Tanrı krallar dönemi

İlkel toplumlardaki klan örgütlenmesi tarımsal üretime geçilmesiyle ortadan kalkmıştır. Üretimin depolanabilir ve satılabilir hale gelmesi bir artıdeğer, yani servet oluşturulmasına yol açmış, bu durum servetin artırılmasını, korunmasını ve dağıtılmasını, yani devlet örgütlenmesini gündeme getirmiş, ortaya krallar çıkmıştır. Devlet örgütlenmesi kapsamında toplumsal iş bölümü artmış, rahip ve memur sınıfları oluşmuş, ordular kurulmuştur. Servet ya sıradan insanların emeğinin büyük kısmının gasp edilmesi ve onlara hayatta kalabilmelerini sağlayacak kadarının bırakılmasıyla ya da çevre ülkelerin fethedilmesiyle artırılmaya çalışılmıştır. Böylece, gücün ve iktidarın sadece hayatta kalmak için değil servet sahibi olmak için de kullanıldığı sınıflı toplumlar tarihi başlamıştır.
İlk sınıflı toplumlarda en alt kesimle en üst kesim arasındaki yüksek hiyerarşi farkı çok belirgindir. Toplumun en üstündeki kral, Tanrı yerine konmuştur; en altta ise hiçbir hakkı olmayan kul vardır. Bir toplumun öfke düzeyi ne kadar yüksekse, hiyerarşik ayrım da o kadar belirgin olur. Üsttekiler her zaman haklıdır ve onlardan hesap sorulamaz, alttakilerin kaderi ise güçlülerin elindedir. Bunun en uç örneğini Azteklerin “Tanrı krallarında” görüyoruz. Bu sistemde herkes kralın Tanrı olduğuna, onun her istediğinin olacağına ve ölümsüz olduğuna inanıyordu. Bu duruma toplumsal bir delilik demek yanlış olmaz. Ben bu durumu, öfke düzeyi çok yüksek olmasına rağmen birbirini amaçsız bir biçimde yok etmeden bir arada yaşayabilen insanların oluşturduğu bir toplumsal yapının en uç örneği olarak görüyorum. Öfke düzeyinin biraz daha yüksek olması toplum içerisinde uygulanan açık bir yamyamlığa yol açacaktır ve bir arada yaşama imkânı kalmayacaktır.
Yok edici öfkesi çok fazla olmasına rağmen insanlık kültürünün nasıl örgütlenmiş olabileceğine dair bir spekülasyon yapmaya kalkarsam, söyleyeceklerim, Mel Gibson’ın “Apocalypto” (2006) filminde anlattıklarına yakın olacaktır. Bu filmde Aztek uygarlığının son dönemleri anlatılmaktadır. Toplumdaki herkes kralın kulu statüsündedir; rahipler ve asiller ayrıcalıklı kullardır. Toplumun üyeleri krala, rahiplere ve asillere karşı tam bir itaat göstermekte, en ufak bir sapma derhal yok edilmelerine yol açmaktadır. Dini bir ritüel kapsamında devamlı insan kurban edilmektedir. Her taraf kan içindedir. Azteklerde kurban edilen insanların etinin yendiği bilinmektedir.
Kral, toplumu tarafından Tanrı olarak görülmektedir ve kralın kendisi de Tanrı olduğuna, ona bir şey olmayacağına, her istediğinin yapılacağına, her istediğinin olacağına inanmaktadır. Kral, aslında topluluk üyelerinin en bebeksi fantezilerinin cisimleşmiş biçimidir ve bu yüzden varlığını sürdürmesi ve ona tapınmak herkesin ihtiyacıdır. Onun yok edilmesi, topluluğun bütün üyelerinin içlerindeki bebekle ilişkisinin kesilmesine ve yaşama motivasyonlarının kaybolmasına yol açacaktır. Toplumun en bebeksi tarafını temsil ettiği için aslında topluluğun en hasta kişisi olan kral, bebeksi fantezi içeriğinin temsilcisi olarak kutsallık duygusunun da somut, gözle görünür taşıyıcısıdır.
Aztek uygarlığı devlet olarak örgütlenmiş ve sınıflı hale gelmiş bir toplumdu. Toplumda köle statüsünde işçiler, sanatkârlar, rahipler ve kraliyet ailesi mensupları vardı; aslında bir “Tanrı kral” devletiydi. Kraliyet ailesi mensupları yarı Tanrı muamelesi görüyorlardı. Bu tip devletler bütün dünyada ilk çağlar boyunca hüküm sürdürmüştür; bildiğimiz kadarıyla en uzun ömürlüsü Mısır uygarlığı olmuştur.
