İnsanların topluca yaşadığı her birimde, ister köy olsun ister büyük şehir, birlikte yaşamak olarak adlandırdığımız ortam dürtülerin ve yok edici öfkenin denetlenmesinin kabulüyle başlar. Dürtülerin toplumun onayladığı biçimde yaşanması ve ensest yasağı; yok edici öfkenin yansıtılması ve toplumun dışına yönlendirilmesi koşulu; son olarak da bu öfkenin savaşlarla toplumun hizmetine sunulması, uygarlığımızın temelini oluşturur. Kurban törenlerinin veya kurban kesme âdetinin yok edici öfkenin boşaltılmasının en zararsız, hatta faydalı yolu olduğu söylenebilir. Bu öfkenin bir kısmının dış dünyaya yansıtılmasının ise tekinsizlik duygusu yarattığını, elle tutulamayan, gözle görülemeyenden korkmak gibi insanı çaresiz bırakan dehşet verici bir dünya algısına yol açtığını ifade etmiştim.
Uygarlık tarihinin gelişme çizgisi içinde toplumlar yok edici öfkelerini boşaltmanın çeşitli yollarını bulmuştur. Fakat aynı toplum içinde yaşayan insanların birbirlerine karşı yok edici öfkelerinin uyanması da kaçınılmazdır. Uygarlığın bir kuralı olarak, içinde yaşadığımız dünyaya yönelen yok edici öfkemizi denetlemeye çalışırız, böylece yakınımızdaki insanlar için bir tehlike yaratmamış oluruz. Eski çağlarda klan içinde cinayet işleyen kişi toplum dışına atılır, klanı terk etmeye zorlanırdı; bu suç, tabunun çiğnenmesi anlamına gelir. Günümüz dünyasında hapishaneye düşmek de sembolik olarak aynı anlama gelir. Hapishane korkusu sadece kapalı bir yerde kalarak özgürlüklerinden yoksun kalmaktan kaynaklanmaz; mesele, temelde toplum dışına atılarak cezalandırılmaktır.
Böylece başlangıçta, bize dayatılan bir kural olarak öldürmemeyi öğreniriz ve daha sonra da bu kuralı tamamen içselleştiririz. İçimizdeki yok edici öfke ne kadar fazlaysa, bu öfkeden duyduğumuz korku da o oranda artar. Tabuya uymakta ne kadar zorlanıyorsak, kendimizi insanlık dışı ve günahkâr hissetmeye o kadar yatkınızdır. Anlaşılacağı gibi, insanları bir arada tutan dürtünün kaynağında yok olma korkusu ve bu korkuyu kendinden uzak tutma, bunu hissetmekten kurtulma ihtiyacı vardır.
Aslında uygarlık dediğimiz kavramın ölçüsü daha çok yok edici nitelikteki öfkeli dürtünün denetlenmesini, zararsız ve mümkünse yapıcı bir biçimde dışa vurulmasını sağlayacak kanalların, mekanizmaların ne ölçüde oluşturulduğudur. Uygar toplumlarda yok edici öfke ortadan kalkmamıştır; ya dışarıda düşman yaratarak, ya kendi toplumunda “ötekiler” yaratarak ya da doğayı tahrip etmek, hayvanları yok etmek gibi örtülü eylemlerle dışarıya yönlendirilir. Bu anlamda, uygar dediğimiz toplumlarla “uygar olmayan” toplumlar arasındaki belirleyici fark, yok edici öfkeyi yönlendirme mekanizmalarının ne ölçüde oluşturulduğunda ve ne kadar etkin kullanıldığında düğümlenir.
Bu şekilde yapılanmış ve uygarlaşmış varlıklar olarak hepimiz, içinde yaşadığımız dünyayı yok etmekten, kaybetmekten, öfkelendiğimiz kişileri öldürmekten korunmaya çalışırız. Bu hem çok güçlü bir yaptırımın konusudur fakat hem de insanın öfkeli tarafını denetim altında tutabilmesi için gereklidir. Bu anlamda, eğer yok edici öfkemizi benimsememeyi yeterince öğrenecek kadar uygarlaştıysak, bu nitelikteki öfkeyi öfkelendiğimiz kişinin kendisine değil, ona yaptığımız ruhsal yatırıma yöneltiriz; o kişiyi içimizde öldürürüz. Objektif olarak kimseye bir zarar verilmemiş olmasına rağmen, sübjektif olarak bu kişi ya da kişiler hiç değilse bir süreliğine iç dünyamızda kaybedilmiş olur.
