Geleneksel ataerkil aile sistemi dünyada, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmeye başlamasıyla birlikte yerini giderek modern ataerkil aileye bırakmıştır. Modern ataerkil aile sisteminin oluşmasını sağlayan en önemli gelişme, bireyselleşmeyi oluşturan tarihi koşullarda dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacın azalmasıdır. Bireyselleşmenin hızlanması ise ekonomik sistemin rekabet üzerine oturmasıyla ilgilidir. Şehirdeki tüccarların, zanaatkârların ve iş sahiplerinin üretim ilişkilerindeki rekabetçi ve işlerini büyütmeye ve geliştirmeye çalışan müteşebbis tutumları onları dayanışma içerisinde yaşama gereksiniminden uzaklaştırmıştır. Ayrıca şehirlerde, gece ve gündüz koşullarında güvenlik sorununun kırsal bölgelere göre daha hızlı bir biçimde çözümlenmesi, dayanışma sistemlerinin buralarda daha önce dağılmasını sağlamıştır. Bireyselleşmenin artması ve dayanışmanın azalması büyük ailenin dağılmasına yol açmış ve çekirdek aile tarih sahnesine çıkmıştır.
Bu sistemin en temel özelliği, karıkoca ve çocuklardan oluşmasıdır. Bu sistemin ilk oluştuğu yıllarda batı Avrupa’da evlilikler iş ilişkilerinin de gereklerini yerine getirebilecek, servet birikimini ve zenginleşmeyi hızlandıracak seçimler üzerine oturmaktaydı. İnsanlar önce çıkarlarını ve geleceklerini düşünerek evlenmekteydi. Giderek toplumlarda milliyetçilik ideolojisi ağırlık kazanmaya başlamış ve böylesine bir çıkarcılık ve bencillik ahlaken doğru bulunmaz hale gelmiştir. Toplumun (milletin) bütününün çıkarını düşünebilmek, toplum için kendini feda edebilmek yükselen değerler halini almıştır. Modern ataerkil aile sisteminin ilk oluşma dönemlerinde aile kurumu servet birikimi için bir araç olarak algılanıyordu fakat bu dönemin ardından aile, temel amacı iyi birer yurttaş ve asker olabilecek çocuklar yetiştirmek olan bir kuruma dönüşmüştür. Kadınların annelik niteliği öne çıkarılmaya, övülmeye başlanmış, çocukların iyi bir biçimde eğitilmesi için önemli maddi yatırımlar yapılmıştır.
Bu dönemde Avrupa ülkelerinde ilköğrenim zorunlu hale getirilmiş, diller standardize edilmiş, zorunlu askerlik kabul edilmiştir. Avrupa’nın büyük devletleri arasında büyük bir üstünlük mücadelesi yaşanmıştır. Bu üstünlük mücadelesi birinci ve ikinci dünya savaşlarına yol açmış ve yüz elli yıllık bir savaş döneminin ardından üstünlük mücadelesinin sonunun olmadığı, herkesin bundan müthiş zarar gördüğü herkes tarafından anlaşılmıştır. Bu dönemin aile dinamiklerindeki en önemli özellik, çocukların eşlerden daha önemli olmasıdır. Çocukların ulusun geleceği sayılması onlara aşırı bir ruhsal yatırım yapılmasına yol açmıştır. Bu kadar büyük bir ruhsal yatırım ebeveynlerin çocuklara birbirlerinden daha yakın olmasına yol açıyordu. Bu yakınlığa, ebeveynlerin çocuklara yönelik dürtüsel yatırımları da eşlik etmiştir. Sonuç, histeri denen nörotik bozukluğun o çağın hastalığı denecek kadar yaygınlaşması olmuştu.
