Kişi sevgi nesnesinin kendisine ait olmadığını veya onu paylaşmak zorunda olduğunu anladığında, ortaya kıskançlık olarak adlandırdığımız büyük bir öfke çıkar. Bu öfke yok edici niteliktedir, rakibini ortadan kaldırmak ister. Buna rağmen, öfke rakibe yönlendirildiği için sevgi nesnesi korunmuş olur. Haset duygusu sevgi nesnesini yok etmeye yöneldiği için hastalandırıcıyken, kıskançlık duygusu rakibe yönelmiş olarak kalabiliyorsa hastalandırıcı değildir. Ancak çok ağır narsisistik öfkesi olanlarda yok edici öfke sevgi nesnesine de yönelir ve o zaman kişi ilişki sürdüremez hale gelir. Bu denli ağır kıskançlığı olan insanlar ortada görünür bir sebep yokken de kuşkuları ve şüpheleriyle meşguldür. Birçok ilişkinin bitmesinin veya suç işlemeye kadar varabilecek birçok sorunun altından şiddetli kıskançlık çıkar.
Kadın kıskançlığıyla erkek kıskançlığı farklıdır. Erkek kıskançlığı, birbiriyle bağlantılı iki temel nedene dayanır; gizil eşcinsel eğilimler ve yetersizlik duygusu. Gizil eşcinsel eğilimleri olan erkeklerin büyük çoğunluğu kadınlardan korkarlar ve beraber oldukları kadınla yalnız olmaktansa, onu ilgi duyabilecekleri bir erkekle paylaşmak isterler. Bu kişiler, bir erkekle eşcinsel ilişki yaşamamışlardır çünkü kimlikleri eşcinsel olarak oluşmamıştır. Fakat eşlerini bu erkekle sevişirken tahayyül etmek onlarda cinsel bir uyarılma oluşturur.
Gizil eşcinsel eğilimleri olmasına rağmen heteroseksüel kimlikli erkeklerin bir kısmı gizil eşcinsel eğilimlerini şiddetle reddetme eğilimindedir; eğilim bilinçdışına atılmıştır. Bu yapıdaki kişiler eşlerine karşı büyük bir kıskançlık hissederler. Bilinçaltlarında hem eşlerinin kendilerinin de beğeneceği bir erkekle beraber olması isteği hem de bu isteklerinin gerçekleşmesinden duydukları büyük bir korku vardır. İsteklerinin gerçekleşmesinin kendilerini eşcinsel yapacağından korkarlar. Bu iki zıt duygunun çatışması ortaya büyük bir kıskançlık çıkarır. Bütün dikkatleri bu istenen “şeyin” olmasını engellemeye çalışmak üzerine yoğunlaşmıştır. Beğenebilecekleri her erkeği eşlerine yakıştırırlar, kuşkularını, eşleriyle o erkek arasında bir ilişki olduğunu iddia etmeye kadar vardırırlar. Çoğu zaman eşin tepkileri ve ikna çabaları sonuç verir ve dikkat bu kez başka birisinin üzerine kayar. Bu kıskançlığın, “kıskançlık paranoyası” denen en ağır türünde kişi kuşkularının doğruluğundan emindir ve kıskançlık hezeyan ölçülerine varır, tablo psikotik bir içeriğe dönüşür ve eşin öldürülmesine varabilir.
Diğer erkek kıskançlığı türünde erkek, kadın karşısında kendisini çocuksu ve güçsüz bulmakta, kadının hayatının veya ruhsal varlığının kalitesini artırabilecek bir etkisi olabileceğine inanmamakta, kendisini ciddi biçimde yetersiz bulmaktadır. Bu yetersizlik duygusu, erkekte eşinin kendisinden daha güçlü ve yeterli başka erkeklere ilgi duyabileceğine dair bir kıskançlık yaratır. Bu kıskançlığı, erkeğin karısını anne yerine koymaya başlaması ve kendisinden daha gelişkin bir erkeği (babayı) daha uygun bir eş olarak tanımlaması, yani alevlenmiş bir ödipal takıntı olarak yorumlamak mümkündür. Kadınla erkek arasındaki ruhsal kalite farkı ve büyümüşlük düzeyi fazlaysa, bu ödipal kıskançlık karıkoca ilişkisinin sürdürülemez hale gelmesine yol açabilir. Kadın açısından devamlı güvensizliğe ve ithamlara maruz kalmak uzun süre kaldırılabilecek bir durum olmaktan çıkar. Böyle bir kıskançlığın ergenlik çağındaki bir gençte olmasını normal karşılamak gerekir çünkü onlu yıllarındaki bir delikanlının yeterliliği bir kadınla kalıcı bir ilişki götürecek düzeyde olamaz, ayrıca doğal olarak, zaten ergenlik çağında, çocukluktan beri yaşanmış preödipal veya ödipal her türlü problem yeniden uyanır.