Yok edici öfkemizin dünyamızı oluşturan insanları bir süreliğine de olsa içimizde öldürmemize yol açması bizi suç işlemekten korusa da, tamamen rahatlatmaz; sıkıntı, suçluluk ve korku duygusu yaratır. İnsan iç dünyasının fakirleşmesine, tanıdığı insanları içinde öldürmüş olmaya ve yalnızlaşmaya kendini kötü hissederek cevap verir. İnsan ruhunun en derinlerinde taşıdığı kaybolma korkusuyla birlikte yapayalnız kalma ve dışlanma korkuları, iç dünyamızdaki duygusal yatırımlarımızda azalma olduğunda uyanmaya başlar. Sonuçta dünyamızı ruhsal yatırımlarımızla oluştururuz, bunun kaybı, dünyamızın yok olmasına doğru gidiştir. Bir şeylerin kötüye gittiğini hisseden ve buna sıkıntı ve huzursuzlukla tepki verebilen insanlar yok edici öfkelerinin yalnızlaştırıcı etkisine karşı direnmek için çaba harcarlar; kendilerini gözden geçirir, bencilce davranmamaya, haksızlık yapmamaya çalışırlar.
Ruhsal yatırımın dışımızdaki insanlardan çekilmesinin sonucu, insanın iç dünyasının fakirleşmesidir. Sevme ve bağlanma kapasitesi azalır, kişi içsel olarak yalnızlaşır ve hayatı anlamlandırmakta zorlanır. Neyse ki buna yol açan öfke dinebilir ve öfkelendiğimiz kişiye bir süre sonra tekrar yatırım yapmaya başlayabiliriz. Çoğu zaman yok ettiğimiz kişiye karşı suçluluk duygusu hisseder, onu memnun etme ihtiyacı duyarız. Bu tutum, çoğu kez öfkelendiğimiz kişinin aynı hataları yapmasına ve yok edici öfkeyi tekrar uyandırmasına zemin hazırlar. Sağlıklı öfke kişinin ilişkilerini kendisine zarar verilmesini engelleyecek şekilde düzenlemesini ve problemlerin çözümünü amaçlarken, bebeksi öfke (haset) yok etmek, sonra da ona kendini affettirmekle meşguldür.
Yok edici öfke çok büyük olduğunda, kişinin sevgi nesnelerine olan ruhsal yatırımının tamamen yok olması ihtimali vardır. Bu durumda sevgi nesnelerinin içsel temsilleri, yani sevgi nesnesi imgeleri ölür. Buna, kronik şizofrenide rastlarız. Hasta bütün ruhsal yatırımını çektiği ve sonra da yok ettiği için, dış dünyadan tamamen çekilmiştir, tam bir umursamazlık halindedir. Kendi fantezi dünyasında yaşar; fantezilerine tamamen inanmıştır ve hiçbir şey bunu sarsamaz. İnsanın ruhsal yatırımının dış dünyadan çekilmesi, “gerçeklikten” de tam bir kopuş demektir. Kişi temizliğini yapamayacak, sağlığıyla ilgilenemeyecek duruma gelir. Böyle bir insan kültürel birikimlerini kaybeder, bir sokak hayvanı gibi beslenir, sadece soğuktan, sıcaktan korunma becerisine sahip hale gelir.
