Zihnimizin ve farkındalığımızın arka planını, duygu dünyamız oluşturur. Asıl yaşananlar hep duygulara ilişkindir; her deneyimin rengi, kokusu, tadı duygularla oluşur. Akıl kuru söz ve mantık olarak kalırken, duygular bazen çok rahatsız edici, acı verici ve çok kaçınmak istediğimiz bir içerikte bile olsa, bize ve hayatımıza canlılık ve anlam katar. Hatta daha ileri gidip, duyguların bizi bir robot gibi olmaktan kurtararak canlılığımızı ve hayatımızın anlamını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Duygular, içinde bulunduğumuz durumun iç gerçekliğimiz tarafından nasıl algılandığını, değerlendirildiğini ve yorumlandığını gösteren sinyallerdir. İrademizden bağımsız olarak oluşan iç gerçekliğimiz, üzerinde bir tahakküm ve kontrol oluşturamayacağımız bir “hakikat”tir. Duygular, kaynağını bu hakikatten alır ve bulunduğumuz farkındalık düzeyinde, daha yüzeyde yaşayan bize ve sonradan oluşmuş zihnimize bu hakikatten iletilen yönlendirici ve etkili olacak kapsamda bilgilerdir.
Duygu durumumuz bize içsel gerçekliğimizi ve bununla ilişkili olan dışsal gerçekliği nasıl algıladığımızı gösterir. Örneğin sevinç duygusu bir hazzı yaşadığımızı veya önemli bir kaygı ve endişe sebebinin ortadan kalktığını iletir. Ya da suçluluk duygusu bir sevgi nesnesine zarar verdiğimizi, onun sevgisini kaybetme tehlikesinin oluştuğunu veya beklentilerimize, amaçlarımıza uygun davranamadığımız için gerçekleştirmek istediğimiz amaçlara zarar verdiğimizi bildirir. Böylece içsel gerçekliğimiz durumun değerlendirmesini bir duygu olarak zihinsel alana ve bilince aktarmış olur. Bu haliyle duygular, oluşma sürecinde sözel değildir; söz öncesi dönemden beri var olan, canlı ve yaşayan (deneyimleyen) tarafımızdan gelmektedir. Anne karnında da bebeğin duyguları vardır. Ayrıca anne karnındaki bebeğin annenin duygularını algıladığını söyleyen birçok araştırma vardır.
Bir de düşünen, değerlendiren, tanımlayan tarafımız vardır. Bu tarafımız, bilindiği gibi zihindir. Zihin doğumla beraber gelmez, sonradan oluşur. Bebek, dışındaki dünyayla etkileşimi içerisinde bu dünyanın bir iç temsilini oluşturur; dış dünyayı soyutlayarak içselleştirir. Bu içimizdeki dış dünyaya, zihin diyoruz. Sözel her türlü etkinlik, zihin tarafından gerçekleştirilir. Düşünme yeteneği de zihne aittir; bu nedenle, düşünmenin kelimelere ve kavramlara ihtiyacı vardır. Oysa duygular içsel hakikatimizin dolaysız ifadeleri olduğu için, kişi üzerindeki yaptırımları sözcüklerden ve akıl yürütmeden daha fazla ve etkilidir.
Bir insanın düşünceleriyle duyguları çatışmaya başladığında, duygular aslını, kendisini, düşünceleri ise ona dışarıdan aktarılmış, öğretilmiş olanı temsil eder. Duygu dünyasıyla ilişkisini kesmiş insanların kendilerini bir oyun içerisindeymiş gibi hissettiğini, hem kendilerinin hem de hayatlarının hakikiliğini algılayamadıklarını görürüz. Zihin ile duyguların ahenk içinde çalışması ise, zihin tarafından ve kendiliğinden geçekleştirilemez. Zihnin duyguları bir yerden öğrenmesi gerekir. Bu da ancak, insanın annesinin, bebekliğinden itibaren onun duygu dünyasını hissetmesi ve anlayabilmesiyle mümkün olur.