Kadın kıskançlığı ise kadının, eşinin kendisine ait olmasını istemesinden kaynaklanır. Bu kıskançlık biçimini herhalde kadın doğasına uygun olarak kabul etmek gerekir. Kadınların beraber oldukları erkeğin kendilerine ait olmasını istemelerinin iki temel narsisistik sebebi vardır. Birinci durumda erkeğin sahibi olmak, onun penisinin de sahibi olmak anlamına gelir. İkinci durumda ise kadın eşinin “biriciği olma” ihtiyacını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu ihtiyaçların cevapsız bırakılması bazı kadınlar için katlanılabilir bir durum değildir. Ancak önce, kadınlar için bir erkeğe sahip olmanın neden bu kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu ve bunu, neden belli ölçülerde kadın doğasının bir parçası saymak gerektiğini açmamız gerekir.
Kız çocukları 2,5-3 yaş arasında erkek çocuklarının cinsel organlarıyla kendi cinsel organlarının farklı olduğunu algılarlar. Algılamanın bu yaş dönemine denk gelmesinin sebebi sinir dokularının olgunlaşmasının bu dönemde tamamlanması ve normal gelişen bir çocukta dürtülerin cinsel bölgede yoğunlaşmaya başlamasıdır. Bu dönemden önce dürtüler yoğun olarak ağızda, vücutta, ayaklarda, iç organlarda, özellikle bağırsaklarda ve anal bölgededir. Bu bölgelerde yoğunlaşmış dürtünün içinde her zaman öfke de bulunur. Dürtülerin cinsel bölgelere yönelmesi çocukların dikkatinin cinsel bölgelere kaymasına ve buraların haz bölgesi olduğunu keşfetmelerine yol açar.
Çocuklar bu yaş döneminde, kavramsal olarak, büyük olanın daha kıymetli, daha yeterli olduğuna, daha fazla haz vereceğine inanırlar. Kız çocuğu, kendi haz bölgesinin görünür bir büyüklük taşımamasını eksiklik olarak değerlendirir. Erkek çocukların kendisinden çok daha fazla haz aldığına inanır. Çocukların haz açısından en yüksek referansı, annenin memesini emerken veya annesi onu kucakladığında hissettiği, içinin huzur ve sevgiyle dolması duygusudur. İşte kız çocuğu, erkek çocukların bu hazzı, huzur ve sevgiyle dolma halini devamlı yaşayabildiğini zanneder. Bu durum kız çocukta penise karşı haset duygusunun oluşmasına yol açar. Bu duygunun illa 3 yaş civarında oluşması gerekmez ama kız çocuğu tabiatının oluşmasını bu duygu sağlar. Erkeklerin penisi olduğunun geç fark edilmesi ruhsal gelişmeyi yavaşlatır.
Kız çocuğunda penise haset duygusunun oluşmasının sonuçları çok önemlidir. Çocuk, kendisi gibi eksik bulduğu annesinden uzaklaşarak babasına yönelir, baba çocuğun gözünde kıymetlenir. Bunun yanında, çocuk “eksikliğini” güzel olmaya, bütün dikkatleri üzerinde toplamaya çalışarak, çocuk doğurarak, gelin olarak, ilerde bir erkekle evlenip onun sahibi olarak gidermek gibi hedeflere yönelir. Kimi kız çocuğu da erkeklerin yapabildiği her şeyi yapmaya yönelir. Öfkesi daha fazla olan bir kısım kız çocuğu ise baştan çıkarıp, peşinde koşturup erkeklerden intikam almak üzerine yapılanır. Kız çocuğu ruhu, penise haset duygusu etrafında şekillenir. Penise haset bütün kadınların yapılanmasında bu kadar önem taşıyan bir duygu ise, kadının, erkeğin sahibi olma isteğini tabiatının bir parçası saymak gerekir.
