VAKA 1
İlk hâkim duyguyu, “kendini kötü hissetmekten kaçınma” olarak adlandırmıştım. Aşağıdaki örnek, bu örgütlenmenin gelişmiş seviyelerine aittir, ilk basamakları ise şizofreniye kadar uzanır.
G., 40 yaşında, evli, erkek bir hasta. Karısıyla birlikte 14 yaşındaki oğullarının durumunu konuşmak için geldiler. Çocuk, evde her istediğini yaptırmak istiyor, istekleri yerine getirilmediğinde öfke krizleri içine giriyor, küfür ediyor, anne babasına saldırıyormuş. Anlatılanlardan, çocuğun dış dünyaya yönelemediği, daha çok evde oturma eğilimi gösterdiği, bu sebeple okul hayatını da sürdürmekte zorlandığı anlaşılıyordu. Okulda da arkadaşlık oluşturmakta, derslere katılmakla zorlanıyormuş. Daha çok evde olduğu ve annesi daha kural koyucu olduğu için annesiyle çok sık kavga ediyormuş ve bu kavgalar annesine küfürlü, sözel ve fiziksel saldırıya kadar varabiliyormuş.
Anne, çocuğun bu halde olmasının sorumlusu olarak babayı görüyor ve babanın küçüklüğünden beri çocuğun her istediğini yapmaya eğilimli olduğunu, çocuğa hiç kural koyamadığını, bütün kuralları kendisinin koymak zorunda kaldığını, bütün gün çocuğun isteklerine, sorumsuzluklarına kendisinin muhatap kaldığını ve “hayır” diyen kişi olarak çocuğun gözünde evdeki “kötüyü” temsil ettiğini anlatıyordu.
G., aile içinde otorite figürü olamadığını kabul ediyor, bu yüzden çocuğunun da zarar gördüğünü artık anladığını söylüyordu. Yine de çocuğu mutsuz gördüğünde buna katlanamadığını, çok üzüldüğünü ve dayanamayıp istediği şeyi yapmaktan kendisini alamadığını ekliyordu. Ayrıca gerek evde, gerek dış dünyada aksamalarını fark ettikçe canının içki istediğini, son zamanlarda içme eğiliminin arttığını, ancak içince gerginliğinin azaldığını ve dinlenebildiğini ifade ediyor ve yardıma ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Bütün bu anlatılanlarla ve çocuğun babasının açık yardım alma talebi dikkate alınarak, seansların erkek ile sürdürülmesine ve gerektiğinde çocukla ilgili olarak da, anne babanın işbirliğini temin etmek üzere bir araya gelinebileceğine karar verildi.
Hasta, babasının arka planda olduğu ve ailenin yönetiminin annesinde olduğu bir ortamda büyümüş. Çocukları olana kadar karıkoca olarak çok iyi anlaştıklarını anlatıyor. G.’nin tüm ilişkilerinde gözlenen karakteristik yapı, karşısındaki kişilerin beklentilerine uygun davranmak ve onları memnun etmek; bunu sevilme ihtiyacına bağlıyordu. İşyerinde her işe kendisinin koşulduğunu ama hakkının verilmediğini, maddi koşullarını zorlayarak karısının isteklerini karşılamaya çalıştığını ama onun istek ve şikâyetlerinin bitmediğini, çocuğunu mutlu etmeye çalıştığını, her istediği oyuncağı almaya ve her istediğini yapmaya uğraştığını söylüyordu. Zaten gençlik yıllarının başlangıcından beri etrafındaki herkesin başı sıkıştığında kendisinden bir şeyler istediğini ekliyordu. Başka bir deyişle, bütün hayatını hem kendisini hem de etrafındaki insanların kendilerini iyi hissetmelerine adamıştı. Bunların karşılığını bulamamış olmaktan dolayı çok mutsuz olduğunu, ayrıca bu tutumunun kendisine, karısına ve çocuğuna zarar verdiğinin farkında olduğunu da belirtiyordu. Değiştirmeye çalıştığı ama değiştiremediği bu tutumun bütün problemlerinin temelini oluşturduğunu, değiştiremedikçe kendisine çok kızdığını söylüyordu.
