Normal bir insanın hayatında hem kendi bütünlüğünü muhafaza etmek, hem dışındaki dünyaya uyum sağlamak, hem de sözgelimi çocuk büyütmek gibi değişik amaçları kapsayan ve değişik duyguları harekete geçiren yaşantılar vardır. Hayatımızı sadece tamamen yeterli ve hazır olduğumuz alanlarda yaşamıyoruz. Kimimiz iş hayatında, kimimiz karşı cinsle olan ilişkisinde, kimimiz de ebeveyn olarak zorlanıyoruz. İnsanlar, fazlasını yapabilmeyi çok isteseler bile, kişilik yapılanmalarının ve ruhsal malzemelerinin dayattığı sınırlar içerisinde var olmak zorundadır; bu sınırların dışında ise yeterli olamadıklarını ve yerlerini dolduramadıklarını görmek zorunda kalırlar. Bütün bu yaşantılar acı, sevinç, kendine güven, yetersizlik, suçluluk gibi birçok duygu oluşturur. Fakat bu duygular herkeste aynı içerikte değildir. Kimisi yaptığı bir yanlışı insani bir hata olarak değerlendirilirken, aynı durum başka birisi için büyük bir utanma konusu olacaktır. Bu farkı, büyük ölçüde “hâkim duygu” oluşturur.
İnsanın nasıl bir dünyada yaşadığını hâkim duygusu ve bununla beraber duygu dünyası belirler. Yaşadığımız dünya korku dolu bir yer midir, içinde sevgi var mıdır, bizi içine kabul etmekte midir, yoksa her an bizi dışlayacak bir yer midir? Böyle olunca, hâkim duygu insanın birçok tutumunu, dünyaya bakışını ve kişilik özelliklerini belirleyecektir. Örneğin korkuları fazla olan bir insanın çok temkinli olması ve hayatın tehlikelerini gözünde büyütmesi beklenir. Bu insanın ebeveyn olduğunda korkularını çocuğa yansıtmaması, çocuğun bu tutumdan etkilenmemesi ve korkak bir çocuk olmaması beklenemez çünkü çocuğunu fazlasıyla korumaya çalışacak ve kendi korkuları yüzünden çocuğun dünyayı olduğundan daha tehlikeli bir yer olarak algılamasına yol açacaktır. Bu kişi, çocuğun yaşam deneyimini fazlasıyla sınırlar ve ürkek olmasına yol açar. Ebeveyn, çocuğun dış dünyaya yönelmesini geciktirdiği için ebeveyn olarak en uygun büyütme koşullarını oluşturamayacaktır.
İnsanın doğumundan sonra içinden geçtiği üç büyüme dönemine karşılık geldiğini düşündüğüm üç kişilik örgütlenme düzeyi ve bu düzeylerin hâkim duyguları şunlardır: “Kendini kötü hissetmekten kaçınma” (bebeklik çağı), “hayatta kalma dürtüsü” (erken çocukluk çağı) ve “sevgi duygusu” (3 yaş sonrası çocukluk ve erişkinlik çağı).
İnsanların kişilik sistemleriyle ilgili gözlemler arttığında, bazı kişilik sistemlerinin öncelikli olarak insanın dağılmaktan, parçalanmaktan, bütünlüğünün bozulmasından kaçınmaya çalışması üzerine kurulduğunu görürüz. Bu durumda ruhsal yapılanmanın önceliği, tamamen, kendini bir sistem olarak sürdürme amacını gerçekleştirmektir; bütün çaba, yok olmaktan kaçınmaktır. Bu durumda sistem zayıftır ve dengesi her an bozulabilir. Bu, bebeklikteki duruma benzer.
Bebeğin ruhsal alanının, doğum travmasındakine benzer bir biçimde yok olma korkusu ve yok edici bir öfke ile dolmaktan korunması gerekir. Bu travmatik durumun sürüp gitmesi, var olamamak anlamına gelir. Bu nedenle, doğumdan itibaren ruhsal refleksler, bebekte büyük bir gerginlik, benlikte parçalanma ve bununla beraber açığa çıkan yok olma ve hiç olma korkularından kaçınmayı sağlayacak şekilde oluşmuştur. Bebek gerginleşmeye ve korkmaya başladığında annesini istemeye, huzursuzlanmaya ve ağlamaya başlar. Bu belirtiler bebekte yok olma korkusunun başladığını gösterir. Bebeklik döneminde anne, bebeğin kendini kötü hissetmesini engelleme işlevini üstlenmiştir ve bebeğiyle ilişkisi ne kadar güçlüyse, bu işlevi o kadar iyi biçimde yerine getirir. Bebeğin bütün ruhsal sistemi “kendini kötü hissetmekten kaçınmak” üzerine kurulmuştur.