Öfkesi yoğun olan bir insan başkalarını da kendisinden yola çıkarak değerlendirdiği için, onların öfkelerini de yıkıcı olarak algılar. Bu sebeple de dış dünya onun için son derece tehlikeli bir yer haline gelir. Böyle bir algılama içerisindeyken insan ne kendisini ne de dünyayı sevebilir. Var oluş kaçınılmaz olarak korku ve tedirginlikten ibarettir. Bu durumdaki bir insanın duygusal dünyasında korku ve öfke ağır basar; kendisini rahatlatmasının ve hayatı sürdürmesinin tek yolu, algısını ve gerçeklikle ilişkisini durumuna uygun tutmaktır. Kişi kendisini herkes tarafından sevilecek, iyilik dolu, yardımsever birisi olarak algıladığında insanların ona öfke duymayacağına, böylece dış dünyanın tehlikeli olmaktan çıkacağına inanıyorsa, böyle bir fantezi üzerinden kendisini iyi ve güvende hisseder. Başına gelen birtakım olaylar ona herkesle iyi geçinmenin mümkün olmadığını gösterdiğinde veya bazen iyi geçinmek için ödenen bedel çok ağır olmaya başladığında, kişi kendisini kötü hissetmeye başlayacaktır çünkü fanteziyi ayakta tutmak mümkün olmamakta ve gerçek ortaya çıkmaya başlamaktadır.
İnsanın kendisini ayakta tutmak için kullandığı fanteziler harika ve kusursuz birisi olduğuna, ne yapıp edip istediklerini elde edebileceğine, çok akıllı olduğuna, vazgeçilemez birisi olduğuna inanma içerikli olabilir. Kişi bütün hayatını bu fantezilerden birini sürdürmek üzerine kurabilir. Bu inancını besleyen insanlar onun için “iyi”, sarsanlar ise “kötü” olacaktır. Ancak, içindeki yok edici öfkenin baskısından kurtulmak için böyle bir yol bulmuş olan insan ister istemez kendisine göre bir dünya ve kendilik tanımı yapacak ve bütün hayatını bu dünya içinde yaşayacak, her şeye bu pencereden bakacaktır. Bu durumda dış gerçekliği de kendi algısına göre değerlendirmiş olacaktır.
İnsanın ruhsal dengesini muhafaza edebilmek için fantezilere tutunması bütün çocukluk boyunca kaçınılmaz bir durumdur. Çocuk ruhsal dengesini korumayı beceremezse kendisini bir hiç olarak algılayacak, kendilik gelişimi hasarlı olacaktır. Fantezilere tutunmadan bir denge oluşturabilmek ancak olgunluk çağında mümkün olur. Bu duruma gelebilmek için bebeksi öfkeden arınmış olmak gerekir. Bu gözlemler doğruysa, bütün objektiflik iddialarına rağmen insanoğlunun sübjektif olmaya ne kadar mahkûm olduğunu da görmek gerekir. İnsanlar büyük ölçüde, gerçekliği olduğu haliyle değil, olmasını istedikleri şekliyle algılarlar. Bu tutumun önemli bir savunma olduğu ve kişinin durumuna uygun bir var oluş oluşturmasına hizmet ettiği muhakkaktır. Bu savunmayla, kişi iç gerçekliği korumak adına dış gerçeklik algısını bozmaktadır. Bu, uzun vadede kaçınılmaz olarak hayal kırıklıkları ve başarısızlık olarak geri döner. Anın daha az gerginlik, korku ve öfkeyle yaşanabilmesi için çoğu zaman gelecek feda edilir. Fakat kişi hayal kırıklıklarını ve başarısızlıkları da kendine göre yorumlayarak yine korunmanın bir yolunu bulacak, fantezilerine uygun algısını sürdürecektir.
Yok edici öfkesi fazla olan insanlar zarar vermekten çok zarar görmekten korkarlar. Dış dünyanın bu kadar tehlikeli olarak algılanması, oraya yönelmeyi engeller. Aslında korktukları, fantezilere olan inançlarının sarsılması, dolayısıyla gerçekten çok korkutucu ve rahatsız edici bir kendini kötü hissetme durumunun içine düşmektir. Bu, fiziki bir zarar görmekten daha büyük bir risktir. Yıkıcı öfkesi çok olan insanlarda dışarı çıkmak istememek, insanlarla ilişkiden kaçınmak sık görülen tutumlardır. Bu yapıdaki insanların genellikle istikrarlı bir iş hayatları olmaz. İş hayatının doğal gerginliği, yıkıcı öfkesi bu kadar büyük olan insanlar için katlanılmaz boyutlardadır. Evden işe gitmek, savaşa gitmek gibi gelir.