Kadın yapısı, kendini “eksik” bulmaktan kaynaklanan narsisistik yarasını bir erkeğin sahibi olarak sarmaya çalışıyorsa, bu ihtiyacına uygun olmayan bir durumda ortaya yok edici bir narsisistik öfke çıkacaktır. Kadının narsisistik özellikleri ne kadar fazlaysa, bu öfke o oranda yok edici ve büyük miktarda olacaktır. Kıskançlığın yoğun olduğu durumlarda kadının narsisistik ihtiyacı erkeğin kendisine ait olduğuna, bir penisi olduğuna ve artık tamamlanmış olduğuna inanmaktır. Bu yolla, 3 yaşındayken bir penisinin olmadığını fark etmesi sonucu yaşadığı narsisistik incinmeyi aşacaktır. Kadının erkeğe böyle bir ihtiyaçla bağlanması halinde, erkeğin hayatında başka bir kadın olması ihtimali kabul edilebilir, taşınabilir bir durum değildir; 3 yaş civarının narsisistik öfkesini uyandırır.
Bir durum insanoğlu tarafından kabul edilemiyorsa, takıntıya dönüşür. İnsan ölümünü kabul edemiyorsa aklı devamlı ölümle, hastalıklarla meşgul olur. Çocuğunun hastalanabileceğini kabul edemiyorsa, sürekli onu hastalıklardan korumaya çalışarak evham içinde yaşar. Bir kadın beraber olduğu erkeğin başka bir kadına ilgi duyma olasılığını kabul edemiyorsa devamlı bunu düşünmeye ve erkeğin karşılaştığı her kadından kuşkulanmaya başlar. Böyle bir durumda kişinin narsistik fantezilere, yani bir erkekle tamamlanacağına inanmak isteyen tarafı “sevgilim benimdir, o bana aittir,” derken, gerçekle ilişki kurmuş tarafı “o sana ait olmayabilir, başkalarından da hoşlanabilir, bir gün ayrılabilirsiniz,” demektedir. İnsanın daha sağlıklı tarafı zaten kimsenin kimseye ait olmadığını, kendisinin de kimsenin malı olmadığını bilir. Bu gerçeğin kabul edilememesi ise takıntılı bir kıskançlığa neden olur. Kıskançlığın yoğun olmasının bir başka ifadesi, “ben, benim olanı severim”, “ancak benim olursan severim,” diyen bir sevme biçimi olmasıdır. Bu sevme biçimi, efendi ile köle arasındaki ilişkinin öfke düzeyini taşır.
Kadınların bir erkeği, “ancak benim olursan severim,” yaklaşımıyla sevmeleri aslında erkeğe duyulabilecekleri hasedi denetim altında tutmanın bir yoludur. Ağır narsisistik sorunları olan insanların hasedinin uyanması bütün ruhsal dengelerini altüst edecek büyük bir tehlikedir. Bu yapıdaki kadınların penise büyük bir haset duyma potansiyelleri vardır. Ancak insan, zaten kendisinin olan bir şey için haset duymaz. Bu yüzden, bu kadınlar eşlerinin başka bir kadınla ilişkisi olduğundan kuşkulandıklarında onlarla beraberliklerini sürdüremeyecek hale gelirler.
Bir diğer kıskançlık sebebi olan kadınların “biricik” olma ihtiyacı ise bir insana bağlanmanın, onu sevmenin narsisistik bir şarta bağlanmasıdır. Bebek/çocuk/erişkin, bir sevgi nesnesine bağlandıkça narsisistik sistemi küçülür, mütevazılaşır. “Biricik olma” ihtiyacı ise bir yandan sevgi nesnesine bağlanıp, bir yandan da narsisistik ihtiyaçların karşılanması arzusudur. Ruhsal büyüme, bağlanma ve sevme kapasitesinin artması, bununla beraber narsisistik sitemin küçülmesi anlamına geldiği için, “biricik olma” talebi ruhsal büyümeyi reddeden bir narsisistik ihtiyaçtır.
Bir kadın kıskançlığı örneği üzerinden hem kadında kıskançlığı oluşturan süreçleri hem de kadın erkek ilişkisinin bazı özelliklerini değerlendirmek istiyorum.
