İNSANLIK TARİHİNİN İNSANI ANLAMAYA KATKILARI

Bir bebeğin dünyaya gelmesi ve büyüme süreci boyunca yaşadıkları, insan türünün vahşi bir hayvandan bugünün insanı olmaya varan gelişiminin bütün aşamalarından geçmesiyle örtüşür. Bebeklik dönemi insan türünün sürü halinde yaşadığı kültür öncesi dönemine benzer; bir kendilik bilinci oluşmamıştır ve varlık sadece sürünün bir parçasıdır. 9 aylıkken bebeğin annesinin bir parçası olmadığını, ayrı bir varlık olduğunu fark ettiğinde uyanan hasedi bir yandan annesinden üstün olma arzularını, bir yandan da ona zarar verme ve onu kaybetme korkularını uyandırdığında ve bununla beraber artık bebeğin bir kendilik tanımı oluştuğunda; bebek artık annenin “sürüsünün” dışına çıkmıştır. Bebeğin, ayrı bir varlık olduğunu idrak etmesiyle harekete geçen dinamik, çocuğun, bu kitabın da konusu olan çeşitli aşamalardan geçerek kendisini insanlık kültürünün bir parçası olarak tanımlamasını ve anne babasına benzeyerek var olmaya ve mutlu olmaya çalışmasını sağlar.
Kabaca insanlık kültürünün ilk aşamalarına baktığımızda, onların kalıtlarından, mitolojilerinden, yaşam tarzlarından ve antropologların ilkel kültürler üzerine yaptıkları araştırmalardan anladığımız kadarıyla, bu aşamalarda insanlar büyük korkulardan uzak durmayı, ancak bir arada yaşamayı becererek başarıyorlardı. Bu aşamalarda bütün toplumsal örgütlenme, dini inanış, örf ve âdetler toplumun devamlılığını sağlamaya yöneliktir ve en büyük korku, klandan dışlanmak haline gelmiştir. İnsanlık kültürü, üyelerinin “yok olma” ve “hiç olma” gibi taşınamaz korkularını gidermek üzere oluşmuştur; zaten bu korkular olduğu halde işlev görebilmek, üretmek, şimdiki zamanı oluşturabilmek mümkün olamaz. Bir arada olmanın korkuları azaltması durumu bir çocuk için de geçerlidir; çocuk da taşınamaz korkularından ancak aile içinde korunarak, sevilerek kurtulabilir ve durumunu idrak ettiğinde, onun da en büyük korkusu ebeveynlerini, ailesini kaybetmek haline gelir. Çocuğun ebeveynlerine bağımlılığının esas kaynağı fiziksel ihtiyaçları değil, korkularıdır.
İnsanların taşınamaz korkularının kaynağı tam ayrışmamış ruhsal enerji ve bunun içindeki yok edici öfkedir. İnsan bu enerjiyi ne ölçüde taşıyorsa o oranda korku doludur ve çocuksudur. Böyle bir durumdaki varlık için sadece Allah’a sığınmak yeterli değildir, korkuları nispetinde somut nesnelere veya sembollere de ihtiyacı olacaktır. Ya anne babaya veya şefe, lidere, ya klana veya milletine, ya atalarının ruhuna veya “şanlı” tarihine sığınacaktır. Tarih içinde bulunmuş sığınılacak nesnelerin adları değişebilir, ancak insanın gerçekliğinin dayatmaları değişmez. Bir varlığın ancak bağlanma ve sevme kapasitesi arttıkça korkuları da azalır ve o zaman erişkin hale gelerek kendi doğrularına ve vicdanına göre yaşayacak kapasiteye ulaşır.
Her insan doğumundan itibaren insanlık kültürünün aşamalarından geçer. İlkel kültürlerin insanları 2 yaş civarının çocuklarına benzer; korkuları, bunun için buldukları çareler, büyüye olan inançları, ritüellere sığınma biçimleri 2 yaş çocuğunun özelliklerini taşır. Orta ve yeni çağların insanları ise günümüzün yuva çocukları gibidir; cezalandırılma korkuları, itaat etme eğilimleri, kızların kızlarla, erkeklerin erkeklerle bir dünya kurması 4-7 yaş çocukları gibidir. Ancak 19. yüzyıl insanı ergenlik çağına erişebilmiş gibidir; karşı cinsin yüceltilmesi romantik aşkı doğururken, cinsellik havyan tarafımız olarak algılanır ve yaşamın dışında tutulmaya çalışılır. Kadınlar ve erkekler ideal güzellikte olmaya veya kahraman olmaya çalışır, henüz insan olmayı becerebilmiş değillerdir.
Bu analojiyi çok uzatmadan, insanın kişilik yapılanmasında çağlar içinde oluşan evrimin kaynağının ne olabileceği üzerinde durmak istiyorum. Ne değişiyor da iki bin yıl öncesinin insanı ruhen ancak bir çocuk gibi olabilirken, günümüz insanlarının arasından erişkin olabilmiş insanlar çıkabiliyor? Bu değişimi sağlayan mekanizma nedir? İnsanın genetiği mi değişiyor, yoksa büyümeyi sağlayan bir aktarım aracı mı var?