Örgütlenme düzeyinin en basit seviyede olduğu bu kişilik sisteminde bütün çaba, yoğun bir gerginlik, sıkıntı ve yok olma korkusundan oluşan bir duygu karışımından kaçınmaktır. Böyle insanlar ağırlıklı olarak kendilerini öfkelerinin artmasından ve ağır bir değersizlik duygusundan korumaya çalışırlar. Bebeklikte annenin yaptığını, bu kişilerde oluşan kişilik sistemi yapmaya çalışmaktadır. Zaten kaçınmaya çalıştıkları ağır duygular ortaya çıkarsa bütün işlevselliklerini kaybederek çocuklaşır, hatta bebekleşirler. Kendilerini tekrar toparlayana kadar bakıma ve ihtimama muhtaç hale gelirler. Bu kişilik organizasyonuna sahip kişilerde çok fazla haset ve yok edici öfke vardır; yok olma korkusu taşırlar; ruhsal olarak hastalanma riskleri vardır.
Doğal olarak bu insanların öncelikleri kendilerini korumak olduğu için, en fazla donanım ve vericilik gerektiren, hayatın en zor alanını oluşturan sevgi ilişkilerinde yerlerini doldurabilmeleri zordur; eş ve ebeveyn olarak zorlanacaklardır. Dışarıdan bakılınca kendi merkezli, bencil, sorumluluklarını yeterince yerine getiremeyen, rahatına ve keyfine düşkün kişiler olarak görüleceklerdir. Aslında öncelikleri kendilerini gergin, sıkıntılı ve öfkeli olmaktan, yok olma korkularından korumak ve bu nedenle kendilerine iyi gelecek fantezilerini sürdürmek olan bu insanların elinden gelen ancak bu kadardır.
Bir üst kişilik sistemine geçebilmiş insanlarda ise çeşitli ruhsal sorunlar olabilir ama ruhen hastalanma tehlikesinden uzaklaşılmıştır. Bu kişilik organizasyonundaki kişiler bulundukları ortamla baş etmeye, yeterlilik geliştirmeye, dünyanın tehlikelerinin altından kalkmaya ve bunların sonucu olarak da dünyayla uyumlu olmaya çabalarlar. Onlar için yeterliliklerini artırmak, güçlenmek, kendilerini güvence altına alabilmek, “hayatta kalma”yı garantilemek en önemli amaçtır. Bu insanların duygu durumu, annesine bağlanmış, onun sevebileceği bir çocuk olmaya çalışan 2 yaş çocuğu gibidir. Korkulardan kurtulmanın, dünyayı kendileri için daha az tehlikeli bir yer haline getirmenin ve kendilerini güvence altına alabilmenin yolunun donanım sahibi olmaktan, güçlenmekten geçtiği, bu kişilik örgütlenmesindeki kişiler tarafından iyice anlaşılmıştır. Dış dünyayı sevebilmek ancak bu aşamadan itibaren mümkün hale gelmeye başlar çünkü herhangi bir şey bizde büyük bir korku yaratıyorsa ve varlığımızı tehdit altında tutuyorsa onu sevebilmemiz mümkün değildir. Bu kişilik örgütlenmesinin hâkim duygusu, “hayatta kalma dürtüsü“nü gerçekleştirebilmektir.
Normal gelişme koşullarına sahip bir çocuk 3 yaşından sonra anne ve babasını oldukları gibi sevmeye, onların da ihtiyaçları olduğunu anlamaya başlar. Kız ya da erkek çocuğun bu süreçte oyunlarında, fantezilerinde, hayatta üstleneceği rollere kendisini hazırladığını gözleriz çünkü anne babalarının varlığında korkularından kurtulmuşlardır ve artık ruhsal meşguliyetleri gelecekte üstlenecekleri rollere hazırlanmak üzerinedir. Bu çocuklar gelecekte dünya gerçeğinin altından kalkabilecek donanımı oluşturmaya çalışmaktadır. Kişilik sistemleri gereği hayatı sevebilir ve içlerindeki sevgiyi kendilerini geliştirmek, sevdikleri varlıklar için emek vermek, sorumluluk üstlenmek, hayatı ve ilişkileri üretmek için kullanabilirler. Bütün örgütlenmiş sistemlerde olduğu gibi, insanın da ruhsal yapılanması ne kadar zayıf ve tehlikelere açıksa o düzeyde korunma amacı, ne düzeyde güçlü ve sağlamsa o düzeyde üretkenlik, yaratıcılık, verimlilik ve mutluluk amacı öne çıkar. Bu kişilik örgütlenmesinin hâkim duygusu, “sevgi”dir.
