Geleneksel aile

Geleneksel aile büyük, ataerkil ailedir. Ailenin büyükleri, erkeğin bir önceki kuşaktan olan anne ve babasıdır ve aileyi onlar yönetir. Çiftlerin evliliğine de zaten bu yaşlı kuşak karar vermiştir. Gençler, ana babalarının kendileriyle ilgili verdiği karara uymuş ve evlenmiştir. Yönetim, aynı evde ya da ayrı evlerde yaşıyorlarsa dışarıdan müdahale şeklinde, aile büyüklerinin elindedir.
“Gelin”, kocasının anne babasını memnun etmek mecburiyetindedir ve kocanın, karısını kendi anne babasına karşı koruması beklenemez. Böyle bir tutum büyük bir saygısızlık olarak kabul edilecek ve bütün sistem bu tutuma karşı çıkacaktır. Eşini koruma çabası, erkeğin sistemin dışına atılması ve dışlanması ile sonuçlanır. Bu yüzden gelin çok arka planda ve korunmasızdır. Tek yapabileceği uyum sağlamak, kendisinden beklenenleri yerine getirmek ve itaat etmektir. Zaten çoğu zaman kendi anne babası da ondan aynı şeyi beklemektedir, aksi takdirde onları utandırmış olur. Çiftler yaşlandıkça, biraz da erkek tarafının annesinin ve babasının ölümü üzerine, daha otonom hale gelirler. Bu aşamada, daha önce kaynanasından çekmiş olan kadın kendi çocuklarını evlendirerek, bu sefer oğullarının karısına “gelinlik” yaptırarak geçmişin acısını çıkarmaya çalışır. Bu aile tipinde kadınlar gençlik yıllarında çok fazla ezilir. Kocalarının kendilerine sahip çıkmadığını, kendi ebeveynleri karşısında bir çocuk olduklarını görmek kadınlarda kocalarına karşı büyük bir öfkenin birikmesine yol açar. Genelde bu kadınlar cinsel olarak isteksizdir. Cinsellik bir görev olarak, bazen zorlama altında yaşanır. Bu aile sisteminde kadın, örtülü veya açık bir şiddete maruz kalır; şikâyetleri dinlenmez, koşulları düzeltilmez. Sanki kadın olmak hesaba katılmamak, insanlığın bir alt kademesine ait olmak gibidir. Kadından beklenen, rolünü yerine getirmesidir.
Geleneksel aile sisteminde kadına şikâyet etmek, halinden memnun olmamak gibi bir hak tanınmamıştır ve bunları yapması bir kusur ve eksiklik olarak algılanır. Şikâyetçi kadın beğenilmez; başta kaynanası ve kocası olmak üzere kendi anne ve babasının da öfkesine maruz kalır. Kadın öfkesini bastırmaya mecbur kalır ve psikosomatik rahatsızlıklar göstermeye başlar. Yaygın olarak baş ağrısı, karında şişkinlik hissi, hazımsızlık, halsizlik, vücut ağrıları dile getirilir. Geleneksel ataerkil aile sistemindeki kadınlar öfkeli ve mutsuz oldukları için, annelik kapasiteleri de düşer. Bastırılmış bir öfkeyle yaşamak zorunda kalan kadın, çocuklarıyla ilişkisi de dahil, yüzeyselleşir. Çocuklarına tahammülü azalır, onlarla ruhsal kalitesi yüksek bir ilişki oluşturamaz. Zaten psikosomatik rahatsızlıklar yaşadığı için, sağlığı bozuktur. Ciddi bir organik bozukluğu olmamasına rağmen hastalıklı bir hayatı olur.
Bu tip ailede yetişen çocukların duyarlılıkları eksik, iç dünyaları fakir ve sevme kapasiteleri de düşüktür. Genel olarak, annenin ezildiği bir ortamda büyüyen çocuk bu durumdan olumsuz etkilenir. Böyle bir sistem daha çok iki tip insan oluşturur. İlkinde umursamazlık, sevgisizlik ve çıkarcılık hâkimdir. İkinci tipte ise olaylar karşısında çabuk sarsılan, başkalarından fazlaca etkilenen, korkuları fazla, güçlü karşısında kendinden bekleneni yerine getirmeye çalışan, güçsüz karşısında ise saldırgan ve acımasız olabilen, bastırılmış öfkesi fazla çocuksu bir insan çıkar ortaya. Bu aile modeli, dünyada ve Türkiye’de modernizm öncesi dönemde hâkim olmuştur. Fiziksel gücün ekonomik faaliyetin temelini oluşturduğu, insanların ancak yüksek bir dayanışma içerisinde varlıklarını sürdürebildikleri dönemlere aittir ve kadın erkek arasında belirgin bir ayrımcılık vardır.
