey hem iyidir hem de kötüdür. Bu durum iyinin sevilebilmesini, içselleştirilmesini ve muhafaza edilebilmesini engeller. “İyi”nin içselleştirilmesine hizmet etmesi anlamında, bölünme savunmasının bir bakıma “sevme”nin başlangıcını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Yine de, yansıtılan öfkenin şeytan gibi bir imgeye yöneltilmesi ve böylece diğer varlıkların iyi olarak algılanıp barış içinde bir hayat yaşanması pratikte pek mümkün olmamıştır. İnsanların içlerindeki yok edici öfkenin daha çok ortaya çıktığı kıtlık, salgın hastalık, doğal afet, savaş gibi etkenler gözle görülmeyen soyut bir kötülük simgesinin, şeytanın yansıtma nesnesi olarak yetmediği dönemlerdir. İnsanın canının yandığı dönemler hep öfkesinin de artmasına yol açar. Bu dönemlerde daha gözle görülen, zarar verilebilecek, öfkenin deşarj edilmesini sağlayacak nesneler, sözgelimi “cadılar” aranır. Bazen bu “cadılar” komşu bir halk veya başka bir dine mensup kişiler olabilmektedir. Öfkenin çok artması, kötülüğün taşıyıcısı olarak ilan edilmişlerin işkence ve tecavüzle, yakılıp parçalanarak yok edilmelerine yol açmıştır.
Daha sonraki çağlarda yansıtılmış öfkenin niteliği bebeklik dönemine özgü içeriklerden kurtulur. Bunların yerini düşmanlık beklentileri, sömürülme, haksızlığa uğrama, ahlaken zayıflatılma gibi içerikler alır. Bu tip bir yansıtmanın İkinci Dünya Savaşı boyunca Yahudilerin soykırıma uğramasında, Sırpların Boşnaklara uyguladıkları etnik temizlikte büyük rolü olmuştur. Ötekileştirmenin başka örneklerini ırk ayrımcılığında, şoven milliyetçilikte de görürüz.
Günümüz uygarlık düzeyinin de yok edici öfkenin toplumsal yaşam için tehlike oluşturmasını engelleyecek deşarj yolları vardır. Hâlâ yeryüzünde savaşlar sürmektedir. Kendi milletinin diğerlerinden üstün olduğuna inanan ve başka milletleri sırf kendinden olmadığı için düşman olarak gören milliyetçilik kendine taraftarlar bulabilmektedir. İnsanlar arasında cinsel, sınıfsal, dinsel, ırksal ayrımcılıklar sürmektedir. Bunlar yok edici öfkenin sürdüğünü ve bu kanallara girdiğini gösterir.
Günümüzde, ister Doğulu ister Batılı olsun, toplumsal anlamda yok edici öfkeyle baş etmenin en önemli yolunun hâlâ savaşlar olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar öfkelerini “düşmanlara” ve “ötekilere” kaydırarak toplum içinde kalmasından kaçınmaya çalışıyorlar. Batı uygarlığı ayrıca yapay bir üstünlük ve refah yanılsaması yaratarak da öfkenin azaltılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Son yirmi yılda, üretimdeki büyük patlamanın sunduğu imkânlardan yararlanarak insanlara fanteziler sunmak ve bunların gerçek olduklarına inandırmaya çalışmak bir politika haline gelmiştir.
Küreselleşmiş dünyanın hâkim ideolojisi insanları “istedikleri her şeye erişebileceklerine”, “her şeyi başarabileceklerine” ve “herkesten üstün olabileceklerine” inandırmaya çalışmaktadır. İnsanlar zenginleştiklerinde hiçbir sorunları kalmayacağına inanmakta, “paranın çözemeyeceği dert yoktur,” gibi yapay bir gerçeklik oluşturulmaktadır. İnsanları bu illüzyonlara inandırabilirseniz, bunları gerçek diye satabilirseniz onları kendi sisteminizin bir parçası yaparsınız. Böylece onları istediğiniz gibi kontrol edebilir, kendilerini nasıl hissedeceklerini belirleyebilir, işinize geldiği gibi kullanabilirsiniz ve onlara istediğiniz malı satarsınız. Bu fanteziler insanların en zayıf halkasını oluşturduğu için, bir malı satmanın en iyi yolu, o mala sahip olmanın üstünlük anlamı taşıyacağını iddia etmek haline gelmiştir.
Bu fantezilerdeki en ufak bir sarsılma depresif bir ruh haline yol açtığı için, anti-depresanlar sistemi tamamlayan, sistemin yürüyebilmesi için vazgeçilmez hale gelmiş olan bir unsurdur. Anti-depresanlar, neredeyse çağımız uygarlığının alametifarikası olmuştur; gelecekte belki bugünler için, “anti-depresan çağı” denecektir. İlaç firmaları en çok anti-depresanlardan kazanıyor. Ne yazık ki bu ilaçlar insanın duyarlılıklarını azaltarak, kendisiyle ilişkisini yüzeyselleşerek, normal koşullarda katlanamayacağı ve değiştirmek için mücadele edeceği durumları şikâyet etmeden yaşayabilir hale getirmekte, aslında statünün sürmesini sağlamaktadır. Genel olarak da hayatı, kalitesini düşürerek kolaylaştırmaktadır.