Bu aşamada, “kendini kötü hissetmekten kaçınma”ya ve “hayatta kalma dürtüsü”ne duygu ismini vermenin doğru olup olmadığını tartışmak isterim. Adı üzerinde, birisine “kaçınma reaksiyonu”, diğerine “dürtü” demekteyim. Kaçınma reaksiyonu olarak adlandırdığımız tutum güçlü olduğunda ve zihinle denetlenemez bir özellik gösterdiğinde reflekse benzer bir davranışı akla getirmektedir. Gerçekten de, “kendini kötü hissetmekten kaçınma” neredeyse bir refleks gibidir. Bir insanın, her yaptığı şeyin ve her türlü eğiliminin altında “kendini kötü hissetmekten” kurtulma arzusunun yattığını anlaması bu eğilimlerini değiştirmez; bu eğilimler akılla denetlenemez. Reflekse benzer kaçınmayı harekete geçiren, “gerginlik, sıkıntı, öfke ve korku” karışımı bir duygudur. Bu duygunun belirmeye başlaması, derhal bundan kurtulacak yolların aranmasına neden olur. Birçok savunma mekanizması hizmete sokulur ve bu duygu ortadan kaldırılmaya çalışılır. Durum, insan bedeninin acı veren bir uyaran karşısında hissettiğinden farksızdır.
Bu duygu filozoflar, yazarlar, psikoloji ve psikanalizin kurucuları tarafından çeşitli isimlerle tanımlanmaya çalışılmıştır. Buna anksiyete, anguaz, öfke, kaygı, bunaltı, elem gibi isimler verilmiştir. Bu tanımların ve isimlerin hiçbirisinin burada anlatmaya çalıştığım duyguyu tam karşılamadığı kanaatindeyim. Bu duygunun nereden kaynaklandığını ve tanımlanmasını ileri bölümlere bırakarak, kısaca, kendini kötü hissetmeye yol açan duygunun “yok edici öfke” ve “yok olma ve hiçleşme, hiç olma korkusu”nun bir karışımı olduğunu ve bu iki duygunun ortaya çıkmasının büyük bir gerginlik doğurduğunu söyleyebilirim.
Hayatta kalma dürtüsünün ruhsal alana çıkması ise bir duygu aracılığıyla olur. Biz böyle bir dürtümüz olduğunu bu duygu aracılığıyla anlarız. Hayatta kalmamızı tehdit eden her şey bizde korku uyandırır; dolayısıyla korku, hayatta kalma dürtüsünü aktif hale getirir ve bu korku sayesinde hayatta kalmayı becerebiliriz. Bu yüzden, hayatta kalma dürtüsünün, nihai amacı olan hayatta kalma durumunu korku duygusu sayesinde gerçekleştirebildiğini söyleyebiliriz. Bu kişilik örgütlenmesindeki korku, ilk kişilik örgütlenmesindeki yok olma korkusundan farklı olarak “tehlikeler karşısında duyulan korku”dur.
“Gerçeklik sevgisi” olarak da nitelediğim üçüncü kişilik örgütlenmesinde sevginin duygu olarak yöneticiliği net bir şekilde görülür. Bu üçüncü ve en gelişkin kişilik örgütlenmesindeki temel amaç kendimize sevgi içinde yaşayabildiğimiz bir dünya kurmaktır. Çalışkanlık, dürüstlük, adil olmak, hak hukuk bilmek, kimseyi kullanmamak gibi özelliklerimiz bu amaca erişebilmek içindir.
Her bir kişilik örgütlenme düzeyinin hâkim duygusu farklıdır ve hâkim duygu bütün sistemin arka planını oluşturur; her şey bu duygunun zemini üzerinde oluşur, dolayısıyla, devamlı ön planda hissedilen bir duygu değildir. Örneğin bebeksi öfkesi çok fazla olan ve bu sebeple işlevselliği sınırlı, bazen hastalanma riski taşıyan bir insan, içinde oluşan “kendini kötü hissetme” duygusuyla aslında farkında olmadan öfkesinin yatıştırılması için çabalar. Bunu yapan bilinçli kendisi veya zihni değildir, kişilik sistemidir. Aynı şekilde, korkusu fazla olan bir insan birçok tedbir alarak bu duygusunu hiç fark etmeden yaşayabilir, ama aslında hayatı korkusu tarafından yönetilmektedir. Bazen bir duygunun şiddeti bütün ruhsal yapılanmayı tek bir duygu durumuna ve amaca kilitleyebilir. İnsanı başka hiçbir şey hissedemez ve düşünemez hale getirebilir. Sözgelimi yukarda sözünü ettiğim “kendini kötü hissetme” duygusu ya da korku duygusu da şiddetli olduğunda insanı böyle bir duruma sokar; kişi hiçbir işlev göremez hale gelir.