Evet, gerçekten de iki bin yıl önceki insanla bugünün insanı arasında, erişkinlik açısından uçurumlar var. Bunun yanında, büyümeyi sağlayan bir aktarım aracının olduğunu da biliyoruz. Bu aktarım aracı aile ve annedir. Çağlar içinde aile giderek kadın ve erkek arasındaki sevginin hayata daha fazla geçirilmesini ve kadının annelik kapasitesinin artmasını sağlayacak biçimde dönüşmüştür. Annenin çocuklarına verdiği sevgi, onların da eşlerini ve çocuklarını sevebilecek insanlar olmasını sağlamıştır. Onların çocukları da kendi çocuklarını ve birbirlerini sevebilecek şekilde büyütülmüşlerdir.
Aile sistemi üzerinden aktarılanın ne olduğunu anlamak için küçük bir kıyaslama yeter. İlkel toplumlarda annelerin bebeklerini öldürmeleri sık görülen bir durumdu. Bebeğin fazla ağlaması, anneyi fazla yorması annenin onunla ilgilenmeyi kesmesi, bebeği döverek cezalandırması, hatta bebeği duvarlara vurması için yeterliydi. Bugünün koşullarında da bakması için küçük bir çocuğa kardeşi emanet edilirse o da aynı şeyleri yapar. Günümüzde böyle bir tutum gerek vicdanlarda, gerekse hukuki sistemde ağır bir biçimde yargılanır. Elbette ilkel sistemin insanı böyle bir annelikle büyüdüğü için her zaman korkuları tarafından yönetilecektir, hiçbir zaman, bugün anladığımız anlamda erişkin olamayacaktır.
Dünyaya gelen her bir bebekle insanoğlu sevmeye doğru yürüyüşünü milyarlarca kez tekrar ederek sürdürmekte, kendisine, insan soyuna ve yaşadığı dünyaya büyük bir emek vermektedir. Her insan gerek kendi oluşturabildikleriyle, gerekse çocukları üzerinden insanlığın geleceğine uzanarak çok büyük bir çabanın parçası olmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında, insanlığın gelişmesi dediğimiz sürecin nasıl muazzam bir emek olduğu, en büyük kahramanlığın anne baba olmanın hakkının verilebilmesi olduğu görülür. İnsanlık zinciri bu emek ve bu insanlar sayesinde bunca savaşa, acıya, felakete rağmen bugünlere uzanmıştır.
İnsanoğlunun başlangıç noktasının müthiş bir korku ve yok edici bir öfke olduğunu, kendisini her an yok olacakmış, bir hiç olacakmış gibi hisseden bir varlığın bu korkulardan kurtulabilmek için “insanlaştığını”, bunun iradi bir seçim olmadığını, süreci doğru anlayabilmek için unutmamak gerekir. Fakat bu süreç, insanın kendi dünyasında, kendi insanlarıyla beraber yaşayacak, onlara bağlanabilecek ve sevebilecek bir hale gelmesini sağlayacak bir dönüşüm yaratmıştır. Bir yamyam sevecen bir anneye, çocuklarını seven ve onlara sahip çıkan bir babaya evrilmiştir.
Bu dönüşümün dinamiğini doğru kavrayabilmek için iki etkenin altını çizmekte yarar var. İlki, yansıtma mekanizmasıdır. Yok edici öfkenin dış dünyaya yansıtılması insanı düşünebilecek, dikkatini toplayabilecek, çalışabilecek hale getirmiştir. Bu savunmanın bedeli dış dünyadan duyulan korkunun çok artmasıdır ama insanları bir arada tutan, klanın dağılmadan kalmasını sağlayan çimentoyu oluşturan da yine bu korkudur. İnsanlık kültürünün başlangıcı, ilk insan örgütlenmeleri bu şekilde mümkün olmuştur. İkinci önemli etken, dinlerin oluşmasıdır. Dinler, insanın bebekliğinden itibaren annesinden ve yakın çevresinden aldığı bütün “iyiliği” daha sonra bir inanç sistemi haline getirmesi ve hayatının her alanına sokarak “iyiliği” hayatının bir parçası yapmasıdır. Bu anlamda dinler, insanlığın korkudan kurtulmasında önemli ve çok faydalı bir etken olmuştur.
Özellikle klanın dışı ve doğa yine büyük bir korku kaynağıyken, bunun karşısında en önemli çare, doğaüstü bir gücün himayesine girmektir. Bu doğaüstü unsur iyilik ve güçle donatıldığında ise, “iyi annenin” sürekliliği sağlanmış olur. Bu sayede avlanabilmek, yiyecek bulmak için doğaya, klanın dışına çıkmak mümkün olmuştur. Mitolojilerden ulaşan bilgiler sayesinde anlıyoruz ki, bu ilkel toplulukların inandıkları Tanrılar kimi zaman bize göre son derece acımasızdır. Demek ki ilk çağların iyi anneliği, bugün anladığımız anlamda bir “iyilik”ten farklıydı. İlkel kültürlerin bize acımasız gelen Tanrıları o kültürlerdeki annelik biçimiyle ilgilidir. Kuşkusuz dönemin yaşam koşullarında bebeklerin anneleri tarafından cezalandırılması doğal karşılanıyordu.