40’lı yaşlarının ortalarında bir kadın hasta iki senedir süren ve mutlu olduğunu söylediği ilişkisinin aşırı kıskançlığı yüzünden bozulmasından korktuğu için gelmişti. Hasta, karşı cinsle daha önceki ilişkilerinde de kıskançlıklar yaşadığını ama bu sefer kıskançlığının onu iş yapamaz, başka bir şey düşünemez hale getirdiğini söylüyordu. Hastanın anlattıklarından, daha önce beraber olduğu erkeklerin yumuşak, desteklenmeye ihtiyaç duyan kişiler olduklarını, hayatın altından kalkmakta zorlandıklarını, özellikle iş hayatında yetersiz kaldıklarını anlıyoruz. Bu çocuksu yapılı erkeklerle ilişkisinde bir süre sonra onlara dürtüsel ilgisini kaybettiğini, cinsel isteksizlik yaşadığını ve ilişkilerin bir süre sonra dostluğa dönüşerek bittiğini anlatıyordu.
Şimdi beraber olduğu erkek arkadaşının işini doğru götüren, bilgili, yeterli, sorumluluk sahibi bir insan olduğunu, beraber olduğu diğer erkeklere benzemediğini söylüyordu. Eski ilişkilerinde başlangıç dönemlerinde olan kıskançlık bu sefer çok yoğunlaşmıştı. Sık sık onu arayıp nerede olduğunu ve ne yaptığını kontrol etme ihtiyacı hissediyordu. Beraber olduğu erkek artık bu tutuma sinirlenmeye başlamış ve kendisine hesap sorulmasına izin vermeyeceğini, ona devamlı rapor vermek zorunda olmadığını söylemiş, bu sebeplerle birkaç kere ayrılma noktasına gelmişlerdi.
Hasta, yalnızken aklının devamlı kıskançlık içerikli konularla meşgul olduğunu, bazen yabancı bir kadın sesinin, “şimdi birisiyle beraber, seni kandırıyor, senden sıkıldı, senin nereni sevecek,” gibi sözler söylediğini anlatıyordu. Bu iç ses, daha önce de zorlandığı dönemlerde “sen başarısızsın, insanlar senden sıkılıyor, kimse seni aramayacak,” gibi sözler söylüyormuş. Hasta kendisini, kendine güvensiz, morali çabuk bozulan ve hasedi olan bir insan olarak tanımlıyordu. Bu iç ses, hastanın kendisini yetersiz hissettiği, moralinin bozuk olduğu dönemlerde daha belirgin hale geliyormuş. Bu seslerin, hastanın öfkesinin kendisine yönelmesinin bir göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Hastanın dürtüsel hayatında herhangi bir mazoşistik fantezi bulunmaması, bu düzeyde bir kendine yönelmiş öfkenin benimsenmediğini gösterebilir; bu nedenle, bu düşünceleri yabancı bir ses olarak algılıyordu.
Hasta ergenlik çağından beri, zorlandığı dönemlerde yabancılaşma ve anlamsızlık duyguları yaşarmış. Yok edici öfkesinin çok fazla olduğunu ve bazen kendi benliğine yönelebildiğini bu yabancılaşma duygularından da anlıyoruz. Hastanın kendisine yönelen bu öfkesi benlikte bir bölünme, parçalanma oluşturmaktadır. Zaten sesin içeriği de büyük bir küçümsemeyi ve değersizlik duygusunu ifade eden yok edici bir öfkenin kendisine yöneldiğini göstermektedir. Hastanın kişilik yapılanması sapkın biçimde olsaydı, yani aşağılanmaktan, değersizleştirilmekten dürtüsel bir haz alsaydı, bu sözleri kendi sesi olarak duyabilirdi. Bu hastanın ve daha önce anlattığım intihar etmekten korkan hastanın sapkın mazoşistik özellikleri yoktu; değersizleştirici ifadeler sadece ruhsal bir acı sebebi oluyordu. Kendisine bu kadar büyük bir öfkesi olan ve bu öfkeden dürtüsel bir haz almayan bu iki hasta, aşağılayıcı ifadeleri ancak yabancı bir ses olarak duyabiliyordu.