Mısır firavunlarının yetkileri sonsuzdu, emirleri, “Tanrı” emri yerine konuyordu ama bir yandan da sistem içerisinde, mumyalama sanatıyla, Osiris’in öteki dünyadan dönüş ritüelleriyle ilgili aşırı bir meşguliyet vardı. Bundan da, kralın ölümlü olduğunun bir türlü kabul edilemediğini anlıyoruz. Mısır uygarlığının ve dininin en büyük meşguliyetinin ölümle ilgili olması ve devamlı bir ölümsüzlük arayışı, kaybedilmiş omnipotansla ilişkilendirilebilir. Ölümle ilgili bu meşguliyet, ölümlü olmanın kabulü çabasını da ortaya koymaktadır ama sonuçta ölüm bir türlü kabul edilememektedir. Buradaki öfke, Azteklerin öfkesinden daha azdır. Zaten Mısır uygarlığında firavunlar Tanrı yerine konuyordu ama bir de asıl Tanrılar vardı. Firavun Akhenaton zamanında tek Tanrılı bir din bile oluşturulmuş, ama bu din kralın ölümüyle unutulmuştur.
Mısır uygarlığında Tanrı sayılan firavunlarla çoktanrılı bir dini sistem iç içe varlığını sürdürüyordu. Bu anlamda, firavunların insan olmaya razı olup ölümsüzlüğü Tanrılara bırakmaya çabaladıklarını söyleyebiliriz. Akenaton gibi bazı firavunlar kendilerini Tanrı’nın kulu olarak tanımlamışlardır. Bir gelişkinlik ifadesi olan bu tutum toplumsal sistemin yumuşamasını olanaklı kılmıştır. Bu durumda krallar da birer insan olarak meşruiyetlerini Tanrılardan alırlar.
Bütün Tanrı kral devletlerinde savaşların her zaman katliamlarla sürdüğünü, sıradan insanın hiçbir hükmünün olmadığını, umacağı en iyi durumun aç kalmamak olduğunu, kaba gücün neredeyse sınırsız kullanıldığını söyleyebiliriz. Tanrı krallıklar, insanların öfke düzeyinin yüksek olduğu bir aşamanın toplumsal örgütlenme biçimidir ve yönetim de çok serttir. Yüksek öfke düzeyi nedeniyle, üretmek yerine başkalarının ürettiklerine el koymayı ve gaspı öne çıkarır; herkesin hayatı ve malı her an tehlikededir. Bu dönemlerin insanları korkularını azaltılmanın yolunu tam bir itaatte ve dini uygulamaları toplumsal hayatın merkezine koymakta bulmuştur.
Klan örgütlenmesi tarihsel olarak “Tanrı krallar” döneminden önce oluşmuş olmasına rağmen, yukarıda anlattığım Aztek örneğine göre daha az totaliterdir. Acaba bunun, yok edici öfkenin herhangi bir nedenle artmasıyla ilişkisi olabilir mi, diye düşünülebilir. Bana kalırsa klan şefinin, diğer klan üyeleri gibi, günlük hayatında birçok tehlikeye maruz kalması bir omnipotan nesneye ihtiyaç duymasına yol açar ve şef de herkes gibi koruyucu bir Tanrı’ya sığınır; bütün klan koruyucu bir Tanrı’nın kulları, çocuklarıdır. Bu durum totaliterliğin oluşmasını engeller. Halbuki Tanrı krallar sarayda son derece yapay bir ortamda, her istedikleri yapılarak, herhangi bir zorluğa katlanmak zorunda kalmadan yaşarlar. Bu ortamın bebekleştirici ve kişilik gelişimini, ruhsal gelişmeyi durduracak bir etkisi vardır. Bu krallar omnipotanslarını aktaramazlar, dolayısıyla kendi omnipotanslarına inanmayı sürdürürler. Bir sonraki bölümde anlatacağım gibi, omnipotansın aktarılamaması kişiliğin bir üst düzeye dönüşümünü engeller. Bu durumda, böyle bir toplumsal örgütlenmenin yönetici sınıfının aşırı öfkeli ve bebeksi bir hale gelmesi ve neredeyse hastalanması beklenir. Ancak bu toplumsal örgütlenme bütün zenginliğin bir elde toplanmasına yol açtığı için, aynı zamanda yazının, matematiğin, mühendisliğin, güzel sanatların, felsefenin gelişmesine katkıda bulunmuştur.