Sistemin aklı

Hâkim duygunun kişiliğin parçalanmadan ve bölünmeden tutarlı bir bütünlük taşımasını, kişilik sisteminin kendi gerçeğine en uygun verimliliği yakalamasını mümkün kılması bize, kişilik örgütlenmelerinin kendine göre bir “akıl” taşıdığını düşündürmektedir. “Sistemin aklı” diyebileceğimiz bu unsur, sistemin iyi olma halini sağlamaya ve sürdürmeye yöneliktir. İnsanın kendi iradesi ve değer sistemi, “sistemin aklı” üzerinde hiçbir zaman egemenlik oluşturamaz. Çoğu zaman deneyimlerle şekillenmiş olan ve zihinden tamamen bağımsız olan bu yapı, akıldan daha bilgedir. Neredeyse fizik kanunları kadar etkin kanunlar söz konusudur; sistemin kendi gerçeğinden kaynaklanan rasyonalitesi, aklın, değer yargılarının ve zihnin müdahalelerine rağmen hükmünü sürdürür.
İnsanın kendi aklından ve iradesinden daha güçlü, çoğu zaman daha bilge bir “sistem aklı” olduğu düşüncesi, tarih boyunca da birçok metafizik kavramın oluşturulmasına ve kullanılmasına yol açmış olmalıdır. Bu sistemin nasıl oluştuğunu ve nasıl böyle bir işlev oluşturabildiğini tartışmak gerekir diye düşünüyorum.
En ilkel ve bebeksi kişilik örgütlenmesi olan “kendini kötü hissetmekten kaçınma” üzerine düşünmeye çalışalım. Yeni doğan bebek meme emerken veya beslenirken karnını doyurmaktadır ama aslen kendisini daha iyi hissetmeye çalışmaktadır çünkü beslenmek, gerginlik oluşturan bir ruhsal enerjinin deşarjına ve rahatlamaya, bunun sonucunda da “kendisini daha iyi hissetmesine” yol açar.
Ruhsal olarak en ağır problem olan otizmde de benzer refleksler gözlenir. Otistik çocukların dönme ve sallanma gibi birçok davranışı kendini kötü hissetmekten kurtulup anne karnındaki huzuru tekrar yaşama, kendini iyi hissetme amacına yöneliktir. Fakat elbette yeni doğan bir bebek veya otistik bir çocuk davranışlarının anlamını bilmez. Meme emmenin ona neden iyi geldiğine, sallanmanın neden rahatlatıcı bir etki yaptığına dair en ufak bir fikri yoktur; bunu sağlayan, “sistemin aklı”dır. Bu akıl o denli güçlüdür ki, otistik bir çocuğun sallanma ya da dönme isteğini durduramazsınız. Hatta onu anlamayıp engellemeye çalıştığınızda kendini daha da kötü hisseder, anne karnına dönme isteği artar ve daha fazla sallanmaya veya dönmeye başlar. Otistik çocuk ısrarla engellenmeye çalışılırsa, ortaya, çocuğun kendisine de yönelebilen müthiş bir öfke çıkar.
Buradan şöyle bir sonuç da çıkıyor: Demek ki canlılık baştan beri, doğumdan itibaren, anne karnı ile kıyaslandığında bir mutsuzluk kaynağıdır, kendini kötü hissetmeye müsait bir durumun oluşmasına yol açar ve biz hep bu olasılıktan kaçmaya çalışırız. Bu, bir fizik kanunu gibi, bir refleks gibi etkili ve durdurulamaz bir eğilimdir. Kendini kötü hissetmek olarak adlandırdığım durumda ortaya çıkan korku, gerginlik, sıkıntı ve öfke karışımı duygu da tabiatı gereği bundan kaçınma çabası oluşturur.
Doğum, insan yavrusunda büyük bir ruhsal altüst oluşa sebep olur. Bebek doğum sırasında kendisini “hiç olmuş”, “yok olmuş” hisseder. Fakat kedi ve köpek gibi evcil hayvanların yeni doğmuş yavrularını gözlediğinizde, onlarda doğum travmasına rastlamazsınız. Yavrular acıkmayla ilgili bir gerginlikten kaçınmayı bilir gibi davranırlar. Karınları doyduğunda sanki anne karnındaymış gibi yaşamayı sürdürürler. Dış dünyayı yavaşça fark ederler ve dünya onlarda korku yaratmaz, sanki hep oradaymış gibi davranırlar. Halbuki insan yavrusunun dengesi çok kolay bozulur ve yeni doğan bebeğin annesine ihtiyacı sadece doyurulma, bakılma içerikli değildir; anneye gerginliğin ortadan kaldırılması gibi ruhsal bir ihtiyacın da olduğu gözlenir. Bebeğin dengesinin çok kolay bozulmasından dolayıdır ki, insan yavrusu kendini kötü hissetmekten kaçınmayı ustaca, bir refleks kadar etkili bir biçimde kullanmayı öğrenmek zorunda kalmıştır. Eğer bebek bu ustalığı edinemezse, büyük olasılıkla canlılığını sürdüremez, bağışıklık sistemi çöker ve bir sebeple ölür.