G., oğlu ve karısı da dahil çevresindeki herkese, aslında onlardan beklediği tutuma uygun davranıyordu; sanki insanları memnun ederse karşılığında insanlar da onu memnun edermiş gibi bir farz ediş içindeydi. Bu özelliği, kişilik yapılanmaları “kendini kötü hissetmekten kaçınmak” üzerine kurulu insanlarda görürüz; istekleri gerçekleştiğinde kendilerini “iyi” hissederler, gerçekleşmediğinde ise çok öfkelenirler. Hastanın duygusal dünyasına bakıldığında, bir bebek gibi her istediğinin olmasını beklediği, isteklerine duyarlılık gösterilmesini sevgi olarak tanımladığı görülüyordu.
Bu yapıdaki insanların bir bebekten farkı, başkalarına onlardan beklediklerini verebilmeleridir ve hayatlarının önemli bir kısmı kendilerine iyi gelecek durumlar tasarlayıp bunları gerçekleştirmeye çalışmak üzerine kuruludur. Tasarladıkları şeyleri gerçekleştirebileceklerine inandıkları sürece kendilerini iyi hissetmeye başlarlar ve bunları yapabilmek için çok fazla borca girmek, diğer sorumluluklarını ihmal etmek sıklıkla içine düştükleri açmazlardır. Fakat kendilerini kötü hissetmekten kaçınabilmek için yaptıkları birçok şey daha sonra büyük sıkıntılar oluşturur.
G. de bir yandan kendisini iyi hissettirecek yollar ararken, diğer yandan karısına ve oğluna iyi gelecek şeyleri oluşturmak için uğraşıyor, böylece onlarla ilişkisini bozmadan, onları da mutlu ederek, fantezilerini gerçekleştirerek yaşamaya çalışıyordu. Bu tutumuyla, karısını ve oğlunu da içerecek biçimde büyük bir içtenlikle, hep birlikte mutlu olmaya çalışıyordu. Hayatında olup bitenleri değerlendirirken bu tutumunda bir yanlış görmüyor, sadece bunun neden bir türlü olmadığını anlayamıyordu. Aslında yardıma ihtiyacı olduğunu söylemesi bu yüzdendi; bu kadar uğraşmasına ve her türlü fedakârlığı yapmasına rağmen neden herkesin birden mutlu olmasını sağlayamıyordu? Eksik bıraktığı neydi? Hastanın kafasındaki sorular bunlardı. Mevcut yapılanmasını, mutlu olacak biçimde sürdürmek istiyordu, değişmek gibi bir niyeti yoktu. Mutluluğun isteyerek elde edilebilecek bir hedef olmadığını, insanın birçok özelliğiyle bunu oluşturduğunu anlayamıyordu.
Hastanın bir bebek gibi, her istediğinin olmasını sevgi olarak tanımladığı dünyasında sözgelimi oğlunun istediği oyuncağı almamak onu sevmemek anlamına geliyordu. Dolayısıyla kendini oyuncağı almaya neredeyse mecbur hissederken göze alamadığı şey oğlunda öfke uyandırmak ve onun tarafından sevilmemekti çünkü kendisi böyle algılıyordu. Diğer taraftan, oğluyla tam bir özdeşleşim içindeydi ve bu yüzden, oğlunun isteğinin yerine gelmemesiyle kendi isteğinin yerine getirilmemesi aynı şeydi. Özdeşleşerek ilişki kurmak, kendisiyle başka insanlar arasındaki farkı tam algılayamamış, ayrışma süreci gecikmiş insanlarda görülen bir ilişki biçimidir. Bu kişiler başkalarıyla ilişki içindeymiş gibi görünmelerine rağmen aslında hep kendileriyle olan ilişkilerini tekrar ederler. Kendilerini acıma duygusu çok kuvvetli, çok iyiliksever, çok merhametli insanlar olarak addederler. Kendilerinden bekleneni yapmaya çok yatkındırlar, bir türlü hayır diyemezler.