Savaşın yıkımları dünyanın duygusal iklimini değiştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aile sisteminin birincil amacı karıkoca arasında kalıcı bir sevgi ortamı oluşturmak ve bu ortamda, gelecekte aile oluşturabilecek çocuklar yetiştirmek haline gelmiştir. Çiftlerin esas ruhsal yatırımları birbirlerine dönmüştür. Sanki iki cins birbirinin kıymetini tarihte ilk defa fark etmiş ve aralarındaki, daha önceki yüzyıllarda var olan engelleri aşmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan bu aile sisteminde, karıkocanın birbirleriyle işbirliği yapabilmeleri, her ikisinin de kendi alanlarında hayatın altından kalkmaları beklenir. Her iki taraf için de çocuksuluk ve yetersizlik ilişkiyi tehdit eden ve devamlılığını bozan bir engel oluşturur.
Böylece modern ataerkil aile sisteminde de çeşitli dönemler olduğunu, yüz yıl önceki aile sisteminde, çekirdek aile içerisinde çocukların fazla yatırımlandırılmış olduklarını, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise esas yatırımın karıkoca ilişkisine ve eşlerin birbirine olan yatırımına dönüştüğünü görüyoruz. Bir büyüme ortamı olarak aileyi ele aldığımızda, sözünü ettiğim ve bugün ülkemizde yaygın olarak süren modern ataerkil aile sistemi İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan aile sistemidir.
Modern ataerkil aile sisteminde karıkoca birbirini seçmiştir. Kalıcı bir ilişki kurmaya çiftin kendisi karar vermiştir. Kendi oluşturacakları imkânlarla yaşayacaklardır ve esas sorumlulukları birbirlerine, birlikte oluşturdukları hayata ve çocuklara karşıdır. Bu ilişki biçiminde anlaşamama, birlikte bir hayat kurmayı becerememe halinde ayrılabilmek de baştan kabul edilir. Geleneksel aile siteminde olduğu gibi çiftler daha büyük bir ailenin beklentilerine cevap vermek zorunda değildir.
Modern ataerkil aile sistemini geleneksel ataerkil aile sisteminden ayıran en önemli farklardan biri, modern sistemde karıkocanın birbirleriyle gönüllü işbirliği yapmalarıdır. Bir işbirliğinden bahsedilmesi, her iki tarafın birbirinden erişkin olmayı beklediğini, beraber bir işlev üretmeyi amaçladıklarını ve birbirleriyle yakın temasta olmayı kabullendiklerini gösterir. İki insanın birbirini anlamadan kalıcı bir işbirliği oluşturabilmeleri mümkün olamayacağına göre, taraflar birbirini anlamaya çalışır. Geleneksel sistemin, geleneklerle ve daha çok yaşlı kuşağın beklentilerine uygun olarak oluşmuş kalıp kadın ve erkek rolünün yerine burada beraber oluşturulmuş hayatın gereklerini yerine getirmek için herkesin en avantajlı, en iyi hazırlanmış olduğu alanda elinden gelenin en iyisini yapması düşüncesi vardır. Bu aile sisteminde ideal olan, iki tarafın birbirini tamamlamasıdır.
Modern ataerkil aile sisteminde erkeğin alanı, çocukluğundan beri diğer erkek çocuklar arasında öğrenmeye çalıştığı hayat mücadelesinin alanıdır. Erkek çocuk, çocukluğu ve gençliği boyunca erkek dünyasında kendisine bir yer edinmeyi becermiş olmalıdır. Ancak bunu becerebilen erkekler evlenecek ve kadın ve çocuk sorumluluğu üstlenecek aşamaya gelmiş sayılır. Şimdi kendi cinsi arasında geliştirdiği bu yeterliliği bilgisi, aklı, çalışkanlığı ve emeğiyle birleştirerek evin geçimini üstlenecektir. Kadın ise çocukluğundan beri geliştirdiği özelliklerle bir düzen kurmayı ve o düzeni yürütmeyi öğrenmiştir. Bir genç kızın zevkli olması, kendi emeğiyle kalite üretebilmesi, yaptığı yemekten üstüne giydiği elbiseye, odasının düzenine kadar bu zevki yansıtması beklenir.