Ailenin dış dünya ile ilişkilerinde erkeğin babası, evin içinin yönetilmesinde de erkeğin annesi son sözü söyleyecek konumdadır. Böyle bir aile yapılanmasının ruhsal temelini, evli çiftlerin ruhen kendi anne babalarının çocuğu olmaktan kurtulamamış olmaları oluşturur. Çiftler gerek dış dünyayı, gerek ev içini ilgilendiren konulardaki önemli kararları vermekten, karar verme sorumluluğunu üstlenmekten korkmaktadır. Aslında kendilerini bulamamışlardır ya da kendilerini bulmalarına izin verilmemiştir. Henüz kendi doğrularını oluşturamamışlardır ve genel geçer değer yargılarına uyum göstermeye mecbur hissetmektedirler. Dış dünya karşısında korunmaya gereksinimleri yüksektir. Onları himaye edecek veya onlarla güçlü bir biçimde dayanışacak insanları hayatlarında tutmak zorundadırlar.
Bu gelişmişlik düzeyinde bulunan ve bu karakter özelliklerini gösteren kişilerde, ister erkek ister kadın olsun, kendilerine yabancı olan ve aralarında akrabalık veya kan bağı ilişkisi olmayan insanlardan oluşan bir dünya kurma yeterliliği gelişmemiştir. Yeni tanıştıkları kişilerin hangisine güveneceklerini, onları hayatlarında hangi mesafede tutacaklarını bilemezler. Güvenliklerini, genel olarak, otorite karşısında itaatkâr bir tutum takınarak ve otoritenin beklentilerine uygun davranarak oluşturmaya çalışırlar. Bu ruhsal temelin bir uzantısı olarak, ailenin ekonomik varlığı da bir önceki kuşağın imkânları üzerine oturmaktadır. Erkek babasının işinde, tarlasında çalışır. Oturduğu evin sahibi babasıdır. Kazancına çoğu zaman babası el koyar ve her türlü ihtiyacını da o karşılar. Mali açıdan tam bir bağımlılık söz konusudur.
Dikkat edilecek olursa, bu geleneksel sistemin esas temelini ruhsal nedenler oluşturur. Evlenecek yaşa gelen gençler son derece çocuksudur ve kendi kendilerini idare edecek olgunlukta değildir. Bu yapıdan gelen insanlar, ekonomik koşullar değişse bile kendilerine bir dayanışma sistemi ve kendilerini yönetecek bir “baba” bulmak zorunda kalırlar. Bu kişilerin ruhsal özellikleri, bir “cemaat” içinde yaşamaya daha uygundur. Üniversite bitirmiş olmak ya da çok iyi bir eğitim almış olmak insanın aile sistemi içinde edindiği özellikleri değiştirmez. Bu insanlar bir cemaat içinde kendilerini daha güvende, daha huzurlu hissederler. Cemaat onları kaybolmaktan korur, onlara bir aile sunar. Bu anlamda cemaat sistemleri bir ruhsal gereksinime, korunma ve ait olma gereksinimine cevap verir ve bu yüzden cemaatler üzerinde oluşturulacak siyasi baskı sonuç vermeyecektir. Cemaat yapıları üzerinde baskı oluşturulması, bu insanların ruhsal gerçekliklerini kabullenmemek anlamına gelecektir ve korku artıkça bir dayanışma sistemine, cemaate duyulan ihtiyaç da artacaktır.
Geleneksel ataerkil aile sisteminde amaç iki insan arasındaki sevginin tezahür ettirilmesinden çok, bu dünyanın bir parçası olabilmek ve bu dünya içinde varlığını sürdürebilmektir. Geleneksel aile sisteminin hâkim duygusu korkudur. Bu yüzden bir koruyucuya büyük bir ihtiyaç duyulmaktadır. Güçlülerin güçsüzleri acımasızca ezdiği ve sömürdüğü, her an her türlü tehlikenin ortaya çıkabileceği, salgın hastalıkların çok yaygın olduğu bir dünyada söz konusu aile sisteminin ortaya çıkması son derece anlaşılır olmaktadır. Böyle bir dünyanın tehlikeleri hayatta kalabilmeyi ister istemez gündemin baş maddesi yapmaktadır. Gündemin birbirini seven iki insan arasındaki sevginin tezahür ettirilebilmesi aşamasına gelebilmesi için yüzyılların geçmesi gerekecektir.
Geleneksel aile sisteminde hâkim duygunun korku olması, karıkoca arasındaki ilişkiye de yansır. Eşler arasındaki işbirliği beraber düşünüp karar vermek, birbirinden ne beklediğini diğerine anlatabilmek üzerine oturmaz. İlişkiye taraf olanların örf ve âdetlerle belirlenmiş rollerini doğru oynaması beklenir. Bu ilişki biçiminde, tarafların birbirini anlamasının bir önemi yoktur. Her iki taraf da birbirinden bunu beklemez. Zaten çoğu zaman kendilerini de anlamaz, onlara öğretilen kalıpları gerçekleştirmeye çalışırlar. Böyle olunca, eşler arasında yakınlık ya yoktur ya da çok azdır. Yakınlığın olmadığı bir yerde canlı bir kadın cinselliği oluşmaz. Nitekim bu aile sisteminin hüküm sürdüğü çağlar boyunca kadının da haz alabileceği ve cinsel bir arzusunun olabileceği düşünülmemiştir. Cinsellik, kadından tanımlanmış görevlerinin bir parçası olarak beklenmiştir.