İnsanlarla herhangi bir şekilde çatışmaya girmek hastanın korkmasına ve kendisini kötü hissetmesine yol açıyordu. Bu yüzden herkesi memnun edecek, uyum sağlayacak bir yol bulmaya çalışıyor, bu özelliğini de “iyi niyetlilik”, “iyi insan olmak” olarak tanımlıyordu. Halbuki bir insanın çatışmadan bu kadar korkması için, kendi öfkesinin bebeksi düzeyde, yani yok edici mahiyette olması gerekir. Bütün çabalarına rağmen bir türlü insanlarla arasında öfkesiz bir ilişki oluşturamıyor, bunun sonucu kendisini kötü hissediyor ve son çare olarak alkole yöneliyordu. Alkol kullanmayı kendisine yakıştıramamasına rağmen içme isteğini denetleyemiyordu, bunun için kendisine çok kızıyor, ancak içki miktarı giderek artıyordu.
Alkol, bu özelliklere sahip birçok insanda psikolojik acıyı durduracak bir ağrı kesici olarak kullanılır. Öfke, gerginlik, sıkıntı duygusu karışımı olan kendini kötü hissetme durumunu ortadan kaldırarak neredeyse dinlenmeyi, biraz rahat etmeyi ve çoğu zaman uyuyabilmeyi sağlar. Ancak, ruhsal sorunları ruhen büyüyerek çözmek yerine -örneğin isteklerini denetleyerek imkânlarına göre yaşamayı öğrenmek yerine- hissedilmez hale getirmeye yarar. Çoğu zaman içki, kişinin aslında kendisine duyduğu öfkeyi yatıştırma yollarından biridir.
Burada hastanın iki özelliği dikkati çekmektedir. İlkinde, hastanın başkalarından beklediklerini onlara vermek zorunda hissettiğini görüyoruz. Karşılık alamamasına ve özellikle oğluyla pek çok soruna yol açmasına rağmen bundan vazgeçemiyordu. Bu tutumda özdeşleşerek ilişki kurması önemli bir yer tutsa da, ölçüleri kaçmış da olsa, hasta, yakınlarına karşı sıcak duygular hissedebilen bir insandı. İkinci olarak da, hastanın eşine ve oğluna kalıcı bir ruhsal yatırım yapabildiği ve onları hayatında muhafaza edebilmek için çaba içinde olduğu görülüyordu. Hasta bütün problemlerine rağmen onlara karşı bir sorumluluk hissetmekte, yerine getiremediğinde suçluluk duymaktaydı. Bu iki durum, karşımızda kendi içinde bir bütünlük ve tutarlılık taşıyan, iyi organize olmuş bir kişilik örgütlenmesi olduğunu gösterir. Hasta, dünyayla arasında bir alma verme dengesi oluşturmaya çalışmıştı. Kişilik yapılanması bebeksi düzeyde olmasına rağmen hayatın içerisinde kalabilmesini bu özellikleri sağlıyordu.
Ayrıca, hasta duygusal ihtiyaçlarını kabullenmişti ve bağlanmaya, kendince sevmeye ihtiyaç duymaktaydı. Bu tip bir yapı, hastanın hem dış dünyayla hem de iç dünyasıyla ilgili bir “gerçekçi gözün” oluştuğunu gösterir. Bu göz, bekledikleriyle verebildiklerini tartarak ilişkileri belli bir gerçeklik temeli üzerine oturtmaya çalışır ve kişinin yeterli olduğu ölçüde kendine güvenmesini, yeterli olmadığı konularda daha dikkatli ve tedbirli olmasını sağlar. Kişi ne kadar dürüstse kendisine o kadar güvenileceğini, saygı görmek için saygın olmak gerektiğini kavramıştır. Bu şekilde oluşmuş bir yapı, tutarlı ve iyi örgütlenmiş yapıdır, dengeleri sağlamdır. Her ne kadar bu örnekte olduğu gibi alkolizme eğilim görülse de bu kişilerin akıl hastalığına yatkınlıkları yoktur. Bu tip özellikler “kendini kötü hissetmekten kaçınma” kişilik örgütlenmesinin üst düzeyinde görülür.
VAKA 2
Akıl hastalığı kapısının kapandığı ama kişinin hayatını korkuların belirlediği, bütün yaşam enerjisinin korunma ekseninde kullanıldığı daha gelişmiş, bu kez çocuksu diyebileceğimiz büyümüşlük seviyesi ve bu seviyenin hâkim duygusu, tehlikeler karşısında duyulan korkudur.