Bu aile sisteminin ideal çifti, genç erkeğin hayatın altından kalkacak güçte olması, genç kızın da kaliteli olması halinde oluşur. Genç kızın kendine özgü bir tarz geliştirmesi onun parlaklığını ve kişiliğinin gelişkinliğini gösterir. Erkeğin ve kadının bu kadar net çizgilerle birbirinden ayrılması ve birbirini tamamlamaya çalışması, iki cins arasında farklılığın kabulü anlamına gelir. Bu farklılık bir zenginlik ve birbirini tamamlama imkânı olarak kabul edilir.
Karıkoca ilişkisi beraberce hayatın altından kalkmak olarak tanımlanmaya başlayınca, bir önceki yüzyılın şık, zarif, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan erişilmez kadın olma idealinin yerini pişirdiği yemekle, kurduğu düzenle sevgisini hayata sokabilen, karşılaştığı durumların altından duygusal olarak kalkabilen güçlü ve çalışkan kadın ideali almıştır. Aynı şekilde erkek ideali de değişmiştir; bir önceki yüzyılın kibar, romantik, esprili salon adamı idealinin yerini mücadeleci, cesur, becerikli erkek almıştır.
Kadın ve erkek ideallerindeki bu değişimler romantik ve platonik aşkın yerini dürtüsel aşkın almasına da neden olmuştur. Kadın ve erkek yaşayan, sevgisini emeğiyle tezahür ettiren, etten ve kemikten varlıklara dönüşünce ve hakikileşince, kadın erkek ilişkisi de ete kemiğe bürünmüştür ve bu değişimle beraber karşılıklı doyumla yaşanması arzulanan cinsellik öne çıkmıştır. Halbuki daha önceki aile sisteminde, özellikle Doğu toplumlarında, cinsellik erkeğin ihtiyacı ve kadının vazifesi olarak tanımlanıyordu. Kadının cinsel isteğinin olmaması bir fazilet olarak algılanıyordu.
Modern ataerkil sistemde kadın ve erkek birbirinden farklıdır, ama bu farklılık kategorik değildir; kadın ve erkek eşittir, her iki taraf da önce insandır, sonra kadın ya da erkektir. Her iki cins de aynı sorunsalın altından, kendi uçlarından tutarak kalkmaya çalışan birbirine denk kişilerdir. Bu denklik aynılık, eşitlik anlamına gelmez ama birbirine uygunluk oluşturur. Erkek kendisini eşiyle tamamlamaya çalışmaktadır ve onun mutlu olmasından, halinden memnun olup olmamasından kendini sorumlu tutar. Kadının ve erkeğin farklı olarak algılanması erkekten beklenenlerle kadından beklenenleri de farklılaştırır. Örneğin erkeğin yemek yapmayı bilmemesi bir kusur olarak algılanmazken, bu durum kadın açısından ciddi bir eksiklik olarak telakki edilir. Aynı şekilde, bir kadının korkması normal bulunurken, erkeğin korkması onun eksikliği olarak kabul edilir. Modern ataerkil aile sisteminde istenen kadınla erkeğin eşit olması değil, birbirini tamamlamasıdır.
Aile içinde erkekten ve kadından farklı özellikler beklenmesi, kadın ile erkek arasında rol farklılaşmasına yol açar. Kadın daha çok ailenin iç düzeniyle ilgili roller üstlenirken, erkek dış dünyaya yöneliktir. Kadından, ev içinde aile üyelerinin sağlıklı bir biçimde yaşayabilecekleri, çocukların büyüyebileceği ve kendilerini geliştirebilecekleri bir düzen kurması beklenir. Erkek ise ailenin geçimini temin etmekle, içinde yaşanan ortamın standartlarına uygun olunmasını sağlamakla ve aileyi dış dünyaya karşı korumakla yükümlüdür. Böyle olunca, kadın ve erkeğin sorumluluk alanları paylaşılmıştır.
