Yansıtılan öfke ve ötekileştirme

Orijinal ruhsal enerjinin dönüşmüş, yani öfke içeriğinde azalma olmuş bu biçiminde öfke yine yok edicidir ama dış dünyaya atılmıştır. Burada bebeğin, meme emmenin, gaz çıkarmanın rahatlatıcı olduğu deneyimleri sonrasında öğrendiği “rahatlatıcı olanı içine almak-gerginlik vereni dışarı atmak” olarak tanımlanabilecek, “iyi olanı içeri al, kötü olanı dışarı at” pompası çalışmaktadır. Öfke dışarı atıldığında, doğal olarak dışarısı öfkeli olarak algılanacaktır. Fakat öfkenin bu şekilde dışarı atılabilmesi için tanımlı ve yöneltilebilecek hale gelmesi gerekir. Haset duygusunun oluştuğu bir ruhsal düzey üzerinden biçimlendiği için, bu öfkenin nesnesini yok etme içeriği vardır. Öyleyse şöyle bir sınıflama yapabiliriz: Orijinal ruhsal enerji bu düzeyde işlendiğinde bir kısmı dış dünyaya “yöneltilir”, bir kısmı yine dış dünyaya “atılır” (yansıtılır), bir kısmı ise kişinin kendisine yöneltilir (yok olma korkuları sürer).
Öfkenin dış dünyaya yöneltilmesiyle yansıtılması arasında büyük fark vardır. Öfke dış dünyaya yöneltildiğinde, dış dünya öfkenin hedefi haline gelir. Yansıtıldığında ise dış dünya çok öfkeli, yani çok tehlikeli olarak algılanır; kişi dış gerçekliği öfke ve tehlikeyle dolu bir hale getirmiş olur. Böylece öfke kişinin hissettiği bir duygu olmaktan çıkıp, tehlikelerle dolu ve büyük bir korkuya yol açan bir dış dünya algısına dönüşür. Yansıtılmış öfkenin nesnesi olan her durum, tekinsizlik duygusu yaratır, bu anlamda, dünya tekinsiz bir yer haline gelir.
“Yansıtma” savunma mekanizması, “öfkeli olmanın” psikolojik yapılanma üzerinde yarattığı gerginliği azaltır ve böylece kişinin dikkati düzelir, çalışabilecek hale gelir. Ancak bu sefer de korkusu artmıştır. Öfkenin yansıtılabilir hale geldiği her durumda zaten yok olma korkusu, sıkıntı ve gerginlik duyguları sürmektedir.
Yansıtılabilir hale gelememiş öfkenin içeriği ise o kadar yıkıcılık taşır ki, bu öfke yansıtıldığında, dış dünya insan yiyen canavarlarla dolu, her tarafın kan gölüne döndüğü bir yer haline gelir. Böyle bir dış dünya tasavvuru taşınabilir olmadığı için, savunma işlevi göremez. Bu kadar korkunç bir dünya yaratacak öfke yoğunluğu, aslında bebeğin ilk 9 ayının öfkesine ve akıl hastalıklarındaki öfke düzeyine tekabül eder; bir kültür üretmeye ve beraber yaşamaya uygun değildir. Öfkenin yansıtılamayacak kadar fazla olduğu dönemlere, bir benzetmeyle, ancak yamyamlığın sürdüğü, sürünün içinin bile tehlikeli olduğu hayvansı bir hayat tarzı denk düşebilir. Bir varlığın öfke düzeyi bu yıkıcılıkta olduğunda, hayatta kalması ancak onun durumuna adapte olan ve onun öfkesini yatıştırmaya çalışan birinin desteğiyle mümkün olur; duyarlılıkla yapılan bebek anneliği bu durumu karşılar.
9. aydan sonra bebeğin korkuları artar. Bunun bir sebebi, öfkenin yansıtılmaya başlanmasıdır. Biz insanlar, öfkemizin yansıtılabilecek hale gelmiş olması sonucu kültür varlığı haline geliriz. İlkel insan öfkesini dış dünyaya yansıtmaya başladığında, klan dışındaki dünyayı çok korkunç bir yer hale getirmiş olur ama artık klanın içi “iyi”dir. İçerde insanlar klanın kurallarına uyarak, birbirleriyle tam bir dayanışma ve işbirliği içerisinde yaşamaya başlarlar. Klan dışına atılmak, tam anlamıyla ruhen yok olmak demektir çünkü taşınamaz bir korku oluşturur. Klan üyelerinin birbirine zarar vermesine engel olan da bu korkudur. Klan içinde bir doğrular ve yanlışlar ve bunlara bağlı kurallar manzumesi oluşur; bu gerçeklik, bir kültür yaratır.
