İlk insan topluluklarını oluşturan atalarımız içlerindeki yok edici öfkeyi yaşadıkları toplumun dışına yansıtarak birbirlerine zarar vermeden yaşamayı becerebilmişlerdi. Böylece bulundukları toplumun dışı/klanın dışı çok tehlikeli bir hale geliyordu ama içerisi güvenli kalmış oluyordu. Dış dünyanın bu kadar tehlikeli hale gelmesi bir arada yaşamayı da bir zarurete dönüştürür ve toplum dışına atılmak, klan örgütlenmesinde yaşayan insanlar için en korkutucu durumdur. Büyük olasılıkla, sürüler halinde yaşayan hayvanların dünyasında da benzer bir durum geçerlidir.
Hayvanların benlik bilinci olmadığı için, sürü içerisinde kendilerini diğerlerinden ayırt edemeyebilirler ama sürü dışında kendilerininkinden ayrı bir dünya olduğunu hissedebilecekleri, kendi türlerine özgü donanıma sahiptirler. Onların da bir arada kalmalarını sağlayan şey sürünün dışındaki dünyaya yansıttıkları öfke olabilir. Fakat bir arada yaşayan hayvanların, insanlardan farklı olarak bir uygarlık geliştirememelerinin nedeni, esas olarak bir kendilik bilincine sahip olmamaları, dolayısıyla kendilerini diğerlerinden ayırt edememeleri, kendilerini bölünmez bir bütünlüğün parçaları olarak algılamaları olabilir. Bu durumda sürü içinde yaşayan hayvanlar, cinsiyetlerine ve güçlerine göre kendilerine anneleri tarafından öğretilen rolü itirazsız yerine getiriyor olmalı.
Sözgelimi annelerinden çok erken dönemde kopmuş ve insanlar tarafından büyütülmüş kedi yavruları kediler dünyasına bir türlü kabul edilmezler. Bu kedilerin diğerleri tarafından devamlı dışlanmaları, onlarda kedilere özgü programın yeterince oluşmamasına bağlanabilir. Anne kediden erken ayrılmak hayvanın canlılığı için bir tehdit oluşturduğu kadar, gelecekte diğer kedilerle anlaşabilmesi, onlarla çiftleşebilmesi için, annenin öğreteceği “kedileşme” eksik kaldığından, hayatı bozan bir tehlikedir.
Klan, kişinin canavarlarca paramparça edilmemesinin, kötü ruhların saldırısına uğrayıp zombiye, canavara veya hiçe dönüşmemesinin, tekinsizlik duygusundan kaçınmanın tek garantisidir çünkü klanı oluşturan insanların öfkesi klan dışına yansıtılmış ve klan güvenli bir alan haline gelmiştir. Bu kadar büyük bir işlev klana çok yüksek bir bağlılığı, itaati gerektirir ve kurallara uyulamaması halinde klan dışına atılma korkusunu üretir.
İlkel bir toplumda bir kişinin zombiye dönüştüğünü veya artık bir canavar olduğunu iddia etmesi, akılca hastalanması anlamına gelir. Bu duruma, bir Kızılderili kabilesinde görülen “wittiko psikozu” örnek gösterilebilir. Wittiko bu insanların mitolojilerinde, buzdan bir kalbi olan ve yiyecek kıtlığı çekilen dönemlerde insan yiyerek beslenen bir yaratığın adıdır. Bu kabilede, psikoza giren bir kabile üyesi kendisinin artık bir wittiko olduğuna inanmakta ve bu hezeyanın etkisiyle yamyamlığa teşebbüs etmektedir. Aslında hasedi fazla olan ve buna bağlı olarak yok edici öfkesi çok artan kişinin haset ettiklerini yiyerek onlar gibi olmak istemesi evrensel olarak bütün psikotik durumların özünü oluşturur. Açığa çıkan orijinal ruhsal enerjinin, bebeksi yok edici öfkenin mahiyeti tam da “wittiko psikozu”ndaki gibidir. Bu kültürde bu özün çok daha açık bir biçimde ortaya dökülmesi, bunu kolaylaştıracak mitolojik öğelere sahip olmasından dolayıdır.
Klan örgütlenmesinin en önemli özelliklerinden biri, “ensest yasağı” (anneler ve oğulları arasında cinsellik yasağı) içermesidir. Ensest yasağına uyulmaması, klan dışına atılmak gibi ölümden beter bir yaptırımla karşılanır. Bu yasak özelde klan şefinin otoritesinin ve hâkimiyetinin, genelde ise çocukların, büyüklerin ve kendi babalarının otoritesini kabul etmeleri anlamına gelir ve himayenin ön şartıdır. Tabular klan örgütlenmesinde öylesine önem taşır ki, tabuyu çiğneyen ilkellerin, yaşadıkları korkunun büyüklüğü yüzünden ruhen hastalanıp öldükleri bilinir.