Bütün bu çerçeve içinde kadın ve erkek, gençlik dönemlerinde birbirlerine eş olmaktan çok kendi anne ve babalarının çocukları olarak yaşarlar; onları mahcup etmemek, utandırmamak en önemli değerlerini oluşturur. Bu iki insan, yaşları ilerledikçe ve kendi sistemlerini kendileri yönetmeye başladıklarında bir sevgi ilişkisi ve yakınlık oluşturabilirler ama bunun için hayatın altından kalkabilmekte olmaları, özellikle erkeğin kadını koruyabilmiş ve gücüyle ezmemiş olması gerekir.
Geleneksel ataerkil aile sisteminin geçerli olduğu dünyanın hâkim ideolojisi, “güçlü olanın haklı olması, güçlü olana itaat edilmesi, gerçek asaletin ve insanlar arasındaki yakınlığın kan bağı ile oluşması” ve günlük hayatta “mükemmellik”tir. Bu değerlerin hâkim olduğu bir dünyada karıkoca arasında bir aşk, kalıcı bir sevgi ilişkisi oluşması elbette istisna olacaktır. Genel olarak bu aile sisteminde yaşayan eşlerin her birinin kendi cinsiyetlerinden olan insanlardan oluşan bir dünyaları vardır. Kadınlar kadınlarla, erkekler erkeklerle beraber yaşarlar. Geleneksel aile sisteminin bir başka özelliği, bu sistemde özellikle şekil şartlarının çok önemsenmesi, dinin insanların hayatında büyük bir yere sahip olmasıdır. Din, hem örf ve âdetlere uygun olmanın bir teminatı olarak bir işlev görür, hem de adaletsizliğin, çaresizliğin, korkunun fazla olduğu her yerde insanlar için onları ayakta ve sağlıklı tutan bir ruhsal ihtiyaçtır. Dini geri kalmışlığın nedeni sanmak, tam anlamıyla nedenlerle sonuçları birbirine karıştırmaktır.
Toplumumuzda dini çerçeve, Allah’a ve peygambere duyulan sevgi ve bağlılıkla daha adaletli, daha sevgi dolu, daha affedici bir anne babaya sığınmak, ondan yardım beklemek gibi bir ruhsal anlam taşır. Bu sistemde insanların yaşlandıkça kendilerini dine daha fazla vermeleri ve içlerindeki sevilme arzusunun Allah’ın sevgisini kazanmaya dönüşmesi, öfkelerini ve hırslarını kendilerini dine vererek denetlenmelerini sağlar. Böylece büyüklerin insafına kalan daha genç kuşakların mutlu olmalarından rahatsızlık duymamak, onların iyiliğini isteyebilmek mümkün hale gelir. Gücün yaşlı kuşaklarda olduğu sistemlerde, güçlü olanların Allah korkusu sahibi olması güçsüzler için bir teminat olabilir. Kendilerini hırslarından ve kıskançlıklarından sıyıramayan yaşlıların, özellikle kayınvalidelerin gelinlerini kıskanmaları ve onlara eziyet etmeleri geleneksel aile sisteminde sık rastlanan bir problemdir.
Geleneksel ataerkil aile sisteminin önemli karakteristiklerinden biri de, insanın insan olarak değil, işlevi nispetinde değer taşımasıdır. Bu yüzden kimse birbirini anlama ihtiyacı duymaz, işlevini yerine getirmesini bekler. Sanki herkes büyük bir makinenin parçasıdır ve vazifesini yerine getirmesi gerekir, bundan başka bir anlamı yoktur. Bu tutum günlük ilişkilerde işbirliği yapabilmeyi ama birbirine uzak ve yabancı olmayı getirir. Herkes büyük bir sistemin parçasıdır, ama bir yandan da çok yalnızdır. Bu, kalabalık içindeki yalnızlıktır. Bu durum, paradoksal biçimde insanların birbirinden ayrılabilmesini iyice zorlaştırır. Ortaya mutsuz ve gergin, ama birbirine bağımlı insanlar çıkar.