İnsanın bebekliğinden beri yakın çevresinden aldığı bütün “iyiliği” daha sonra bir inanç sistemi haline getirmesi ve dini hayatının her alanına sokması, “iyiliği” hayatının bir parçası haline getirmesi akıl almaz bir sağduyudur. Elbette böyle bir kültürün oluştuğu ilk dönemlerde, yansıtılmış öfkenin neden olduğu gerçek dışı korkular insanların iç dünyalarının en önemli meşguliyetini oluşturacaktır. Bu kadar büyük bir korku karşısında sadece birbiriyle dayanışma içinde olmak yetmez, doğaüstü koruyucu bir gücün himayesine girmek de gerekir. Bu doğaüstü unsur iyilik ve güçle donandığında, “iyi annenin” sürekliliği sağlanmış olur. Bu arayış, dini inançların ve dini kurumların oluşmasına yol açmıştır. İlkel dinler, korkularının altında ezilen insanlar için çok büyük bir sığınma ve korunma alanı oluşturur. İnsanlar sonsuz güç sahibi Tanrılara iyi bir kul olarak, emirlerini yerine getirerek, onları memnun etmeye çalışarak, onların sevgisine ve korumasına mazhar olmaya çalışırlar. Burada dikkat çeken husus, bu ilkel toplulukların inandıkları Tanrıların da, bugünün insanı açısından değerlendirildiğinde bazen son derece acımasız olmalarıdır. Bu durum elbette o çağların, o kültürlerin bebek annelerinin özellikleriyle ilgilidir.
Bir çocuğun annesini Allahlaştırma sürecini gözlediğinizde, insanların Allah tasavvurlarının anne imgesiyle ilgili olduğunu görürsünüz. İlkel kültürlerdeki acımasız Tanrılar, o kültürlerdeki annelik biçimiyle ilgilidir. Kuşkusuz, o zamanın yaşam koşulları içinde bebekler anneleri tarafından cezalandırılıyordu. Bugünkü dünya koşullarında da ruhen çocuk kalmış kapasitesi düşük bir annenin, destek almadan bebek bakmaya çalışması halinde tükendiği ve çok yorulduğu durumlarda bebeğe ne kadar büyük bir öfke duyabileceğini, bebeğini dövebileceğini ve daha sonra da öfkesinden dolayı çok büyük bir suçluluk duyabileceğini biliriz.
Yansıtılan öfkesi çok fazla olanlar için dinin sağladığı korunma, beslenmeden bile büyük bir ihtiyaçtır. Ancak dini bir çerçeve içinde daha güvenlikli bir yaşam alanı yaratıldıktan sonra korku ve gerginlik azalır ve insanlar dikkatlerini bir amaca yöneltebilirler. Dinin bu kadar yaşamsal bir önem taşıması, ilkel kültürlerde rahiplerin toplum hiyerarşisinin en üstünde yer almasının nedenidir. Dini gereksinimler en az cahillikten ya da ekonomik nedenlerden olduğu kadar, hatta daha da fazla, yansıtılmış öfke ve bunun neden olduğu korkudan kaynaklanır. Korku ne kadar büyükse, dini kurallara harfiyen uyma, biçim şartlarını eksiksiz yerine getirme gereksinimi de o kadar büyüktür.
Yansıtılan öfkenin büyük olduğu toplumlar ve insanlar kendilerine yansıtma nesneleri yaratırlar. Yansıtma nesnelerine, kişinin ya da toplumun “kötü” diye nitelendirdiği özellikler yüklenir. Bu tutuma, ötekileştirme denir. Ötekileştirilen kişiler ya da topluluklar, istenmeyen özelliklerin depolandığı varlıklar gibidir. İnsan ya da toplum onları sevmeyerek, uzak durarak, onlardan nefret ederek aslında yansıttığı bu özelliklerinden kurtulmaya çalışmaktadır, hatta bu özellikler çok tehlikeliyse, “ötekiler” yok edilmelidir.