35 yaşında bir erkek hasta, iş hayatında ve sosyal yaşamında kendisini verimsiz ve çekingen bulduğu için gelmişti. Akrabalarıyla çalışıyordu ve aralarında bir yandan yüksek bir rekabet ve yarış, bir yandan da dayanışma vardı. Önemli iş toplantılarında, özellikle kendi çıkarlarını koruması gerektiğinde kafasını toplayamadığından, söylemek istediklerini söyleyemediğinden şikâyet ediyordu. Durumunu, “sanki aklımdakiler bir çekmecede ve lazım olduklarında çekmece kilitleniyor, bir türlü erişemiyorum; toplantı bittikten sonra çekmece açılıyor ama bir işime yaramıyor,” diye ifade ediyordu. Bu durumun onda ağır bir yetersizlik duygusu oluşturduğunu, kendisini aptal gibi hissettiğini söylüyordu.
Aynı şekilde, sosyal ilişkilerinde ve özellikle tartışma ortamlarında benzer bir kilitlenmenin olduğunu da ekliyordu. Ayrıca kalabalık ortamlarda, özellikle dikkatler üzerine toplandığında kendisini ifade etmekte ve göstermekte zorlanıyordu; oluşan gerginlik ve heyecan içinde konuşamaz, bazen konuşulanı dinleyemez hale geliyordu. Hasta, insanlarla rekabet duygusu oluşturmayacak şekilde ilişki kuruyordu. Genel olarak uzlaşma noktalarını vurgulayarak, farklılığını silerek ve bir çatışma durumunda karşısındaki insanın bakış açısına adapte olarak davranıyordu. Bu tutumunu suiistimal etmeyen arkadaşlarıyla ilişkisini sürdürüyor, daha rekabetçi ve açgözlü olan diğerleriyle görüşmeyi kesiyordu. Bu yüzden, görüştüğü insan ve arkadaş sayısı çok azdı.
Hastanın hayatının ayrıntılarına biraz daha girildiğinde, kendisi için esas yaşam alanı olan evini her türlü ihtiyacını karşılayacak, sinema için bile dışarı çıkmasını gerektirmeyecek şekilde tanzim ettiği dikkati çekiyordu. Bu haliyle bakıldığında, hastanın varlığını güvence altına alma ihtiyacının diğer bütün ihtiyaçlarından ağır bastığı görülüyordu. Hasta bu uğurda başarıdan, çıkarlarını korumaktan, kendisini gerçekleştirmekten vazgeçerek var oluşunu kısıtlı ama güvenli bir alanda tutmaya çalışmıştı.
Hasta dört yaşında annesini kaybetmiş, ancak o yaşa kadar annesi tarafından büyütülen sağlıklı bir çocukmuş. Diğer kardeşlerin kişilik özelliklerine bakarak, annenin çocuklarına yeterli bir annelik yapacak kapasitede olduğu anlaşılmaktaydı. Hasta, annesinin ölümünden sonra halası tarafından üç kardeşiyle birlikte halasının evinde büyütülmüştü, ancak kadının çocuklar için uygun bir büyüme ortamı oluşturamadığı anlaşılıyordu. Kadın çocuklarla bir ilişki oluşturamamış, sadece abisinin kendisine verdiği görevi, yani çocuklara bakmayı ve onları korumayı becermeye çalışmıştı. Hasta, annesinin kaybından sonraki çocukluk yıllarının ayrıntılarını hatırlayamadığını, genel olarak okula gitmek istemediğini, canının çok sıkıldığını ve halasının “gürültü etme, koşma, oynama, yapma” gibi ikazlarının kulaklarından gitmediğini söylüyordu. Bir duygu olarak da karanlıkta kalmışlık ve kaybolmuşluk duygusu taşıdığını hatırlıyordu.
Annenin ani ölümünden sonra babanın ayrı bir eve taşındığını biliyoruz. Erkek çocukların babalarını benimsemelerinde ve ona ruhsal yatırım yapabilmelerinde babanın çocukları dış tehlikelerden korumasının önemli yeri vardır. Bu durumda çocuk, ilerde de detaylı olarak anlatacağım gibi, omnipotansını (tümgüçlülüğünü) babaya aktarır. Bu aktarıma uygun ortamı oluşturan şey, babanın sağladığı güvenlik duygusudur. Hasta sadece annesini kaybetmekle kalmamış, koruyucu bir imge olan babayla de ayrı evlerde yaşamak zorunda kalmış, dolayısıyla, kendisini güven içinde hissedebileceği bir aile ortamı kalmamıştı. Annesinden sonra çocukların sorumluluğunu üstlenen kadın (halası), kendisi de çocuksu, geceleri çok fazla korkan, evhamlı bir kadınmış; böylece fazlasıyla kısıtlayıcı, dış dünyayı çok tehlikeli bulan bir büyüme ortamı oluşturmuştu. Bu ortamda çocukların dış dünyaya yönelimi engellenmiş, arkadaşlık ilişkileri kısıtlanmış, sadece akraba çocuklarıyla ilişki kurmasına izin verilmişti.