Öyleyse şöyle bir saptama yapabiliriz: Anne karnını ve doğumu da kapsayacak biçimde, yaşanmış bütün deneyimlerle bir içsel gerçeklik oluştururuz. Bu gerçeklik bize kendisini duygularla belli eder. Bu içsel gerçekliğin örgütlenme biçimleri ise kişilik örgütlenmeleri ve onun bir alt kategorisi olarak da kişilik yapılanmalarıdır. Kişilik yapılanmaları, bütün sistemler gibi önce varlığını sürdürmek, daha sonra da kendini gerçekleştirmek ve üretmek amacındadır. İnsan denilen varlık da öncelikle korunmak, kendini onarmak, bozulan dengesini yeniden tesis etmek, değişen koşullara ayak uydurmak için yeterliliğini artırmak, daha sonra da gelişmek, büyümek ve üretmeyi temin etmek zorundadır. Bunları gerektiği gibi yapabiliyorsa, kişi kendisini canlı, güvende, huzurlu ve doygun hissedecektir. Bu amaçların karşılanması öfkesiz, korkusuz, müsterih ve sevgi dolu olmak gibi bir duygusal durum yaratır. Mutluluk olarak adlandırdığımız, bu duygudan başka bir şey değildir; içsel hakikat açısından her şeyin yolunda olma halidir. Aksi takdirde gergin, sıkıntılı, öfkeli ve korku içinde olunacaktır.
Sonuçta, iç gerçekliğimiz durumu algılamış, yorumlamış ve buna uygun bir tepki oluşturmuştur. Bu tepki ister sevinç, ister üzüntü olsun, bir duygu olarak içimizi kaplar. Dolayısıyla diyebiliriz ki, sistem, kendisi hakkında duygular aracılığıyla bilgilenir. Bu sayede, duygu diliyle zihne iletilen bilgi iç gerçekliğimizin ne durumda olduğunu zihinsel olarak idrak etmemizi ve anlamamızı mümkün hale getirerek kendimizi doğru idare etmemizi sağlar. Bunların sonucunda da, bebeklikten itibaren birikmiş birçok deneyimi, kişilik yapımızın imkânlarını ve sahip olduğumuz malzemeyi kullanarak uygun çözümler ararız.
Ruhsal enerjimizin çok büyük bir kısmı ise, iç gerçekliğimizin dayattığı öncelikli amaçlar için kullanılır. Bu öncelikli amacın ne olduğunu tayin eden duygu, bir insanı anlamakta özel bir öneme sahiptir. Karşınızdaki insanın duygusal dünyasını keşfetmeye çalıştığınızda, bütün davranışlarını ve seçimlerini etkileyen, insanı hayalci, tedbirli veya cesur yapan, arka planda çok etkili bir biçimde çalışan bir duygu olduğunu fark etmeye başlarsınız. İnsanı yöneten bu temel duyguyu, “hâkim duygu” olarak adlandıracağım. Ruhsal yönelimimizin, günlük eylemlerimizin, seçimlerimizin, kendimize kurduğumuz dünyanın niteliklerinin en önemli belirleyicisi, “hâkim duygu”dur. Hayatımızı nasıl bir çizgi üstünde yürüttüğümüzü bu duygu tayin eder; çoğu zaman insanın iç dünyasını oluşturan diğer duyguların ne içerikte ve ne yoğunlukta olabileceğini belirleme gücüne de sahiptir. “Hâkim duygu”, ruhsal yapılanmanın örgütlenme düzeyine göre değişir ve yapılanma amacını gerçekleştirir.
Normal gelişen bir çocuğun hayatının değişik dönemlerinde hâkim duygu değiştikçe, çocuğun duygusal dünyasının da nasıl değiştiğini gözlemek mümkündür. Çocuktaki büyümeyi, en şaşmaz biçimde bu duygusal dönüşümde izleriz. Birçoğumuz büyüdükçe duygularımızın da değiştiğini hatırlarız. Birçok insan, daha önce kıskandığı ve neredeyse yok olmasını istediği kardeşlerini daha sonraları nasıl sevmeye başladığını hatırlar. Oysa kişilik örgütlenmesi bebeksi düzeyde kalan birisi için kardeş kıskançlığı hiçbir zaman tam anlamıyla geride bırakılamayacaktır. Bebeksi kişilik örgütlenme düzeyindeki bir insanın yapabileceği, kıskançlığının hayatı bozmasına izin vermemek, onu denetimi altında tutmaya çalışmak veya belli etmemekten ibarettir.
Bir insanı hangi hâkim duygunun yönettiğini anladığınızda, kişilik örgütlenmesinin düzeyinin ne olduğunu da anlamış olursunuz. Örgütlenme düzeyinin ve buna bağlı yapılanmanın en basit olduğu (bebeksi) durumda amaç ruhsal sistemin çökmesinden, yani akıl hastalığından ve fazla öfkenin neden olduğu ruhsal acıdan korunmakken, en yüksek düzeydeki örgütlenmenin amacı sevgi duygusunu çeşitli biçimlerde tezahür ettirmektir.