Evin içinde sorumluluk kadına, dışında erkeğe aittir. Sorumluluk alanları aynı zamanda iktidar alanlarıdır ve herkes kendi alanında son sözü söyleme hakkına sahiptir. Kadınlar evle ilgili kararlar verilirken öncelikli söz hakkına sahiptir. Erkekler de dış dünya ile ilgili kararları verirken son sözü söyler. Genel olarak bütün kararlar birlikte düşünülerek, tartışılarak verilir. Erkek dış dünyada önemli bir karar veriyorsa önce bunu eşiyle paylaşır, onun da fikrini alır, aynı şeyi kadın da kendi iktidar alanı ile ilgili önemli bir karar için yapar. Ayrıca, kadın ve erkeğin birbirleriyle tam bir işbirliği içinde oldukları ve birbirlerini tamamladıkları alanlar vardır. Çocukların büyütülmesiyle ilgili olarak annelik ve babalık böyle bir alandır. Bunlara rağmen, ilişkinin bütününde karıkoca arasında erkeğin ağırlığının daha fazla olduğu hiyerarşik bir ilişki vardır. Erkek, eşiyle ilişkisinde demokratik, çocuklarla ilişkisinde daha otoriter bir aile reisidir.
Modern ataerkil aile sistemini baba yürütür, bu kurallara önce kendisi uyar, sonra bunların karısı tarafından uygulanmasını ve çocuklara da benimsetilmesini bekler, bu nedenle de hiyerarşik bir sistemdir. Çocukların da çocuk olduklarını kabullenmeleri ve anne babaya uyum sağlamaları beklenir. Çocuklara bir yandan çocuk olmanın hakları verilirken, örneğin önce onların ihtiyaçları karşılanırken, en çok onlar korunurken, bir yandan da büyüklerin doğrularını benimsemeleri ve onlara itaat etmeleri beklenir. Sistem çocuklara büyük bir emek ve öncelik tanımasına rağmen kendisini çocuklara uydurmaz; çocukların anne babanın koşullarına ve doğrularına uyum sağlaması beklenir. Bu uyumu sağlamakta zorlanan çocuklar “şımarık” veya “iyi eğitilmemiş” çocuklar olarak algılanır. Modern ataerkil sistemde bu durumun sorumlusu olarak anne ve baba görülür.
Bu aile sisteminde iyi çalışan ve işlevsel bir düzen kurulabiliyorsa, beraberce hayatın altından kalkılabiliyorsa, kadın ile erkek arasındaki sevginin bir tezahürü olarak yoğun ve doyumlu bir cinsellik oluşur. Böyle bir durumda kadının ve erkeğin birbirlerine olan ruhsal yatırımları fazladır. Çocukları birbirlerine olan yatırımlarının bir ürünü olarak algıladıkları ve karıkoca arasında büyük bir yakınlık da oluştuğu için, çocuklar çocuk olarak sevilmektedir. Anne baba, hayatlarındaki en büyük yakınlığı birbirleriyle yaşamaktadır ve hayatlarındaki en önemli insanlar yine eşleridir. Bu ortam kadın ile erkek arasında yoğun bir cinsel çekim oluşturur ve bu, ilişkinin kadın erkek sevgisi olduğunun temel bir göstergesidir. İlişki, yaş ilerledikçe dostluğa doğru dönüşüyorsa cinsel hayatın yoğunluğu azalır. Böyle bir sistemin sağlıklı yürütülmesi, sürekli ve kalıcı, saygılı bir sevgi ilişkisinin oluşturulabilmesiyle mümkündür. Kalıcı bir saygı ve sevgi ilişkisi herkesin kendi yerini doldurması, üstüne düşeni yapabilmesiyle kurulur; erkeğin sistem kurucu, kadının ise düzen kurucu özellikler göstermesi gerekir.