Geleneksel ataerkil aile sisteminin işlev ağırlıklı bu beklentileri karıkoca ilişkisinin de roller üzerinden yaşanmasına sebep olur. Karıkoca arasında gerçek bir yakınlık ve sevgi ortamı oluşmaz. Birbirlerini tanımadıkları bile söylenebilir. Hiçbir zaman kimsenin aklına, “bunu yapmak istiyor mu?” sorusu gelmez. Böyle bir soru, bütün sistemin işlev göremez hale gelmesine yol açar. İşlevini yerine getirmemenin toplumsal olarak kabul görecek tek nedeni, “bedensel hastalık” olabilir. Bu yüzden, bu sistemin insanlarındaki her türlü ruhsal direnç kendini bedensel bir hastalık olarak, beden dili üzerinden ortaya koyar. Bugün geleneksel sistemde yaşayan ve ruhen zorlanan insanların, özellikle de kadınların bir ayakları hastanede ve doktordadır.
Geleneksel ataerkil aile sisteminde yaşayan bir insan kendisini anlamamak durumundadır. Bebekliğinden beri zaten kimse onu anlamaya çalışmamıştır. Örneğin annesi, onun kilolu olmasını ve bol yemesini istemiştir, ama karnının aç olup olmamasıyla ilgilenmemiştir. Anneden beklenen, bebeğinin kilolu olmasıdır. Bebek ne kadar kilolu olursa, anne de işlevini o kadar yerine getirmiş olacak ve “iyi anne” sayılacaktır. Bu sistemde büyüyen bir insan, örneğin yaşadığı cinsel isteksizliğin kocasına kendisini yakın hissetmediği için veya kocası kendisine sahip çıkamadığı için olduğunu hiçbir zaman anlamayacaktır ve ya hocaya gidecek ya da problemini ilaçla çözmeye çalışacaktır. Kısacası, bu sistemde büyüyen ve yaşayan insanlar kendilerini, karşılarındaki insanı ve çocuklarını anlamakta son derece yetersiz olurlar.
Bu aile sisteminin nasıl bir çocuk büyütme ortamı yarattığını gözden geçirelim. Yeni doğan bebeğin sorumluluğunu kaynana üstlenir ve anne bebeğine onun direktifleri doğrultusunda annelik yapar. Anne kendi içinden gelenleri dinleyerek, bebekle gerektiği kadar bütünleşerek annelik yapamaz. Daha çok bebeğin beslenmesinden ve emzirilmesinden sorumlu tutulur. Bebekle annenin ne kadar yakın olacağına, annenin bebekle ne kadar zaman geçireceğine, bebeğine bakarken diğer sorumluluklarının ne kadarının azaltılacağına evdeki yaşlı kadın, kaynana karar verir.
Annenin yanında ona destek olacak kadar yakın bir kocasının olmaması da kadının annelik kapasitesini olumsuz yönde etkileyecektir. Geleneksel ataerkil aile sistemi, özellikle de anneyle bebek arasında bir bütünleşme ilişkisinin yaşanmasının gerektiği dönemlerde bebeğin ruhsal gelişmesini sağlayacak, onu kapasitesi yüksek bir insan olarak büyütebilecek bir ortam oluşturmaz. Bu sistemde annenin bastırılmış ve farkında olmadığı çok fazla öfkesinin olma olasılığı yüksektir. Öfke kadının ilişki kurma kapasitesini çok düşüreceği için, annenin bebekle her zaman ilişki kurabilmesi güçtür.
Bütünleşme döneminin sonuna gelen bebek annesinin -bu dönemin normal gelişme koşullarında 9. ay olduğunu, ancak anneyle bebek arasındaki ilişkinin yoğunluğu azaldığında bu sürenin uzayabileceğini belirtmiştim- taşıma kapasitesi yüksek olmalıdır. Hatırlanacağı gibi bu dönemde bebek, annesine karşı haset duygusunu yaşamaya başlıyor ve ona hem uzak hem de yakın olmak istediği çatışmalı bir durum içine giriyordu. Bu çatışmalı dönemde bebek, annesinin de kendisine karşı öfkeli olduğunu zannetmekteydi. 9-12 ay arasındaki bu huysuzluk dönemini annenin bebeğe öfke duymadan taşıyabilmesi, bebeğin sağlıklı bir insan olması açısından büyük önem taşır. Bu dönemin sağlıklı yaşanamaması paranoid bozukluklara ve büyük suçluluk duygularıyla seyreden majör depresyonlara yol açar.
Geleneksel ataerkil sistemin hüküm sürdüğü bütün çağlar boyunca, Avrupa’da insanlar yaşamlarını “Allah”ın kendilerine ceza vermek için hiçbir fırsatı kaçırmadığından emin olarak ve kendilerini affettirmek için açlıktan kendine fiziksel işkence etmeye kadar uzanan birçok eziyetli ibadetle meşgul olarak geçirmişlerdir. Bu dönemin “Allah” imgesi, sözünü ettiğimiz dönemin annesidir. İnsanlar, Tanrı’nın kendilerine karşı büyük bir öfke duyduğundan neredeyse emindir. Demek ki geleneksel ataerkil aile sisteminin anneliği, kendisini günahkâr hissetmeye ve bunun cezasını beklemeye müsait insanlar yaratmaktadır. Günahkârlık duygusu ve ceza beklentisi, temelde, yukarıda ifade ettiğim 9 ay döneminin anne bebek yaşantısıyla ve haset duygusuyla doğrudan ilişkilidir. Geleneksel aile sisteminin annelerinden uygun bir “taşıma kapasitesi” beklememek gerekir.