Klanı bir arada tutan temel ihtiyaç, tek mümkün yaşama alanı olmasıdır; bu yapıyı parçalama riski taşıyan temel dinamikse, üyelerin klan şefine duydukları hasettir; haset, şefi yok etme ve onu yeme fantezilerine yol açar. İnsanoğlunun bir kültür oluşturabilmesi, yansıtılan öfkenin yol açtığı korkunun hasede ağır basmasıyla mümkün olmuştur. Bu anlamda yansıtma, aslında “içeriyi” temizlemek anlamına gelir ve bedeli, “dışarının” kötü ve korkutucu hale gelmesidir. Böylesine korkutucu ve kötü bir dış dünya algısı ister istemez içerideki ortak var oluş koşullarının olabilecek en optimum durumda tutulmasını getirir. Haset edilen kişinin bulunduğu ortama olumlu katkısının olması hasedin kontrolünü kolaylaştır. Fakat haset edilen kişi kin duygusu oluşturuyorsa, haset daha tehlikeli hale gelir. İlkel bir toplum için geçerli olan bu dinamikler, günümüzde normal bir ailede doğan bir erkek çocuğun 3 yaşlarındaki durumunu ifade eder. Bu sebeplerle, ensest yasağı kültür oluşturmanın ön koşuludur ve klanı sürüden ayıran farktır.
3 yaşındaki bir çocuk da öfkesini yansıtır, onun için de dünya tekinsizdir. Canavarlardan, öcülerden, cadılardan korkar. Geceleri korkarak anne babasının yanına gelir. Ev, anne babanın yanı tek mümkün yaşam alanıdır. Tıpkı klan üyesinin durumunda olduğu gibi, erkek çocuğun da babasına hasedi vardır; bir yandan ondan kurtulmak istemektedir, bir yandan da çok fazla ihtiyaç duyar. Bu durumda erkek çocuk annesine olan dürtülerinden vazgeçerek onu babasına bırakmak zorunda kalır. Sonuçta, çocuk ancak dürtüsel yatırımını annesinden çekebildiğinde dış dünyaya yönelir, okula sorunsuz gidebilir, arkadaş edinebilir, normal, sağlıklı bir insan olma yoluna girer, insanlık kültürünün iyi işleyen bir parçası haline gelir ve arkadaşlarından oluşan bir dünya kurması mümkün olur. Evde babanın olmaması ya da otorite kuramaması, çocuk için koruyucu bir işlev üstlenememesi, annenin eşinden çok çocuğa düşkün olması gibi nedenler bu normal büyüme ortamını bozarak çocukta, başta dış dünyaya yönelememek olmak üzere çeşitli sorunlara yol açar. Bunun anlamı, çocuğun insanlık kültürünün temel dizgelerini içselleştirememekte olmasıdır.
Dünyanın tehlikelerle dolu bir yer olduğu algısı tarih içinde yüksek bir bağlılık içeren, dayanışmacı, ancak katı kuralları olan sistemler kurularak dengelenmeye çalışılmıştır. Kabile ve aşiret sistemleri, daha modern çağlarda büyük aile sistemleri ve cemaatler bu niteliktedir. Kişi, kendisini ait olduğu kabilede güven içinde hisseder çünkü oradaki kurallar, uyulduğunda sistem içinden kimsenin kendisine zarar vermemesini sağlamaktadır. Bu durumda bütün sorun kabile veya büyük aile dışındaki dünyayla ilgilidir ve orasıyla da zaten bütün aile, hep birlikte baş etmeye çalışılmaktadır. Ayrıca böyle bir sistem içinde kişi hem bazı haklar kazanır hem de sorumluluklar üstlenir; sisteme verdikleriyle aldıkları bir denge oluşturur; sistem, karşılıklılık üzerine oturur. Bu karşılıklılık kişiye, varlığını doğru bir çizgide tutma imkânı sağlar.
İnsanların dış dünyaya ilişkin korkularından dolayı birbirlerine çok bağlı oldukları sistemler aynı zamanda üyelerinden tam bir itaat bekler; neredeyse bireysellik yok sayılır, kişi her emre uymak zorundadır. Kiminle evlenmesi isteniyorsa onunla evlenecek, kimi öldürmesi isteniyorsa gidip onu öldürecektir. Çiftler öncelikle büyükleri memnun etmekle, onların emirlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Birbirleriyle ilgili sorumlulukları daha arka plandadır.
Bir toplumun dayanışma ihtiyacı beraber yaşamanın incelikli örf ve âdetlerini yaratmaya yol açsa da, temel mesele aslında korkuyla ilgilidir. Elbette bunların bir kısmı gerçekçi korkulardır. Açlığın, kıtlığın, salgın hastalıkların insanları kırıp geçirdiği çağlarda dayanışma ihtiyacı da artmıştır. Günümüzde sağlıkta, asayişte, sosyal güvenlik sistemindeki gelişmeler bu korkuları ve bununla beraber toplumsal dayanışmayı azaltmıştır.