Karıkoca arasındaki, birbirinin sorumluluk alanlarına saygıyı ve hiyerarşiyi de içeren tutum çocuklar için yapılan işbirliğine de yansır. Anne çocukların günlük hayatına ve duygusal ihtiyaçlarına gösterdiği duyarlılıkla çocuklara yakın bir mesafe içindeyken, baba kural koyucu olarak çocuklara biraz daha mesafelidir ve kendisinden çekinilmesini sağlar. Babanın koyduğu kurallar bir yandan çocukların doğru ve düzgün insanlar olarak yetiştirilmelerini amaçlarken, bir yandan da anne ile çocukların arasının “iyi” tutulmasını sağlar. Baba otoritesinin zayıf olduğu durumlarda anneyle çocuklar arasındaki ilişki de bozulur. Anne de çocukların sorunları ve yaşadıkları zorluklarla ilgili olarak babayı bilgilendirir ve babanın çocukların durumunu yakından takip edebilmesini sağlar. Eşler arasındaki işbirliği birbirlerini tamamlamalarına hizmet eder ve bu, ailenin işlevselliğini artırır; ailenin en önemli işlevinin, kendileri de bir gün bir hayat kurabilecek, çocuklarına ebeveyn olabilecek insanlar yetiştirmek olarak tanımlanmasına yol açar.
Kadın ile erkek arasındaki işbirliği annelik ve babalık alanında da yapılabildiyse, çocukların sağlıklı, birbirlerini sevebilen, çalışkan, sorumluluk üstlenebilen insanlar olarak yetiştiğini gözleriz. Bu aile sisteminin temel ideolojisi, hayatın sevgi üzerine kurulabileceğine ve bu sevginin lafta kalmamasının, emekle hayata sokulmasının gereğine inanmaktır. Bu amaç gerçekleştirilebiliyorsa, eşlerin birbirlerine karşı hissettikleri sevginin kalıcı olabileceğine, işbirliği yapmanın büyük bir yakınlık doğurabileceğine dair inançları gelişir. İyilerin, (sevebilenlerin) çalışkan ve sebatkâr olanların sonunda kazanacaklarına, sevgi ile verilen emeğin çok değerli olduğuna, bu yüzden hiçbir şeyin israf edilmemesi, ziyan edilmemesi gerektiğine inanılır, aile sistemine herkes elinden geldiği kadar katkıda bulunur. Ziyankârlık, üretebilmenin tam tersi olarak, yıkıcı bir tutum ve aile üyelerinin emeğine saygısızlık olarak nitelendirilir.
Farklılıkların kabulü ve zayıfların korunması prensipleri, eşitlik kavramından önce adalet kavramına vurgu yapılmasına yol açar. Bu tip ailenin diğer sistemlerden en önemli farkı, ailede en zayıfların en çok korunması, en ihtiyaçlı olanların öncelikle gözetilmesi, en güçlü olanın en fazla yükün altına girmesidir. Aile içinde, hayatın diğer alanlarında olanın tam tersi gerçekleştirilir. Hayat içinde genellikle zayıf olan ezilirken, güçlü olan zayıfları sömürürken ve en avantajlı pozisyondayken, ailede güçlüler en fazla yorulan ve ihmal edilenlerdir. Bu sistemde en fazla fedakârlık yapan, ihtiyaçlarının karşılanmasını en fazla erteleyen erkek olacaktır. Ancak çocukların ve eşin ihtiyaçları karşılandıktan sonra sıra onun ihtiyaçlarına gelecektir. Çocuklara ve daha zayıf olanlara pozitif ayrımcılık yapılması, onların kayırılmasının doğru bulunması adaletin eşitlikten önce gelmesine yol açar. Pozitif ayrımcılık eşitliği bozar ama daha adil bir dünya oluşturur. Bütün bu değerlerle sevgi üzerine oturan bir dünya oluşturulmaya çalışılır.
Erişkinler arasındaki sevgi sözcüklerle değil davranışlarla, tutumlarla hayata geçirilen bir duygudur. Erkeğin karısına duyduğu sevgi ona sahip çıkarak, onun hakkını, hukukunu koruyarak, onun kendisini geliştirmesine yardımcı olarak hayata geçirilir. Kadının sevgisi ise eşiyle beraber bir hayat kurabilmek için emeğini, duyarlılıklarını, bütün birikimini seferber etmesi ve aile ortamının sağlıklı bir yaşama ortamı olmasına ilişkin sorumluluk duygusu üzerinden hayata sokulur. Bu aile sisteminde kişilerin birbirlerine ruhsal yatırımları büyüktür ve kalıcı bir ilişki oluşturmak amaçlanmaktadır. Kadın ve erkek birlikte mutlu veya mutsuz olacaklarını, kişisel mutluluklarının büyük ölçüde özel hayatlarında oluşacağını bilmektedir.