Baba, denizcilikle uğraşan başarılı bir işadamı ve ailenin tüm iş hayatını ve sermaye birikimini oluşturan kişiydi. Hasta, çocukluğu boyunca babasıyla sık sık buluştuğunu, babanın ona devamlı nasihatlerde bulunduğunu ve hayatı anlatarak öğretmeye çalıştığını hatırlıyordu. Babayla ilgili hatırladığı en önemli özellik onu çok akıllı ve yeterli, herkesle baş edecek güçte görmesiydi. Baba her zaman bütün ipleri elinde tutarmış; bunu işinde çok başarılı olarak, bir yandan devamlı okuyup çalışarak, diğer yandan da çevresindeki insanlara bir şeyler vererek yaparmış. Böylece kimsenin kendisine itiraz etmemesini sağlarmış. “Ne yapar eder, kimsenin kendisinden daha iyi olmasına izin vermezdi,” diyordu hasta.
Hastanın dürtülerini annesinden çekebilmesi için gereken koşullar, onu erken kaybettiği için ortadan kalkmıştı. Normal koşullarda, erkek çocuk 5 yaş civarında annesine dürtülerden arınmış bir sevgi duymaya başlar. Ancak annesine dürtüsel bir ilgiyle bağlı olduğu dönem (5 yaş öncesi) “korku çağı”dır; çocuk kendisini hem babası hem de dış dünya karşısında tehlike içinde hisseder. Babasının, kendisini annesine duyduğu dürtüsel ilgi yüzünden cezalandıracağından korkar. Çocuğun anneyle cinsellik yaşama arzularını içeren dürtüsel ilgisinin yoğun olduğu ve baba tarafından da cezalandırılma korkusu yaşadığı bu döneme, “ödipal dönem” denir. Babanın cezalandırmasından duyduğu korkuya ise “kastrasyon anksiyetesi”-“iğdiş edilme korkusu” denir. Bu vakada, hasta babasının ayrı bir eve taşınmasını ve kendisini terk etmesini bir ceza olarak algılamıştı. Çocuk bir anlamda iğdiş edilmişti; o yüzden hakkını korumaktan, insanlarla çatışma içine girmekten korkuyordu. Ruhsal gelişmenin iğdiş edilme korkusu aşılamadığı için durması, onun kişilik örgütlenmesinin “gerçeklik sevgisi” düzeyine erişmesini engellemişti. Hâkim duygusu, tehlikeler karşısında duyulan korkuydu.
Bütün bu nedenlerle, hastanın kişilik yapılanması hem annenin erken kaybı hem de babasının onları terk etmesi ve babanın diğer çeşitli özellikleri tehlikeler karşısında duyulan korku duygusunun fazla olmasına yol açmıştı. Böyle bir durumda kişilik örgütlenmesi korkuyu en az hissedecek şekilde oluşur. Babanın her konuda en iyi olma arzusu, rakiplerini bir şekilde bertaraf etmeyi becermesi, kendisiyle rekabete girenleri yok etme arzusu çocuktaki baba imgesinin korkutucu yanını iyice ön plana çıkarmıştı.
Baba imgesinin hem korkutucu hem de koruyucu taraflarının bir denge içinde olması çocuğun ödipal dönemden sağlıklı çıkmasını kolaylaştıran bir etkendir. Baba bir yandan çocuğa sözünü dinletebilen ve onun çekindiği, bir yandan da dış dünyada kendisini güven içinde hissetmesini sağlayan bir yapıda olmalıdır; çocuk yanlış bir şey yapmadıkça babası tarafından korunacağını bilmelidir. Babanın korkutucu veya koruyucu herhangi bir niteliğinin eksik olması çocuğun dürtülerini anneden çekmesini zorlaştırır ve çocuk hep bir ceza beklentisi içinde olur, hep en kötü şey olacaktır. Elbette böyle bir erkeğin korkuları çok fazla olacaktır.