Çocuk 1 yaşına doğru yürümeye başladığında, evde aşırı hareketlidir ve her şeyi karıştırarak birçok problem çıkarmaya başlar. Ayrıca her istediğini yaptırmak, her şeyi denemek ister. Evde yaşlıların olması, üstelik evin iktidarının bu yaşlıların elinde olması, bu yaş çocuğu için uygun bir ortam oluşturmaz. Normal gelişmede 12-18 ay arasında evde, görünüşte de olsa, iktidarı çocuk alır. Anne, ortamda tehlike oluşturacak eşyaları kaldırarak, çocuğu başka şeylerle oyalayarak ortamı tehlikesiz hale getirmeye çalışır ve çocuğun omnipotansını denemesine izin verir. Geleneksel aile sisteminde ise bu ortamın yaratılabilmesi mümkün değildir. Çocuk fazlasıyla kısıtlanmakta ve korkutulmaktadır. “Şimdi öcüler gelecek, cadılar seni alıp götürecek, dokunma, babaannen seni dışarı atar, deden gelirse seni tavana asar,” bu sistemde çocuğa sürekli tekrarlanan laflardır. Bu ortamda, çocuk korkak yetiştirilir. Korkak yetiştirilen çocuk omnipotansını fantezi dünyasında muhafaza eder ve çekingen, deneme cesareti olmayan bir insan olur. Omnipotansın bu şekilde fantezi dünyasında muhafaza edilmesi, sınır vakalara veya diğer ağır kişilik bozukluklarına yol açar.
Bu sistemdeki anne, kendisi de evin büyüklerinin çocuğu gibi olduğu ve onlardan korktuğu için, çocuğun omnipotansını aktarmasına uygun bir sevgi nesnesi değildir. Zaten anne bunu çocuğa, “şimdi babaannen kızacak, deden izin vermez,” gibi laflarla bildirir. Anne, kendisinin fazla yetkisi olmadığını belli ederek çocuğun kendisini Allahlaştırmasını engeller. Eğer evin “büyükleri” çocuğa emek vermek isteyecek kadar yakınsa ve çocuğun varlığı onlara da yorgunluktan çok canlılık, neşe veriyorsa, o zaman çocuğun omnipotansını babaanneye aktarması mümkün olur. Bu durumda çocuğun bu sistemde görebileceği zarar azalır. Çocuk daha büyümüş, daha gerçekçi, yok edici öfkesini daha geride bırakmış, sevme kapasitesi daha yüksek bir insan olma şansı bulur.
Çocuk omnipotansını aktaracak bir sevgi nesnesi bulamadığında, dışarıdan bakıldığında belli gelenek kalıplarına uyabilen ve belli bir işlevsellik oluşturabilen, ama yakından bakıldığında özellikle özel hayatında çok öfkeli, kıskanç, çok fazla korkusu olan, sevme kapasitesi düşük bir insan olacaktır. Bu insanlar için geleneksel kalıplar, o kalıplar içinde tarif edilmiş işlevler, ilişkiler ağı ve ölüm, doğum, evlenme gibi önemli hayat olayları sırasında gerçekleştirilen dayanışma koruyucu bir kılıf oluşturur; onları hastalanmaktan korur, onlara bir yaşam alanı sunar. Böyle bir sistem içinde yaşayabilen bir insan için geleneklere uymak kaçınılamayacak bir durumdur. Bu sistemin dışında yaşayan insanların gözünde bu töreler -kan davası, töre cinayetleri gibi- çok ilkel veya çok acımasız olarak görünse de, bu sistemlerin gerçeği budur. İnsan, ruhsal varlığını ayakta tutmak için bu kadar ihtiyaç duyduğu ve dışında kalamayacağı bir sistemin doğrularına uymak zorundadır.
Anlaşılacağı gibi, geleneksel ataerkil aile sisteminin çocuksu, korkuları çok fazla olan, bireyleşme aşamasına gelememiş, kendi anne babasının beklentilerine göre yaşamaya çalışan anne babaları 18. aya kadarki bebeklik ve çocukluk dönemi için çok uygun bir büyütme ortamı oluşturamıyor. Anne babanın oluşturabildiği ya da oluşturamadığı her şey çocuğun kaderinde yer alacak, çocuğun özellikleri olarak sürecektir.
