Aile, yeni kuşaklar yetiştirerek insanlığın devamlılığını sağlayan, toplumların temel birimini oluşturan bir sistemdir. Gerçi insanlık kültürünün başlangıcında bütün toplum, bütün klan bir aile gibiydi. O zamanlar aile, “büyük aile” idi; daha sonra küçülerek anne, baba ve çocuklardan müteşekkil hale geldi. Ancak bir araya gelip çocuk yapmış her çift bir aile oluşturmaz, aileyi aile yapan bazı temel özellikler vardır. Örneğin çocuklar ebeveynler tarafından dürtüsel nesne olarak kullanılamazlar ya da aç bırakılamazlar.
Temel özellikleri değişmese de, ailenin özellikleri çağlar içinde değişmiştir. İlk çağların ailesiyle ve o zamanların çocuk yetiştirme şekliyle bugünkü aile arasında çok büyük farklar vardır. Değişime uğradıysa da, aile yüzyıllardır insan yetiştirmenin temel alanını oluşturur. Zamanın kültürünün ve uygarlığının temel kodlarını çocuklara aile geçirir. Ailenin çağlar içindeki değişimi üzerine yapılacak genel bir değerlendirme, çağlar içinde insanın özelliklerinin nasıl değiştiği konusundaki değerlendirmeyi de kapsar. Eski çağların insanları günümüz insanının yanında çok çocuksu kalırdı.
Genel olarak, çağlar içinde aile neredeyse bütün toplumu kapsayan büyük aile olmaktan, anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile olmaya doğru küçülmüştür. Bununla beraber, aile kurumunda çocuklara verilen önemin yanı sıra, karıkoca arasındaki yakınlık ve işbirliği de artmıştır. İlk çağlarda çocuklar, özellikle bebeklik döneminde ve çocuğun aileye katkısı olamayacak erken yaşlarında yük olarak algılanırdı. Hatta bu dönemlerde, istenmeyen çocuklar aç bırakılarak ölüme terk edilirdi. Bu kaderden kız çocuklar daha çok etkilenmiştir. Roma’nın parlak dönemlerinde, Roma yurttaşı zengin ailelerde bile çocukların sokağa bırakılması yaygın bir uygulamaydı. Çocuk sahibi olmak, yüzyıllar boyunca ekonomik ve askeri nedenlere bağlı olmuştur; çok çocuklu olmak, çok düşük maliyetli işgücü veya savaşacak asker sahibi olmak anlamı taşımıştır. Elbette bu anlayış içinde büyüyen çocuklar çok öfkeli, çok korkak, çok kuşkucu ve güvensiz insanlar olacaktır. O çağların insanları bugün bizim paranoid dediğimiz özellikler taşırdı.
Yine o dönemlerde, kadın erkek arasında, günlük hayatı her iki cinsin bir arada yaşadığı bir ilişki biçimi yoktu. Kadınlar ve erkekler kendi cinsiyetlerinden bireyler arasında yaşardı ve bunun sonucunda da birbirlerini ruhen tanımazlardı. Kadın ve erkek gruplarının başında, kendi cinsiyetlerinden yaşlılar olurdu. Erkekler avlanmak, savaşmak, imar faaliyetlerinde bulunmak gibi işleri çoğu zaman topluca gerçekleştirir, en azından birbirleriyle yakın temas halinde olurlardı. Aynı şekilde kadınlar da, kadınlardan ve çocuklardan oluşmuş bir dünyada yaşar, toplum içinde üstlendikleri sorumlulukları yerine getirirlerdi. Yemek yapmak, yemek için gerekli malzemeleri toplamak, temizlik ve ev işlerini üstlenmek, çocuklara bakmak kadınların sorumluluğundaydı. Kadınlar da birçok işi erkekler gibi birlikte yapardı. Neredeyse aynı klan içinde bir erkekler klanı, bir de kadınlar klanı iç içe yaşardı.
Çocuklar çoğu zaman kadınların, özellikle de ağır iş yapamayacak kadar yaşlanmış kadınların sorumluluğundaydı. Çocuklara annelerinden çok bu yaşlı kadınlar bakardı. Erkeklerin çocuklarıyla bir yakınlıkları yoktu, hatta babanın çocuklara fazla yakın olması ayıplanan bir durumdu. Aynı şekilde, karıkocanın da günlük hayat içerisinde yakın olması doğru bulunmazdı. Bu durum, erkeğin ve kadının toplum içindeki sorumluluklarını aksatacakları anlamına gelirdi, ayıplanacak bir tutumdu ve buna izin verilmezdi. Karıkocanın beraber olması, bütün toplumsal sorumluluklarını yerine getirdikten sonra ancak geceleri mümkündü.
