Majör depresyon adı altında toplanan depresyonlar yoğun bir sıkıntı duygusu, büyük bir karamsarlık, ağır bir günahkârlık duygusu içerir. Bu boyutlardaki bir klinik tablo kişiyi uyuyamaz, iş güç yapamaz, kimseyle ilişki kuramaz hale getirir. Umutsuzluk, çaresizlik, suçluluk duyguları ve buna eklenen sıkıntı duygusu kişide ciddi intihar düşünceleri oluşturur. Yaşanabilecek en ağır kendini kötü hissetme durumlarından birini, bu tip depresyonlar oluşturur. Psikotik depresyonda çok ağır bir öfke, kişinin kendisine yönelmiştir; kaynağı ise sevgi nesnesine karşı duyulan hasettir. Hasedin öfkesi, kişi beklediği kadar iyi olamadığı için kendisine dönmüştür. Ortaya çıkan belirtiler bir yandan hastanın kendisiyle ilgili hayal kırıklığının ve kendisine duyduğu öfkenin tezahürleridir, bir yandan da “iyiliği” yok etmek istediği için günahkârlık duygusudur. Bu öfke, oluşan depresyon tablosundaki intihar eğilimlerinde de görüldüğü gibi, yok edici niteliktedir.
Hastanede çalıştığım dönemde psikiyatri servisine yatırılmış olan bir hasta yemeyi, içmeyi ve konuşmayı reddediyordu. Müthiş bir sıkıntı, gerginlik ve korku içindeydi; bağlandığı yatağında sıkıntısından suya batmış gibi terliyordu. İlaçlarla biraz açılıp konuşmaya başladığında, kendisinin çok günahkâr olduğunu, Peru’daki depremin (o sıralarda Peru’da büyük bir deprem olmuştu) kendisi yüzünden olduğunu, yemek yemeye, su içmeye layık olmadığını, bir an önce ölmesi gerektiğini, aksi takdirde başka felaketlerin de olacağını söylüyordu. Bu tip hastalarda intihar eğilimi çok yüksektir. Bu hastalar, hasetleri yüzünden bütün iyilikleri yok edeceklerini ve çok kötü olduklarını zannederler. 9 aylık bebeğin, annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduğunu anladığında annesine haset ettiği döneme takılıp kalmışlardır ve hasetleriyle annelerine zarar verdikleri duygusuna sahiptirler. Gerçekten de, bahsettiğim hastanın annesi o on aylıkken ölmüştü ve annesinin kendi hasedi yüzünden öldüğünü zannediyordu. Daha sonra teyzeleri ona sadece bakım vermiş ve çocukla bir ilişki oluşturamamışlardı.
Günahkârlık duygusu insanın belli bir gelişim düzeyine geldiğini gösterir. “İyi annenin” ve onunla beraber bütün iyiliklerin yok edilme isteğine, bu isteğin sebep olabileceği “kıyamete” karşı oluşmuştur; başka bir ifadeyle, bir sevgi nesnesine bağlanma kapasitesi geliştirmiş insan yavrusunun kendi hasedine verdiği tepkidir. Eğer bir insanda bağlanma kapasitesi gelişmemişse -örneğin otistiklerde, çocukluk psikozlarında, şizofrenlerde durum budur-, günahkârlık duygusu oluşmaz. Bu durumlarda haset dış dünyaya yansıtılmıştır ve dünya karşısında, dehşete varan boyutlarda bir korku yaşanır. Günahkârlık duygusu ise sevgi öncülü olabilecek bir bağlılığın oluşmuş olmasının işareti sayılabilir ve kişinin kendi hasedinin sorumluluğunu üstlenip bununla ilgili bir azap yaşamaya razı olduğu anlamına gelir. Bu sorumluluğun üstlenilişinde, kendilik sınırlarının da oluştuğunu görürüz. Bu duygudan kurtulabilmenin yolu, hasedin denetim altına alınmasıdır.
Daha hafif geçen bir majör depresyon tablosu tipinde, duygusal içeriğin merkezinde yoğun bir çaresizlik duygusu, karamsarlık, korku ve sıkıntı bulunur. Bu ikinci tip majör depresyonda, kişinin omnipotan fantezilerini sürdürdüğünü, omnipotansını 18. ay civarından sonraki süreçlerde annesine aktaramamış olduğunu görürüz.