Öte yandan, sağlıklı bir baba, çırağının kendisinden daha iyi olmasını isteyen bir usta gibidir. Hastanın babasında bu vasfın hiç bulunmadığını anlıyoruz. Babanın temel özelliklerinden biri, kimsenin kendisinden daha iyi olmasına katlanamamasıydı. Hastanın erkeklerle ilişkisinde babanın bu kişilik özelliğinin belirleyici olduğu görülüyordu çünkü hasta için rekabet ve karşısındakinin hasedinin uyanması son derece büyük bir tehlike duygusu oluşturuyordu. Bütün bu verilerle, hastanın davranışlarını ve hayatını yöneten temel duygunun “hayatta kalma dürtüsü”nün tezahürü olan, “tehlikeler karşısında duyulan korku” olduğu görülüyordu.
Hasta, bütün bu özellikleriyle korku duygusunu en az hissedebileceği şekilde yaşamaya ve davranmaya çalışıyordu. Yaşama alanını bu sebeple kısıtlıyor ve her türlü çatışma olasılığını, kendisini başarısızlaştırarak da olsa hayatının dışında tutuyordu. Başarıyı, karşısındakilerin öfkesinin ve hasedinin artmasına yol açan bir tehlike olarak tanımlamıştı, dolayısıyla başarısızlık neredeyse istediği bir durumdu. Ayrıca, kendisini “bir hiçmiş gibi” algılama eğilimi vardı. Bu yüzden görünmek istemiyor, kalabalıkta aşırı heyecan ve gerginlik duyduğu için performansı düşüyor ve başarısız oluyordu.
Hasta, annesinin ölümünü uzun zaman boyunca kendisini bırakıp gittiği şeklinde algılamış, bu yüzden annesine çok öfkelenmiş, bu da kendisini değersiz hissetmesine yol açmıştı; kendisini “hiç olarak” algılamaya müsaitti. Yaşı büyüdükçe de babasını çok başarılı ve işinde büyük bir usta olarak algıladığı, kendisini ise çok beceriksiz ve başarısız bulduğu anlaşılıyordu. Hastanın değersizlik duyguları, başarıyı taşıyacak ruhsal gücünün olmaması ve başarıyı tehlikeli olarak algılaması bir araya geldiğinde hayatta kalma dürtüsü ağır basıyor ve başarısızlık üretiyordu.
Bu hastada da kendi beklediği davranış biçimini başka insanlara uygulama eğilimi görülüyordu. İnsanlardan beklediği yumuşaklığın karşısında, onlarla rekabet etmesini ve çatışmasını gerektiren durumlarda bile uzlaşma ve bütünleşme çabası ağır basıyordu. Bu durumlarda kendisini fazla uzlaşmacı, fazla yumuşak ve başarısız buluyordu çünkü bu, babasının tutumunun tam tersiydi. Onun yapabildiklerini yapamamak kendisini bir hiçmiş gibi hissetme eğilimini besliyor ve kendisine karşı büyük bir öfke duymasına neden oluyordu. Buna rağmen bu tutumunu bırakmak elinden gelmiyordu çünkü hastayı yöneten “hâkim duygu”, “hayatta kalma” dürtüsüydü ve başarı, üstünlük, para kazanma gibi diğer ihtiyaçlar bu ihtiyacın önüne geçiyor ve gerçekleşemiyordu. Bu hastanın kendisini “hiç hissetme” eğilimi onun en zayıf halkasıydı; bu duyguyu ortaya çıkaran koşullar oluştuğunda kişilik örgütlenmesi bir aşağı düzeye kayıyordu. Bu sefer hasta kendisini kötü hissetmekten kaçınma ağırlıklı bir hâkim duygunun etkisi altına giriyor, işlevselliği bozuluyor, ilişki kuramaz hale geliyordu.
Bu iki örnekte de görüldüğü gibi, “hâkim duygu” bütün davranışlarımızın, tutumlarımızın, seçimlerimizin altındaki en önemli belirleyicidir. Biz farkında olmadan o bizi yönetir.