Eskiye gittiğimizde, o çağların açlık, salgın hastalık ve savaşlar gibi sebeplerle oluşan zor koşullarının daha dayanışmacı ve daha hiyerarşik büyük sistemlere yol açmış olduğunu söyleyebiliriz. Anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile, ilk önce eski Yunan toplumlarında ve daha sonra Roma toplumunda ortaya çıktı. Bu toplumların ekonomik faaliyeti ticaret ve büyük ölçüde köle emeği ile oluşturulan tarımsal üretim üzerine oturuyordu. Hukuk sistemi ise özel mülkiyeti, miras hukukunu ve aile hukukunu kurumlaştırmıştı. Eski Roma’da evin reisi babaydı. Eşi, çocukları ve evde yaşayan köleler ve hizmetçiler de dahil olmak üzere erkek, neredeyse küçük bir klan şefi gibi davranırdı. Evin iç işlerinin yönetimi ise çoğu zaman eşe bırakılırdı.
Bugün anladığımız anlamda bir yakınlık ilişkisi taşıyan ailenin Batı Avrupa’da, ekonomik olarak daha güçlü olan ve şehirlerde, güvenlikli alanlarda yaşayan burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla oluştuğunu söyleyebiliriz. Değişen koşulların dayanışmacı sistemlere duyulan ihtiyacı azaltması ve kırsal kesimdeki eski mülkiyet biçimlerinin çözülmeye başlamasıyla birlikte çekirdek aile ancak 19. yüzyıldan itibaren oluştu. Aynı dönemlerde milliyetçilik ve milli devlet kavramı da tarih sahnesine çıktı. Rekabet esasına dayanan yeni kapitalist ekonomik süreç bütün 19. yüzyıl boyunca milletler arasında bitmez tükenmez savaşlara ve nihayetinde birinci ve ikinci dünya savaşlarına yol açtı.
Bunun yanı sıra, milleti ve aslında “ulusal pazarı” bilim alanında, sanatta ve savaş alanlarında yüceltecek vatansever ve kahraman çocuklar yetiştirmek bütün Batı dünyasını kapsayan bir ideal haline geldi. Çocukların, geleceğin üstün milletinin oluşturulmasının teminatı olarak algılanmaya başlandığı bu süreç, çocuklara yapılan ruhsal yatırımı da artırdı. Bunun sonucunda daha yaratıcı, bilim, teknik ve sanatta sıçrama yapabilecek kuşaklar oluştu. Nitekim bu dönemde insanlığın gelişmesi çok hızlandı.
Bu dönemin hâkim anlayışının aile sistemine etkisini, bu koşullarda yetişen çocukların ruhsal sorunlarında görmek mümkündür. Anlaşılan çocuklara yapılan ruhsal yatırımın artması, onlara yapılan dürtüsel yatırımın da artmasına neden olmaktadır. 19. yüzyılın en önemli ruhsal sorunu, “histeri”dir. Psikanaliz, ilk oluştuğu yıllarda bu ruhsal bozuklukla ilgili gözlemlerden ve deneyimlerden beslenmiştir. Freud’un bilinçaltıyla, bilinçaltı fantezilerle ilgili gözlemleri histeri vakalarına dayanır.
Histeri vakalarında kadın çocukluk döneminde ebeveynlerin kendisine yaptığı bilinçaltı dürtüsel yatırım nedeniyle dürtülerini ebeveynden çekememekte, bunun sonucunda da bu kişilerin doyumlu bir cinsel hayatları olamamaktadır. Her türlü cinsel çağrışım ebeveynlerle ilişkilendirilmekte ve ensest yasağını çiğneme korkusu oluşturmakta, bu da sıkıntı duygusuna ve gerginliğe sebep olmaktadır. Bunun sonucunda dürtüsel enerjinin cinsellik dışı alanlara kaydığına ve özellikle bazı kadınlarda konversiyon denen (bir stresin, fizyolojik herhangi bir kaynağı olmamasına rağmen fizyolojik olarak dışa vurulması) bedensel işlev bozukluklarına yol açtığına inanılır.