Her toplumsal yapı kendi aile sistemini oluşturur ve kendine uygun, kendine benzeyen insan yetiştirir. Bu anlamda insanlığın şizoid, paranoid, depresif, histerik ve narsisistik dönemleri olmuştur ve bu kişilik özelliklerinde kuşaklar yetiştirilmiştir. Bir insanın kişilik sorunları çağının sorunları ile uyumluysa, o sorunlar toplumla bir çatışma yaratmaz. Bugün biz narsisistik bir çağda yaşıyoruz ve insanların daha güzel, daha zengin, daha popüler olmak için yaptıkları şeyleri yadırgamıyoruz. Aynı şeyleri yapan insanlar uygarlığımızın başka dönemlerinde ayıplanmıştır.
Geleneksel ataerkil aile sisteminde büyüyen çocuklar çekingen, korkak, deneme cesareti gösteremeyen kişiler olmuş ve bir yandan da yatırımlarının çoğu fantezi dünyasında kalmış, orada mükemmel olduklarına, her istediklerinin olacağına inanmışlardır. Bu sistemde büyümüş insan, bebek anneliğinin yetersizlikleri nedeniyle ruhsal enerjisi düşük, fantezi dünyasında dönüşümler olamadığı için hayalci, çok korkutularak büyütüldüğü için korkuları fazla olan ve bir dayanışma sisteminde yaşamaya muhtaç, yok edici öfkesi yüksek birisi olacaktır. Bu ruhsal yapılanma cemaatçi bir sisteme çok uygundur çünkü hayat ona daha en baştan itibaren çok tehlikeli olarak tanıtılmıştır.
Gerçekten de evdeki yaşlıların kaprislerine bırakılan bir hayat anne için çok tehlikelidir ve o da bu tehlikeyi çocuğuna öğretmek zorundadır. Bu genel karakter özelliklerinin yanı sıra bu sistemin erişkinleri kendileriyle yüzleşmekten, kendilerini anlamaktan, kendilerini irdelemekten kaçınmaya çalışırlar çünkü çocukluk fantezileri başka türlü ayakta tutulamaz. İç gerçeklik bu şekilde oluşmuşken, dış dünyaya daha ziyade bir dayanışma sisteminin içerisinde kalarak ve kendilerinden beklenen işlevi oluşturmaya çalışarak uyum sağlarlar. Bu dayanışma sistemi bazen anne ve babaya, kardeşlere, akrabalara bağlılık, bazen hemşericilik ve bölgecilik, bazen de bir cemaat olur.
Cemaatçi bir sistemde, cemaat içindekiler “iyi”dir, cemaatin dışı ise tehlikeli ve “kötü”dür. Cemaat sitemi günümüz koşullarında daha önceki dönemlerde klanın üstlendiği işlevi yerine getirmektedir, yani modern bir klandır. Kişi kendisini cemaate ait kılması karşılığında maddi ve manevi anlamda korunur; en azından aç açık bırakılmaz, cemaat içerisindeki dayanışmadan yararlanır. Karşılığında beklenen, cemaatin normlarına ve doğrularına uygun davranmasıdır. Böyle bir sistemde kişi çocukluğunda yaşadığı duruma uygun bir dünya kurmuş olur. Dünyayı çok tehlikeli bir yer olarak algılamaktadır; kendisini doğru idare edemeyeceği varsayılır ve güvenilir ve bilgili bir “büyük” bulunarak ona emanet edilir. Zaten bu insanın aile içerisinde gördüğü ve öğrendiği de budur; anne ve babası da kendilerini ebeveynlerine emanet ederek yaşamışlardır.
Gerçekten de bu aile sisteminde büyümüş bir insan kendisini doğru idare edecek yeterlilikte değildir çünkü zaten hiçbir zaman kendini idare etme fırsatı verilmemiş ve doğru idare etmesi de beklenmemiştir. Büyüklerine itaat etmesi, onlara saygı göstermesi, onların doğrularından sapmaması beklenmiş, dış dünyaya yönelimi kısıtlanmıştır. Bu sebeplerle, çok deneyimsizdir, kendini hayallerine kaptırma tehlikesi yüzünden kolay kandırılabilir ve herkesi kendisi gibi bildiği için saftır. Bütün bu koşullar, bu sistemde büyüyen bir insanı mutlaka bir dayanışma sistemine muhtaç hale getirir.
Böyle baktığımızda, geleneksel ataerkil aile sisteminin “kendini kötü hissetmekten kaçınmak” hâkim duygusu üzerine yapılanmış insanlar yaratacağını söyleyebiliriz. Bütün hayatlarını öfkelerinden ve dış dünyadan korunmak üzerine oluşturacaklardır. Bu sistemde yetişen insanlar genellikle öfkeleri de korkuları da büyük olduğu için bunu dış dünyaya aktaramazlar. Bu insanlar öfkelerini daha çok psikosomatik kanallar üzerinden yaşarlar; öfke, öfke olarak hissedilmez, bedensel rahatsızlıklara dönüşür ve daha çok kişinin kendisiyle ilişkisinin kesilmesine neden olarak yüzeyselleştiren bir etki oluşturur. Genellikle kendilerini anlamakta zorlanırlar; öfkelerini, beklentilerini, arzularını, ihtiyaçlarını fark etmek konusunda ciddi zorlukları vardır. Bu sistemdeki insanların yaşadığı hayat, hayatta kalmayı becermek ve bir mecburiyeti yerine getirmeye çalışmak gibidir. Aynı şekilde, yakınlarını da anlayamazlar, onlardan da işlevlerini yerine getirmelerini beklerler.