Kendisiyle başkalarını tam ayıramayan insanın, kendisi çok öfkeliyken herkesi de öyle sanarak onların yok edici öfkesinden duyduğu korku ile yansıtma mekanizması sonucu oluşan korku birbirine karıştırılmamalıdır. Yansıtılan öfkenin içeriği tekinsizlik duygusuna, diğer insanları da kendisi gibi zannetmenin korkusu ise çekingenliğe yol açar. Kendisini başkalarıyla karıştıran çok öfkeli birisi, herhangi bir sorun çıkmaması için uzlaşma eğilimi gösterir, dolayısıyla genel olarak kendisinden beklenenleri vermeye ve yapmaya eğilimlidir.
Yine de çok öfkeli olan insanların evden çıkmak istememelerinde kendilerini başkalarıyla karıştırmaktan kaynaklanan korkunun payı büyüktür. Bu kişilerin tehlike algıları karşılarındaki insanlardan korkmaya, güvenmemeye yol açsa da, kesin bir hüküm söz konusu değildir; anlama ve tanıma çabası sürmektedir. Halbuki yansıtma mekanizması kullanıldığında, kişi kendi yok edici öfkesini karşısındakine yansıtır ve onu düşman olarak görür; bu konuda hiçbir şüphe yoktur. Bütün dikkat, ondan zarar görmemek için ne yapmak gerektiğine yönelmiştir. Yansıtılan yok edici öfke ne kadar büyükse, yansıtılan kişinin özellikleri de o kadar insanüstü, hatta doğaüstü olmaya başlar. Bu durumda karşıdaki kişinin yamyam olduğundan, şeytan olduğundan bahsedilir. Yansıtılan öfke çok büyükse yansıtma nesnesi bir insan değil, dış dünyadır.
Yok edici öfke dışa yansıtılmasa ya da içimizdeki yatırım nesnelerini kalıcı olarak yok etmese bile, sağlıklı ilişkiler kurmaya engeldir. Bu, yapıcı biçimde kullanılabilecek bir enerji değildir. Sonuçta ilişkilerimiz sağlıklı bir karşılıklılık zeminine oturmuyorsa, hayatımızdaki insanları kaybederiz. Tek yanlı ilişkiler kısa ömürlü olur. Karşılıklılığı temin eden en önemli etken, kişilerin birbirlerine yapıcı bir öfke duyabilmesi, bu öfkenin aksamaları düzeltecek biçimde ifade edilebilmesi ve kullanılabilmesidir. Biriken öfke ya ilişkileri yaşanamaz hale getirir ya da bu kişilerden ruhsal yatırımımızı çekmek zorunda kalırız. Bunun sonucu, hayatın fakirleşmesi ve yatırım kapasitesinin azalmasıdır.
Öfkenin fazlalığı ve dolayısıyla yatırım kapasitesinin kaybı orta yaşa gelmiş veya yaşlanmaya başlamış insanlarda yaşamak için kullanılan malzemenin eksilmesine yol açar. Sonuçta ruhsal yatırım derken insanlara bağlanmamızı, onlara dünyamızda bir yer açmamızı, becerebiliyorsak sevmemizi sağlayan ruhsal enerjimizin bu insanlara bağlanmış kısmından bahsediyoruz. Yatırımımızı çektiğimizde, bizim için bu insanların bir anlamı kalmamış olur. Özellikle yaşlanmaya başlamış insanlar yatırımlandıracak yeni insanlar, yeni dostlar bulmakta zorlanırlar. Bu durumda öfkeleri giderek yalnızlaşmalarına, sevme kapasitelerinin azalmasına yol açar. Kişi depresyona yatkın olur, karamsarlık, huysuzluk, bencilleşme kendini gösterir. Yatırım dış dünyadan önemli miktarda çekilirse unutkanlık, dikkat bozukluğu, günlük hayatın gereklerini yerine getirememe gibi, bunama zannedilebilecek belirtiler ortaya çıkar.