Her iki dünya savaşının yol açtığı olağanüstü kıyım ve kapitalist sistemin coğrafi olarak bu süreçten daralarak çıkması, faşizmin insanlığın ortak hafızasına kazınan büyük kitlesel öfkesi, atom bombasının yüz binlerce insanı birkaç dakikada kül etmesi sonucu oluşan travma gibi nedenler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş karşıtı bir havanın oluşmasına neden oldu. Militarizm karşısında sevgi ve barış, askeri işgal ve ekonomik pazarların sömürgeler olarak askeri denetimi yerine topyekûn gelişme ve kalkınma öncelikli amaçlar haline geldi.
Bu düşünsel ve duygusal atmosferde artık aile kadınla erkeğin birbirine duyduğu sevgi, aralarındaki cinsellik ve işbirliği üzerine kurulmaya başlandı. Bu dönemin filmlerinde, şarkılarında, romanlarında kadın erkek sevgisinin, kadınla erkeğin birbirine olan aşkının öne çıkarıldığını görürüz. Çocuklar, bu sevginin ürünüydü ve sevgi ortamında büyümeleri sağlanmalıydı. Bana kalırsa bu dönemde, ideal arayışı olarak, insanlık en yüksek ruhsal düzeyine erişti. 1950 ve 1960’lı yıllar bu idealin gerçekleştirilmeye çalışıldığı altın çağı oluşturduktan sonra, 1970’li yıllarla birlikte bu ideal tekrar inişe geçti.
Aslında kafalardaki ideal ve kalıcı kadın erkek ilişkisi hayatın içinde gerçekleştirilemiyordu. Büyük bir aşkla başlayan ilişkiler bir süre sonra hayal kırıklığı, birbirinden sıkılmak ve cinsel ilginin kaybedilmesi olarak seyrediyordu. Özellikle Batı ülkelerinde eşlerin birbirini aldatması neredeyse kural haline geliyordu çünkü kalıcı bir sevgi ilişkisi oluşturabilmek en yüksek derecede bir ruhsal gelişkinlik ve yüksek bir sevme kapasitesi gerektiriyordu. Kalıcı bir aşk istemek bunu gerçekleştirmeye yetmiyordu. Giderek insanın özgürleşmesi yeni bir ruhsal ideal haline gelmeye başladı. Varoluşçu felsefe ve 68 olayları bu arayışın görünümleridir.
Özgürleşme arayışı maddi olarak da güçlü ve yeterli olma ihtiyacını artırır. Bu dönemde dünya ekonomik sistemi de İkinci Dünya Savaşı sırasında bilim ve teknolojide oluşturulan sıçramayı günlük hayata aktarıyordu ve Batı ekonomileri hızla büyüyordu. Kadın emeğine ve yabancı işçiler gibi ucuz emeğe talep yükselmişti. Giderek kadınlar çalışma hayatının bir parçası oldular. Bilgisayar teknolojisindeki gelişme kafa emeğini ve kadın emeğini kıymetli hale getirdi. Kazançların da arttığı bu dönemde kadın erkek aşkının devamlı olamayacağına ilişkin yaygın bir hayal kırıklığı oluştu. Bunun sonucunda da kadın ile erkek arasındaki sevginin vurgulanmasından çok, ilgi, nelerin kaça olduğu, hangi markanın nasıl bir imaj oluşturduğu, statü yükseltmek ve başkalarından üstün olmak için neler yapmak gerektiği vb. alanlara kaydı.
Günümüz koşullarında, aile sistemi yeniden büyük bir dönüşüm yaşamaktadır. Bugün Türkiye’de üç aile sistemi yan yana varlığını sürdürmektedir. Kırsal alanda ve ülkenin geri kalmış bölgelerinde daha çok geleneksel ataerkil aile sistemi sürmektedir. Diğer iki aile tipi daha çok şehirlerde ve ülkenin daha gelişmiş kısımlarında görülmektedir. Bunlardan ilkini, “tüketim toplumu ailesi” olarak adlandıracağım. Bu aile tipi günün koşullarına daha uygun ve büyük şehirlerde, küresel ekonominin ve onun ürettiği ideolojinin tamamen hâkim olduğu bölgelerde giderek yaygınlaşıyor. Diğer aile tipi, geleneksel aile ile tüketim toplumu ailesinin arasında yer alır; ona da “modern ataerkil aile” diyeceğim. Her üç aile tipi de çocuk için çok farklı büyüme ortamları oluşturur. Bu üç aile tipini birbirinden ayırabilmek için aralarındaki farkları kısaca ele alalım.