Bu sistemde yetişen insanların dış gerçeklikten, otorite simgelerinden duydukları korku çok fazladır. Bu nedenle ya itaatkâr olurlar ya da itaatkârmış gibi görünürler. İtaat, otoriteye saygı ve sevgi içermediği, sadece korku nedeniyle oluştuğu için aslında fırsatçıdırlar. Karşılarındaki insan gücünü kaybettiğinde birden diğer yüzlerini gösterirler. Bu sistemin insanları genel olarak ya karşılarındaki insanın kulu kölesiymiş gibi davranırlar ya da kendilerine öyle davranılmasını beklerler. İlişki biçimleri aidiyet üzerindendir; ya kendilerine ait olunmasını beklerler ya da kendileri birilerine aitmiş gibi davranmak isterler. Bu sistemin yetiştirdiği insanlar bütün bu özellikleri nedeniyle bugünün dünyasına uygun bireyler değildirler. Onlar daha çok eski çağlara, hastalıklar, savaşlar, kıtlıklar nedeniyle hayatta kalmanın çok zor olduğu ve toplumların otoriter sistemlerle yönetildiği dönemlere uygun yapıdadırlar.
Bir toplumun aile sisteminin yapısı o toplumun fertlerinin ruhsal özellikleri, toplumdaki üretim ilişkileri ve bunun oluşturduğu maddi koşullar tarafından belirlenir. Toplumun zihniyetini, genel olarak üretim ilişkileri oluşturur. Örneğin talan üzerine yapılanmış bir toplumun çocuk yetiştirmekten karıkoca arasındaki ilişkiye kadar her ayrıntıya yansıyacak olan zihniyetiyle tarımsal üretim yapan bir toplumun zihniyeti örtüşemez. Aile, tamamen içinde yaşadığı toplumun maddi ve ruhsal gerçekliğinin bir yansıması, tezahürüdür. İçinden çıktığı gerçekliğe uygun çocuklar yetiştirerek de toplumunu yeniden üretir. Bu dinamik içinde örf ve âdetler hem toplumsal zihniyetin uygulanması için bir araç olarak, hem de eldeki insan malzemesiyle yapılabilecek olanın en iyisinin yapılması için oluşur. Zaman içinde zihniyet değiştiği, koşullar ve malzeme daha az korku ve daha fazla sevgi oluşturacak biçimde geliştiği halde örf ve âdetler eskisi gibi uygulanmak isteniyorsa, bu, daha önceki dönemin iktidar ilişkilerini sürdürmekten çıkarı olanların değişmeye ve gelişmeye direnç göstermelerinden kaynaklanmaktadır.
Geleneksel ataerkil aile sistemini anlatırken hem toplumumuzun özellikle kasabalarda ve şehirlerde yaşayan bir kesimi hem de Avrupa’nın kapitalizm öncesi dönemi referans alınmıştır. Bugün bizim memleketimizde bu aile sistemi giderek ortadan kalkmaktadır. Artık dünya eskisi gibi tehlikeli bir yer olarak tanımlanmamaktadır. Hatta dünya artık herkesin evindeki televizyonlardan büyük bir eğlence yeri, kocaman sofralarda herkesin her şeyi yiyebileceği bir panayır alanı olarak tanımlanmaktadır.
Dünyanın eskisi kadar tehlikeli olmaması, eskisi kadar büyük bir dayanışma sistemine ihtiyaç duyulmamasına da yol açar. Artık istenen hayat koşulları babanın iş imkânlarıyla veya toprağının sürülmesiyle oluşturulamayacak, bu şekilde bu panayırın bir parçası olunamayacaktır. Herkes bir yolunu bulup büyük şehre, panayır alanına katılmaya çalışır. Böyle olunca, büyük şehre göç ve yeni iş alanları geleneksel sistemi değişime zorlamaktadır. Bugün Türkiye’de milyonlarca insan büyük şehirlerin varoşlarında, tamamen yeni koşullarda eski geleneksel ataerkil sistemin dönüşmüş biçimlerini yaşamaktadır. Şimdi yaşlılar eskiden olduğu kadar iktidar sahibi değildir. Onların hayat tecrübesi yeni koşullarda bir anlam ifade etmemektedir. Onlar da bunun farkında olarak maddi gücü parayı kazananlara terk etmiş, bakımlarını üstlenen çocuklarının çocukları olmaya razı hale gelmişlerdir.