Ötekileştirmenin en önemli sonucu, ötekileştirilenlerin insanlıktan çıkarılması ve onlara yapılacak her türlü kötü muamelenin mubah sayılmasıdır. Bu tutumun en çarpıcı örneğini İkinci Dünya Savaşı’nda, toplama kamplarında gördük. Bu kamplara kapatılan Yahudilere yönelik uygulamalar özel olarak seçilmiş psikopatlar tarafından yapılmadı; o kamplarda binlerce asker görev aldı. Bu insanların çoğu normal bir hayat sürebilecek insanlardı. Nazi propaganda makinesi Alman halkı için Yahudileri ötekileştirmiş, onları insanlık dışı olarak tanımlamayı ve bu tanımı Almanların çoğuna kabul ettirmeyi başarmıştı.
Ötekilere yüklenen özellikler çok tehlikeliyse, toplum ötekilerin yok edilmesini talep etmeye başlar, liderlerinden bunu bekler. Zaten bunlar kötü oldukları için insan da sayılmazlar. Bunları yok etmek insanlık görevi, milletini sevmenin bir gereği olarak tanımlanır ve yansıtmaya katılan insanlar bu tanımın gereğini itirazsız yerine getirirler. İkinci Dünya Savaşı bitip de Yahudilere uygulanan ötekileştirme ortadan kalkınca, birçok Alman nasıl olup da olan bitene bu kadar kayıtsız kalabildiklerini kendileri de anlayamadılar. Yahudilere yönelik uygulamalar Alman halkının büyük çoğunluğu için büyük bir utanç ve suçluluk konusu haline geldi.
Ötekileştirme, bütün yansıtılan öfke çeşitlerinde olduğu gibi, kişinin kendiliğine duyabileceği öfkeyi dış dünyaya yansıtarak, -dünyada büyük korkular yaşanmasına, büyük kıyımlara neden olmasına rağmen- insanların benlik bütünlüklerini oluşturabilmelerini ve dikkatlerini ve emeklerini amaçlı bir biçimde kullanabilmelerini sağlar.
Ötekileştirme her zaman yansıtılan öfkenin bir sonucu değildir ve bu yüzden her zaman trajik sonuçlara yol açmaz. Bazı durumlarda normal bir savunma da sayılabilir. Ötekileştirme dediğimiz tutum bir nesneyi kendimizden ayırabilmek, onunla özdeşleşmekten kurtulmak için başvurduğumuz bir yoldur aynı zamanda. Ötekileştirerek, karşımızdaki nesneyi kendimizle ilişkilendirmekten tamamen çıkarmış oluruz. Örneğin insanların hayvan eti yemesi bir ötekileştirme sonucunda mümkün olur çünkü öteki haline getirerek etini yediğimiz hayvanlar da, insandan farklı da olsa aslında bir ruhsal yapılanması ve özellikleri olan canlılardır. Bu durumda, hayvanı avlamayı, kesmeyi ve yemeyi ancak onu ötekileştirerek mümkün hale getiririz. Aksi takdirde hayvan avlamak cinayet, hayvan yemek yamyamlık olurdu. Ötekileştirmenin yapılamaması ya da yapılmaması hayvan eti yemeyi imkânsızlaştırır.
Günümüz dünyasında yaşayan ve yansıtılmış öfkesi çok fazla olan kişilerin klinik olarak maruz kalabilecekleri en önemli hastalıklar, “paranoid sendromlar”dır. Bu hastalık kategorisinde yansıtılan öfke o kadar fazladır ki, hasta devamlı olarak dış dünyadan kötülük bekler. Orijinal ruhsal enerjinin ruhsal alana çıkmasına neden olacak bir durum yaşadığında ise -bu çoğu zaman hasedini uyandıracak bir şeylerin olmasıdır- haset ettiği kişiyi düşman ilan eder. Bunu yaparak bir yandan çevresini onun kötü olduğuna inandırmaya çalışır, öte yandan da hasedinin uyanmasından korunmak için onu kendisinden uzak tutacak bir yol bulmuş olur. Paranoid sendromda, yansıtılmış öfke dış dünyaya yöneltilerek dünya tehlikeli bir yer sayılmıştır. Daha yoğun öfke ise paranoid şizofrenik bir tablo oluşturur. Burada hasta düşmanına, “beni uzaktan yönetiyor”, “bana uzaktan işkence yapıyor”, gibi insanüstü özellikler yükler ve “düşüncelerimi okuyor, içimi dışımı biliyor” gibi, sınırların tam oluşmadığını gösteren korkuları vardır. Paranoid şizofrenik hastanın gerçeklikten kopuşu ciddi boyutlardadır.