Bu hasta büyük şehirde, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek bir ailede büyümüştü, beş kız kardeşin en küçüğüydü. Erkek olması çok istenmişti ve çocukluğu boyunca kız olmasının anne baba üzerinde nasıl bir hayal kırıklığı yarattığına ilişkin öyküler dinlemişti. Çocukken erkek olmadığı için çok üzüldüğünü ve babanın akrabaların erkek çocuklarıyla ilgilenmesinin kendisinde büyük bir kıskançlık yarattığını hatırlıyordu. Bütün hayatı boyunca yeterli olmaya, başarılı olmaya, erkeklerin yapabildiği her şeyi yapmaya çalışmıştı. Bu tutumun onu erkeksileştirdiğini ve çocuk sahibi olmayı bile gündemine alamadığını söylüyordu. Hayatına daha önce soktuğu erkeklerin onda aile olma ihtiyacı oluşturmadığını, onlarla ancak yalnız kalmaktan korunduğunu ifade ediyordu. Annesinden iyi bir annelik alamamış olmasının, çocukluğunda ona bakan kişilerin kendisinden büyük ablaları olmasının anne olmayı ihmal etmesinde payı olabileceğini söylüyordu. Annesini sürekli mutsuz, enerjisiz, olaylardan çok fazla etkilenen ve kendine güvensiz bir kadın olarak hatırlıyordu. Babasının ölümünden sonra anne iyice çocuksulaşmış ve hasta ile ablaları annelerine bakmak, sahip çıkmak zorunda kalmışlardı.
Hastanın ergenlik çağı çok zor geçmişti, çekingen, alıngan ve kıskanç bir genç kızmış. Boşluk duygusu, yabancılaşma ve anlamsızlık duygularını ergenlik çağında yaşamaya başlamış. Arkadaşlarını gözünde büyütür, kendisini çok eksik ve yetersiz bulurmuş. Arkadaşlarının iyiliklerini isteyememesi yüzünden kendisini onlara karşı suçlu hissettiğini ve hasedini anlayacaklar diye kimseyle samimi olamadığını anlatıyordu. Samimi birkaç arkadaşıyla beraberken kendisini sahtekârlık yapıyormuş gibi algıladığını ve ondan sonra arkadaşlarıyla görüşmekten kaçınmaya başladığını söylüyordu. O yıllarda kendisini çok yalnız hissedermiş ve hiç beğenmezmiş. Bir yandan da yabancılaşma duygusunu tekrar hissedecek diye çok korkarmış. Bu yüzden aynaya bakmaktan korkar hale geldiği anlaşılıyordu.
Erkek arkadaşıyla ilişkisini irdelerken, hasta, annesinin kendisinden sıkıldığını, anlattıklarını dinlemediğini veya unuttuğunu hatırladı. Annesiyle ilgili hatırladığı şeyler arasında, onun herhangi bir üzüntüyü taşıyamamasının ilişkilerini sınırladığı ve yüzeyselleştiği bilgisi de vardı. “Olumsuz, üzüntü verici olayları annemden saklardık; fazla üzülürdü, bir de onunla uğraşmayalım derdik,” diyordu. Baba sağken, evdeki tek erişkin gibiymiş; annenin yetersizliğine, dikkatsizliğine o da kızarmış.
Hastanın annesinin çocuksu, düşük kapasiteli ve depresif bir insan olduğunu anlıyoruz. Bu yapıdaki bir anne depresif dönemlerinde, söz konusu olan çocukları da olsa, kimseye bir şey veremez. Anne depresif dönemdeyken çocuklarından sıkılır, onların ihtiyaçları öfke yaratır. Evde kendisine yardım eden çalışanlar olsa da, bir de beş çocuğu varsa, bu sorunlar iyice büyür. Bu yapıdaki bir annenin “taşıma özelliği” iyi bir anne olmasına yetecek düzeyde değildir; yani herhangi bir sorun çıktığında durumu öfkesizce karşılayıp sorunu çözebilmek, hayatın altından kalkma yeterliliği ve ciddi bir sevme kapasitesine sahip olmak gibi niteliklere sahip değildir.