Büyük aile sistemi yerini yavaşça çekirdek aileye bırakmaktadır. Ancak eskiden örf ve âdetlerin baskısıyla denetim altında tutulan kıskançlık, rekabet, üstünlük mücadelesi bütün ilişkileri sarsarak insanları birbiriyle düşman olacak hale getirmiştir. Şu an geçmişin geleneksel sistemi çökerken, yerine bir şey konamadığı görülmektedir. Böyle olunca, insanlar için bir yandan varlığını sürdürmek üzere kazanç oluşturma gereksinimi, bir yandan yalnızlaşma, bütün değerlerini kaybetme ve çocuklarına laf söz geçiremeyecek hale gelme korkusu büyük bir gerginlik oluşturmaktadır. Bu gerginliğin taşınamayacak boyutlarda olması bir kısım insanda büyük bir yok olma korkusunu ve tekrar dini değerlere tutunma gereksinimini artırmaktadır. Toplumsal yapının çözülmesi ve geleneklerin değerden düşmesi, eskiden örf ve âdetin toplumu bir arada tutan işlevini de dini yorumlara bırakmaktadır.
Böylece geleneksel ataerkil sistemin çökmesinin neden olduğu insan ilişkilerindeki tıkanıklık ve yalnızlaşma insanları dini cemaatler içinde örgütlenerek yeni bir dayanışma sistemi oluşturmaya mecbur etmektedir. Öte yandan, bu kadar yalnızlaşan bir kısım insan da gelecekle ilgili korkularını çok para kazanarak azaltmaya çalışmaktadır. Bunlar, gelecekte karşılaşacakları bütün sorunları parayla çözebileceklerine inanmaktadır. Kısa zamanda büyük para kazanmayı arzu eden bütün insanlar gibi bu insanlar da bozulmaya, insan kandırmaya, haklarından fazlasını istemeye müsait hale gelmektedir.
Görülüyor ki tam bir altüst oluş söz konusu. Böyle durumlarda çocuklar hep ihmal edilir. Bu dönemlerin çocukları, anne babaların çocuklara yeterince ruhsal yatırım yapamadığı koşullarda büyümek zorunda kalırlar. Bu çocuklar kapasitesi düşük, tembel, sorumsuz, çok öfkeli ve hayalci olmaya yatkındır. Böyle dönemlerde karıkocanın da birbirine yatırımı azalır. Kimse kimseden memnun değildir çünkü taraflar birbirlerinden ne bekleyebileceklerini bilememektedir. Bir önceki kuşakta, geleneksel aile sisteminde büyümüş gençlerin birbirlerini anlamak için hiç çaba harcamadan birbirleri için yeni roller tanımlamaya, birbirleri üzerinde duygusal veya maddi bir baskı oluşturarak istediklerini yaptırmaya çalışmaları neredeyse bu aile sisteminin kadın erkek ilişkisinin ana karakteristiğidir.
Böyle olunca, iki kişilik olan bütün ilişkiler, bu arada sevgi ilişkileri de yaşanamaz hale gelir. Sistem kendi içinde son derece otoriterdir. Bu sistemde insanların birbirlerine ruhsal yatırımları, ister karıkoca arasında ister ebeveynlerle arasında olsun, “sevgi ilişkisi”nin karakteristiklerini edinemez. Bu sistem “gerçeklik sevgisi” düzeyine erişmiş insan yetiştiremez. Bir başka deyişle, bireyliğimizden vazgeçmeye mecbur bırakılmakla, karşımızdaki insanı anlamayı ve ona duyarlı olmayı reddetmekle sevmekten de vazgeçmiş oluruz. Bu sistemdeki annenin de bebeğini anlamak ve ona duyarlı olmak yerine onun karnını doyurmayı, altını temizlemeyi annelik olarak tanımlaması ve bebek kiloluysa kendisini iyi anne sayması beklenir. Bebek, karnı doyurulmasına ve altı temizlenmesine rağmen bir problem gösteriyorsa, o zaman sorun ya çocuktadır, çocuk ondan beklenen işlevleri yerine getirmemektedir, ya kaderdedir ya da nazar, büyü gibi sebeplere bağlıdır ve çözüm hocalarda aranacaktır.
Geleneksel aile sistemiyle ilgili söylediklerimden, bu sistemin insanının “demokrasi” kültürüne uygun olmadığı da anlaşılmaktadır. Demokrasi kültürü kendine benzemeyeni de sevmek ve anlamak üzerine kurulmuştur; farklılıklar, farklı olmak demokrasilerde bir dışlanma ve anlaşılamama nedeni değildir. Ayrıca demokratik zihniyet gücün bir tahakküm aracı olarak kullanılmasını, zorlamayı, dayatmayı geride bırakmıştır. İnsanın gönüllü katılımının ve isteyerek yapılan işbirliğinin gerek üretimde, gerek insan ilişkilerinde en yüksek kaliteyi üreteceğinin farkındadır; sevgi, verimlilik, yaratıcılık, kendine özgü olmak ancak bu koşullarda oluşur.