Bebek iyi bir annelik alıyorsa, büyüdükçe gelişir. Bunu sağlayan, bebeğe bakan kişilerin, özellikle annenin bebeği koruyan ve duyarlılık içeren tutumunun bebek tarafından içselleştirilmesidir. Anne, daha baştan itibaren bebeğe gösterdiği duyarlılıkla onun kendisini kötü hissetmesini engellemeye çalışır, yani bebeğin doğal sistemine uygun davranır. Annenin bebeğe karşı hissettikleri arasında onun mutlu, huzurlu ve iyi olmasını dilemek ve bunun gereklerini yerine getirmek vardır. Böylece bebek, annenin kendisiyle kurduğu ilişkiyi bütünleşme döneminde -bebekliğin 6. ayı ile 9. ayları arası- içselleştirir ve kişilik örgütlenmesinin travmadan korunma refleksine uygun bir etki, içselleştirilmiş annelik olarak bebeğin yapısına eklenmiş olur. Bu sayede bebek, büyüdükçe çocuk ve erişkin de kendisini mutlu, huzurlu ve doygun bir durumda tutmaya çalışır. Normal koşullarda hayatı boyunca da ustalaşarak bu tutumunu sürdürür. Bir anlamda kendisine annelik yapmayı sürdürür.
Annenin tutumunun doğru bir sistem aklının oluşmasında ne derece önemli bir rolü olduğunu, ağır problemli insanlarda görürüz. Böyle insanlar kendilerini huzurlu, mutlu, güvenli olacak şekilde idare edemezler. Anne zamanında bu rasyonaliteye uygun davranamamışsa, insan da sürekli kendisinde gerginlik oluşturacak şekilde yaşar.
Yirmili yaşlarının sonlarındaki bir erkek hasta, devamlı kendisini başkalarıyla kıyaslıyordu. Başkalarının özellikleri ve sahip oldukları gözünde büyüyor, kendini ise devamlı yetersiz ve eksik buluyordu. Bu hasta, bu özelliğiyle intihar düşünceleri taşıyor ve acı çekmekten bıktığını söylüyordu. Hastanın devamlı hasedini kaşıyarak yaşaması ve kendini haset içinde yanar bir hale getirmesi ona yardım etmeyi çok zorlaştırıyordu. Hastanın kendisini devamlı kötü hissettiren yapısı son derece dikkat çekiciydi. Annesi, bütün çocukluğu ve gençliği boyunca oğlunu başkalarıyla kıyaslayarak terbiye etmeye, devamlı yeğenleri, komşu çocuklarını örnek göstererek oğlu üzerinde bir baskı oluşturmaya ve böylece onun daha başarılı olmasını sağlamaya çalışmıştı. Hasta da aynı tutumu, kendisinde sürekli bir gerginlik, öfke ve haset oluşturmasına rağmen, annesinin kendisiyle kurduğu ilişki biçimini devam ettiriyordu. Bu örnek, annenin tutumunun kişilik yapılanmasını yöneten “sistem aklının” oluşmasında ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.
Kişilik sistemlerinin genel işleyiş biçimi, varlığını sürdürmek ve verimli olmak gibi bir sistem aklını taşır. Bu sistem aklının büyük oranda annenin bebeğini/çocuğunu hayatta tutmak ve korumak, onun iyiliğini istemek, ona verebileceklerini elinden geldiği kadar verebilmek gibi duygu ve isteklerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bebekliklerinde anneyle yeterince yoğun bir ilişki yaşayabilmiş insanlar, annenin iç dünyasının bir parçası olan bu duyguları sezerek içselleştirirler. Bunların bebeklikte içselleştirilmesi, zihinden ve akıldan bağımsız bir biçimde hayat boyu etkili olmalarına yol açar; kişinin kendisiyle ilişkisinin doğal içeriğini oluşturur. Akıl hastalığı düzeyinde problemleri olan insanlarda, kişinin kendisine sevgi ve şefkat duyması anlamındaki sistem aklının ya hiç olmadığını ya çok yetersiz olduğunu görürüz. Hastalığın seyrinde bu özelliğin çok önemli bir payı vardır. Kendine karşı sevgisi ve şefkati olmayan hastalar kronikleşme eğilimi gösterirler. Ayrıca annenin yakın korumasından ve itinasından yoksun büyüyen insanların çok kolay kaza yaptıklarını, kendilerini korumakta çok beceriksiz olduklarını da gözleriz.
Her kişilik örgütlenme düzeyinin temel prensipleri zarardan korunma, hayatta kalma, alabileceğini alma, yapabileceğini yapma gibi ortak özellikler gösterse de, hâkim duygu ile beraber “sistem aklı” da farklılık gösterir. Örneğin belli bir durum karşısında kendini kötü hissetmekten kaçınmak üzere yapılanmış insan ile gerçeklik sevgisi oluşturmuş insan farklı tepkiler verir. Bu iki insanın donanımı, duygusal dünyaları, öncelikleri arasındaki fark kendini herhangi bir olayın algılanmasında, yaşanışında, değerlendirilmesinde ve tepkilerin yansıdığı davranışlarda gösterir. En basitinden, kendini kötü hissetmekten kaçınmak üzerine yapılanmış insan ya başkalarını kabahatli bulmak eğilimindedir ya da kendisini ağır bir biçimde, günahkâr olarak tanımlayacak kadar suçlar. “Gerçeklik sevgisi” geliştirmiş insan ise sorumluluğunu alır ve deneyimi kendisiyle yüzleşme, ders alma ve gelişme için kullanabilir. Bu durumdaki suçluluk duygusu hatanın ağırlığı ve verdiği zarar oranında olacaktır.