Ölüm korkusu, doğum travmasıyla birlikte yok oluşu ve hiçlik deneyimini yaşamış olan insanın duygu dünyasının bir parçasıdır. “Ölüm”, insan olma kaderinin hoşa gitmeyen ama kaçınılmayacak sonu olarak algılanır ve kabul edilmesi en zor gerçekliktir denebilir. Birçok insan için lafta kabul edilebilen ama duygusal düzeyde inkâr edilen bir olgudur. Özellikle “kendini kötü hissetmekten kaçınma” kişilik örgütlenme düzeyinde olan kişiler ölümü gerçek anlamıyla kabul edemezler. Bu düzeyde, insanın inanç sistemi ne olursa olsun, duygu düzeyinde ölüm, yok oluş olarak algılanır. Yok oluş hiçbir canlının kabul edebileceği bir gerçeklik değildir; canlılığın doğasına terstir. Ölüm, ancak sevme kapasitesinin arttığı ve yok olma korkularının ortadan kalktığı üst kişilik örgütlenme seviyelerinde duygu düzeyinde de kabul edilebilir hale gelir.
Bütün canlılarda gözlediğimiz, varlığını ve bedenini koruma duygusu, canlılığın korunmasına hizmet eder. Aslında bu korunma ihtiyacı sadece canlılarda değil, organize olmuş bütün sistemlerde görülür. Maddenin moleküler yapısından mineral kristallerine, devletlere, toplumlara, bakterilere kadar, canlı ya da cansız, her sistemde kendi varlığını sürdürme refleksi vardır. İnorganik, organik dünyada ve daha belirgin olarak hayvan dünyasında neredeyse bir refleks gibi etkin olan bu duygu, insanda daha karmaşıktır çünkü insan, yok oluşu deneyimlemiş bir varlıktır. Yok olma duygusunun en derin biçimini gerçekten yok olarak, bir hiçe dönüşerek doğumda, daha sonra da daha hafif dozlarda bebekliğindeki öfkeli yaşantılar içinde tanımıştır.
Yeni doğan bir bebek ilk üç ayda, yok edici öfkesinin içinde yavaşça oluşan iyi anne imgesini defalarca yok ettiğini, onunla beraber kendisinin de yok olmaya başladığını deneyimlemiştir. Bu durumun “kıyamet” olduğunu bilir. Kronik şizofrenide bu durum tekrar eder; hasta, dünyasını kaybeder ve tamamen fantezi dünyasına çekilir.
Kıyamet deneyimini tanıyan bir varlık olarak insan için ölüm korkusu iki ana unsurdan oluşur. Birincisi, canlı bir varlık olmanın tabiatından kaynaklanan, canlılığın son bulmasından duyulan korkudur; bu, hayatta kalma dürtüsünü harekete geçirir. İkincisiyse, ruhsal olarak “yok olma”, yeniden “hiç olma” korkusudur; aslında ruhsal organizasyonun çökmesi korkusudur. Bu ikinci korku insana özgüdür ve insanlar bunu “delirme”, “çıldırma” korkusu olarak nitelerler. Delirme korkusu aslında ruhsal olarak yok olma korkusudur. Ölüm korkusunun bu ikinci unsuru, yok olma korkusu insanın kişilik organizasyonu ne kadar bebeksiyse, yani ruhsal enerjisindeki öfke oranı ne kadar yüksekse, o kadar fazladır ve bu da ölüm korkusunun büyük olmasına yol açar.
Kişinin ruhsal organizasyon düzeyi yükseldikçe ve ruhsal enerjisindeki yok edici öfke oranı azalıp sevme kapasitesi arttıkça yok olma korkusu da azalır, hatta tamamen ortadan kalkabilir. “Gerçeklik sevgisi” olarak adlandırdığım kişilik örgütlenmesi düzeyine çıkabilen insanlar zaten omnipotanslarını geride bıraktıkları ve hayatı ölüm gerçeğiyle beraber sevebilecek hale geldikleri için, onlardaki ölüm korkusu büyük ölçüde canlılığın korunması içeriğinden ibaret hale gelir. Az sayıda insanın eriştiği bu düzeyde zaten psişik organizasyonun çökme tehlikesi geride bırakılmıştır. Sevme kapasitesi artmış bir insan için ölüm yok oluş olmaktan çıkar. Bunu hissetmek için, herhangi bir dinin sadık bir uygulayıcısı olmak anlamında dindarlığa, klasik anlamda cennet, cehennem ve öteki dünya tasavvurlarına ihtiyaç yoktur. Canlılığını kaybetme korkusu anlamında ise ölüm korkusu elbette her insan için sürer.