Yok edici öfkesi ruhsal yatırımlarına zarar vermiş olan genç insanların sevme kapasitelerinin ve buna bağlı olan yatırım kapasitelerinin düşmesi sonucu narsisistik amaçları ön plana çıkar. Sevme kapasitesinin azalması hayatın anlamlandırılabilmesini engeller. Bu sefer anlam para, rahatlık, şöhret, üstünlük, iktidar gibi narsisistik getirisi yüksek somut hedeflerle oluşturulmaya çalışılır. Sevme kapasitesinde oluşan herhangi bir azalma, daha somut olan narsisistik başarı amaçlarındaki artışla derhal kendini gösterir. Sevginin alternatifi, her zaman üstünlük arzusu olmuştur; insan sevemiyorsa, üstün olmak ister. Üstünlük, insanın mükemmel ve harika birisi olduğuna inanmasını sağlayabilir fakat içinde sevgi hissettiği, yakınlıklar yaşayabildiği anlamlı bir dünya kurmasını sağlamaz.
Her insan hayatının değişik aşamalarında mutlaka birçok sorunla boğuşmak zorunda kalır. Problemler karşısında bozulmadan kalabilmek için yüksek bir kendimizi sevme yeteneğimizin olması gerekir. Ancak o zaman kendimizi sevmemizi imkânsız hale getirecek yanlışlar yapmayız, yapsak da pişman olur, kendimizi toparlamaya çalışırız. Bu özellikler, iyi annelik almış olmakla ilgilidir. Ayrıca eğer insan, annesinin sahip olduğu şeylerden mutlu olduğunu, kaybettiği şeyler için üzüldüğünü deneyimlemişse, kendi kayıplarına karşı da duyarlı olur. Ne kadar öfkelenmiş olursa olsun, nesne kaybından ve yalnızlaşmaktan büyük bir rahatsızlık duyar, bunun iyi bir şey olmadığını duygularıyla bilir.
Anne tarafından yeterince yatırım yapılmamış ya da annenin yatırımının daha çok işine gücüne olduğu insanların çoğu problemlerini küserek, vazgeçerek, unutarak çözebileceklerini zannederler. Durum daha ağır olduğunda, kişinin aldığı annelik daha da azsa ve sahip çıkılma, korunma ve sevgi deneyimi yeterince yaşamamışsa karakter bozuklukları görülür. Bu insanlar sevgi duygusunu yeterince tanımadıkları için duyarsızdırlar, kaybettikleri insanlar için ve insanlara verdikleri zararlar için suçluluk duygusu ve pişmanlık yaşamazlar. Dünyalarının fakirleşmesinden ve yalnız kalmış olmaktan rahatsız olmazlar çünkü her zaman yalnız olmuşlardır; bir insanla büyük bir yakınlığı, bir aileye ait olma duygusunu yeterince yaşayamamışlardır.
Sağlıklı bir bebeklik yaşadıysak, aile olma duygusunu tanıyorsak, ruhsal yatırım yaptığımız varlıklardan yatırımımızı çekmeyi, onları kaybetmeyi bir tehlike olarak algılarız. Bir insanı kaybettiğimiz halde üzülmememiz için o kişinin bize ciddi ölçüde zararı dokunmuş olmalıdır. Yok edici öfkeyi çok artıran durumların ardından gözlenen sıkıntı ve korku duygusunun bir nedeni de budur. Öfke, dış dünyayla ilgili reel bir tehlike oluşturduğu kadar, kişinin iç gerçekliğini canlı, zengin ve kaliteli bir biçimde sürdürebilmesini de tehlikeye sokar.
Kişiliğimiz, öfkenin oluşturduğu tehlikelerden uzaklaştıkça güçlenir ve bu sayede kişilik örgütlenmemiz de değişir. Yok edici öfkesi çok büyük olan bir insan, ne kadar isterse istesin gerçekçi olamaz. O, fanteziler kurmak ve bunlara inanmak zorundadır. Katlanılması çok güç olan yok edici öfkenin ve ona eşlik eden diğer duyguların ortaya çıkması ancak o zaman engellenebilmektedir.