Yok edici öfkenin ağır bir içe kapanmadan daha hafif olduğu bir başka durum, yabancılaşma duygusudur; genellikle anlamsızlık duygusuyla birlikte görülür. Yabancılaşma duygusu oluştuğunda, kişi kendisine yabancıymış, kendisini yadırgıyormuş gibi bir duygu durumu içine girer. Buna yol açan dinamik, kişinin yok edici öfkesinin kendiliğine yönelmiş olması, dolayısıyla kendiliğe yapılan ruhsal yatırımın bir süreliğine azalmış olmasıdır. Aynı öfke dış dünyaya yöneldiğinde bu sefer dünyaya yapılan ruhsal yatırım ortadan kalkar ve kişinin hiçbir amacı, hayatının hiçbir anlamı kalmaz, anlamsızlık duygusu oluşur. Bu duygu çifti yok edici öfkenin ne kadar kolay yön değiştirdiği konusuna iyi bir örnek teşkil eder.
İnsanın, dünyasını oluşturan insanlardan ruhsal yatırımını çekmesi gibi, kendiliğine yaptığı yatırımı da azaltması mümkündür. Yok edici öfkenin fazla miktarda ortaya çıktığı durumlarda ruhsal sistem öfkeyi bir karşı tarafa bir kendisine yönelterek sanki hem kendisini hem dış dünyayı tamamen yok olmaktan korur gibidir. Bu duygu çiftini taşıyan insanların büyük bir kısmı, bu kadar büyük bir yok edici öfke taşımalarına rağmen hastalanmazlar ve hayata uyumları yüksektir; çalışma ve sevme kapasiteleri vardır, düzenli bir işleri, kalıcı ilişkileri olabilir.
Ruhsal sistemde en baştan itibaren kendilik yoktur; kendilik, dünyaya yapılan yatırım gibi sonradan, insanın kendisine yaptığı yatırımla oluşur, ancak bu yatırım da insanın kendisine yapılmış olan yatırımların toplamı kadardır, yani kendimize yatırım yapmayı bizi benimsemiş insanlardan öğreniriz. Yabancılaşma ve anlamsızlık duygularını taşıyan insanlarda sevgi nesnelerine yapılan ruhsal yatırımın geri çekilmesinin anlamsızlık duygusu uyandırması, bir zamanlar bir sevgi ortamına sahip olduklarını da anlamamızı sağlar. Bu kişiler anlamın sevgi ile oluştuğunu deneyimlemişlerdir ve sevemeyecek hale gelmek anlamsızlık duygusu olarak fark edilmektedir çünkü ancak anlamlı bir biçimde yaşayabilmiş insanlar anlam kaybını fark edebilirler. Bu duyguyu taşıyanlar, insanın sevebileceği ve bağlanabileceği hiçbir şey kalmamışsa yaşamın bomboş ve anlamsız hale geleceğini tecrübeleriyle bilirler. Böyle bir duygunun oluşabilmesi için insanın bebeklik ve çocukluk yıllarında sevgi nesneleriyle anlamlı bir yaşantısının olmuş olması gerekir. Büyük olasılıkla bu insanlar, problemli de olsa beraber sevinen, beraber üzülen, ortak bir kaderi yaşayabilen insanların arasında, bir ailede büyümüşlerdir. Bu insanlarda sevme kapasitesinin azalması ve sevgi nesnelerinin yok edilişi kalıcı olmaz, kısa bir süre sonra tekrar sevgi hissetmeye başlarlar.
Bu kişilerin bir yandan kendilerine ve dış dünyaya yönelebilen bir yok edici öfke taşımaları, bir yandan da sevebilen bir varlık olmaları ve bir hayat kurabilmeleri, üzerinde durulacak bir paradokstur. Bu durum, bu duygu çiftini yaşayan insanların bebekliklerinin erken dönemlerinde anneleriyle bir kopukluk yaşamış olmalarına rağmen daha sonra ilişkinin düzelip çocuğun ailenin bir parçası haline gelmiş olmasıyla mümkün olabilir. 30’lu yaşlarında, yabancılaşma ve anlamsızlık duygularından yakınarak gelmiş bir hasta, ailenin üçüncü kız çocuğu olduğunu, babasının büyük bir hevesle kendisinin erkek olmasını beklediğini, yine kızı olduğunu öğrenince de büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını anlatmıştı. Baba, bu hayal kırıklığıyla anneye küsmüş ve lohusalık dönemi boyunca eve geç gelmiş. Babanın bu tepkisi anneyi depresyona sokmuş ve hasta bebekliğinin ilk aylarında daha çok kendisinden on iki ve on yaş kadar büyük olan ablalarının eline kalmış. Daha sonra babanın öfkesi geçmiş ve hasta çocukluğu boyunca babasına çok yakın olmuş. Bu hastanın büyüme ortamında ebeveynler arasında, ebeveynlerle çocuklar arasında ve çocukların kendi aralarında yaşanmış bir sevgi vardı.