Anne-bebek ve anne-çocuk ilişkisinin karakteristiklerinin daha sonra kendimizle ilgili duygularımızın, kendimizle ilişkimizin modelini oluşturduğu bilgisini hatırladığımızda, annenin sıkıldığı bir çocuğun da ilerde kendisinden sıkılan bir insan olacağını ve herkesin de kendisinden sıkılmasını bekleyeceğini söylemek zor değil. Annenin bebeğiyle iftihar edememesi, bebekte sıradan bir varlık olduğu duygusuna yol açar. Parlak insanlar bebekliklerinde annelerinin onlarla iftihar ettiği, büyük bir yatırım yaptığı insanlardır.
Sanıyorum erkek olması beklenirken beşinci çocuğun da kız olması, annenin neredeyse bebeğinden utanması, daha baştan zor geçecek bir hayatın, zor bir kaderin işaretidir. Böyle bir geçmişten, anne-çocuk ilişkisinden gelen bir insan hayat içinde herhangi bir aksama gösterdiğinde, bir şeyin altından kalkamadığında durumunu taşıyamaz ve kendisine büyük bir öfke duyma eğilimindedir. Eğer bu insan bir de bebeklikten yok edici öfke malzemesiyle geliyorsa, bu öfke onda yabancı bir ses duyma veya yabancılaşma duyguları oluşturacak düzeyde sorunlar yaratır. İnsan her zaman, annesinin ona yapmış olduğu şeyi kendisine yaparak yaşar. Bu hastanın annesiyle ilişkisinde kendisini son derece sıkıcı ve sevilemez bir varlık olarak algıladığı muhakkaktır. Zaten kendisiyle ilgili tanımı da tam böyleydi; “herkesin sıkılacağı, kolaylıkla bıkacağı, sevilmeyecek birisiyim”.
Böyle oluşmuş bir insan, herkes gibi kendi yaşam deneyimini temel aldığında kimseyle yakınlaşmaya ve kimseye bağlanmaya cesaret edemez. İlişkilerini kendisine bağlanılmasını temin etmeye çalışarak kurar. Ona ne kadar ihtiyaç duyuluyorsa, karşısındaki için ne kadar vazgeçilemez olabiliyorsa kendisini o kadar güven içinde hissedecektir. Böyle bir durumda çocuksu, fazla ihtiyaçlı, yalnız kalma kapasitesi oluşturamamış insanlar tercih edilir hale gelir. Bu yapıdaki bir insan daha fazla bağlanabileceği bir sevgi ilişkisi içindeyse, karşısındaki insana alıştığından daha fazla bağlandıkça büyük sorunlar yaşamaya başlar. İçinde, farkında olmadığı bir, ilişkiyi bozma eğilimi harekete geçer. Temelde bütün insanlar kendi annelerinden daha kapasiteli bir insanla ilişkiye girdiklerinde bu eğilimi gösterirler. Farkında olmadan sorunlar yaratıp kendileri için büyük bir gerginlik oluşturan bu bağlanma durumundan kurtulmaya çalışırlar. İçlerinde, bağlandıkları insanı “kötü” olarak algılama eğilimi vardır; “kötüleyerek” ondan kurtulmaya çabalarlar.
İnsan kendisinden ve kendi ebeveynlerinden daha kapasiteli bir insanla bir sevgi ilişkisi yaşıyorsa, bu ilişkide hem haset olur hem de kıskançlık. Bunun yanında, kıskançlık ilişki geliştikçe ve yakınlık arttıkça da artar çünkü kadın erkek ilişkisi, ilişkinin başlangıcında kadın açısından önce babasıyla olan ilişkisinin bir modeliyken, ilerleyen süreçlerde, yakınlık ve bağlanma arttıkça anneyle olan ilişkinin modeline döner. Sağlıklı bir ilişkide bağlanma arttıkça anneyle ilişkidekine benzer bir çocuklaşma, hatta bebekleşme görülür; kadın anneyle ilişkisine regrese olmaya başlamıştır.
İnsanlar bir ilişki içerisinde bebekleşmeye başladıklarında sevgi nesnesini paylaşamaz hale gelirler; bu regresyon seviyesinde doğal olarak kıskançlık başlar. Fakat bu kıskançlık, yok edici öfke çok yüksek boyutlarda değilse, eşin hayatındaki en önemli insan olma arzusu boyutlarında kalabilir ve ilişki için tehlikeli olmayabilir. Yok edici öfkenin fazla olması zaten erken dönemlerde anneyle sorunlar yaşandığı anlamına gelir ve yakınlığın artmasıyla anneyle ilişkiye regrese olunduğunda kişi daha önce annesiyle yaşadığı sorunları tekrar yaşar; bu süreçte eş, anneyle karıştırılır. Partnere annenin özellikleri atfedilmeye başlanır. Bu hasta da annesiyle yaşadığı deneyimi eşiyle de sürdürüyormuş gibi bir algılama içerisindeydi; “beni sevmiyor, benden sıkılıyor, beni bırakacak,” diyordu.
Böyle bir yaşam deneyimine sahip bir insan sevilebilirliğine yeterince inanamaz. Annesiyle ilişkisinde ciddi sorunlar yaşamış bir insanın bağlanma kapasitesi sınırlı olur, narsisistik problemleri önemli boyutlardadır. Kalıcı bir sevgi ilişkisi götürmeye hazır değildir. Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, sevme biçimi “benim olanı severim” tarzındadır. Bir anlamda, “sana bağlanırım ama karşılığında da senin sahibin olurum,” gibi bir bağlantı vardır. Kişi kendi bağlanma problemini böyle bir denklemle çözmeye çalışır gibidir. Bu hasta da eksiklik ve değersizlik duygularını ve bağlanma güçlüğünü eşine sahip olduğundan emin olarak gidermeye çalışıyordu. Sevgi ilişkisini bir yandan sevgi yaşamak, bir yandan da “biricik olmak” gibi büyük bir narsisistik ihtiyaca cevap bulmak üzere yaşıyordu. Nitekim daha önceki ilişkilerinde kendisine muhtaç, bu tarz bir ilişkiye uygun erkekler seçmişti. Ancak son erkek arkadaşına daha fazla bağlanmaya başlayınca, annesiyle ilişkisinde yaşadığı, annesinin kendisinden sıkıldığı, kendisini sevmediği, onun için bir önem taşımadığı gibi sezgilerini endişeli ve öfkeli bir biçimde partnerine aktarmaya başlamıştı.
Bu aktarım, hastanın iç dünyasındaki anne imgesinin yeni sevgi nesnesine yansıtılmasıyla oluşur; hasta annesiyle yeni sevgi nesnesini karıştırmaya başlar. Aslında bu durum, yani annesiyle partnerini karıştırmaya başlaması, hastanın gerçek bir bağlanma, bebeklikteki eksik yaşanmışlıkları bir ölçüde giderme potansiyeli taşıyan “yeni bir deneyim” yaşamakta olduğunu gösterir. Hasta bir yandan büyük zorlanmalar ve sıkıntılar yaşarken, bir yandan da kendisini geliştirebilecek bir deneyim içerisindeydi. Bir yandan bir erkeğe sahip olup onunla tamamlanmak isterken, bir yandan da onun kendisinden sıkılıp bırakacağından neredeyse emindi. Elbette aşırı kıskançlığıyla karşısındaki insanı hakikaten sıkıp kaçırması da kuvvetli bir olasılıktı ve hasta bunun farkındaydı. Böyle bir durum, hastanın kendisi hakkındaki olumsuz nitelemelerini perçinleyip onu iyice kendisine öfke duyacak bir hale de getirebilirdi. Zaten yardım isterken, amacı da bu duruma düşmekten kaçınmaktı.
Böylece bir yandan sahip olma arzusu fakat bir türlü bundan emin olamaması, öbür yandan da bırakılma korkusu kıskançlığını besliyordu. Kendisini hırpalayan yabancı kadın sesini de bu kadar büyük bir gerginliğin altındayken duymaya başlamıştı. Seslerin “seni bırakacak, senden sıkılıyor, akşam hep televizyon seyretti, şimdi kim bilir kiminle,” gibi içerikler taşıması hastanın kendisine ne kadar büyük bir öfkesi olduğunu ve kendisini bir türlü sevemediğini göstermektedir. Bu öfke, aşağılama ve değersizleştirme biçimine bürünmüş yok edici nitelikteki bir öfkedir. Sanıyorum bu sesler vasıtasıyla görünür hale gelen kendisine karşı hissettiği büyük öfke kendilikte bir parçalanmaya yol açmakta ve aşağılama, değersizleştirme biçimine dönüşen yok edici öfke yabancı bir ses olarak duyulmaktadır.