Eşlerin ruhsal yatırımlarının dış dünyadan ziyade büyük ölçüde birbirlerine yönelik olduğu böyle bir sistemde “aile olma duygusu” çok güçlü bir biçimde oluşur. Bu tip bir aile sistemi çocukların anneli babalı büyütülmelerinin amaçlandığı, uzun ömürlü ve kalıcı olması temenni edilen bir kurumdur. Üyeler güçleri ve becerileri nispetinde sorumluluk alırlar. Aile içinde birisi için iyi olan diğerleri için de iyidir; herkes beraber üzülür, beraber sevinir. Bu duygu beraberliğinin sürdürülebilmesi için yalanın, birbirini kandırmanın, birbirine zarar vermenin, sadece kendini düşünmenin yasak olduğu bir sistemdir. Bütün bunlar aileyi bir sevgi ortamı haline getirir. Ancak bu ortamın oluşturulabilmesi için öncelikle karıkocanın birbirini sevmesi gerektiğini, çocukların sevmeyi ebeveynlerinden öğrendiklerini hatırlamamız gerekir. Karıkoca arasında kadın erkek sevgisi olarak tanımladığımız sevgi biçimi yoksa, böyle bir sistemin kurulabilme olasılığı hiç yoktur.
Bu biçimde örgütlenmiş bir aile ortamında anne bebeğini büyütürken ihtiyacı olan desteği öncelikle kocasından bekler. Bebek anneliğinin gerektirdiği, bebeğe yüksek bir dikkatin yoğunlaştırılması ve bebekle kurulan ruhsal ilişki, ancak annenin babadan aldığı sevgiyle uzun süreli olabilir. Aksi takdirde anne yorulacak ve giderek öfkesi artacaktır. Bu durumda annenin ilişki kurma kapasitesi düşmeye başlar ve bebekle kurduğu ilişki ona bakım vermeye dönüşür. Bebek annesinin uzun süreli ve yüksek kaliteli bir emeği verebilmesi için kocasından annelik alması, onunla ilişkisi içerisinde tazelenebilmesi gerekir. Karıkoca arasında böyle bir yakınlık ve işbirliğine en uygun aile sisteminin modern ataerkil sistem olduğu muhakkaktır. Bebeğin babası anneye destek olarak anneyle bebek arasındaki sisteme katılamıyorsa, bebeğin doğumu eşleri birbirinden uzaklaştırır ve bu aile sisteminin temel amacı olan “birlikte hayatın altından kalkma, birlikte üretme” prensibi gerçekleştirilememiş olur. Bu aksama eşlerin yatırımının birbirlerinden çekilmesine yol açar.
Bebeklik boyunca annenin en çok zorlandığı dönemlerden biri, 9-12 ay arasıdır. Bu dönemde huysuzluğu çok artan, ne yapılsa huzurlu olamayan bebek anneyi çok yorar ve zorlar. Ayrıca bu dönemde çocuğun korkuları da çok artar ve uykuları bozulur; anne geceleri de tam dinlenemez hale gelir. Eğer baba, annenin yükünü azaltabiliyorsa ve dinlenmesini sağlayabiliyorsa, annenin yorgunlukla beraber öfkesinin de artması engellenebildiği için, bebeğine yaptığı anneliğin kalitesi düşmez; anne bebeğini taşıyabilir.
Bebek yürümeye başladığında aşırı hareketliliği, her şeyi dağıtması ve her istediğini yaptırtma arzusu ile annede yine büyük bir gerginlik oluşturur. Bu dönemde çocuk çok sık düştüğü ve canını yakacak birçok tehlikeye açık olduğu için annenin çok kısıtlayıcı ve engelleyici olma tehlikesi vardır. Baba, annenin çocuğu koruma refleksinin çocuğun öğrenme ve deneme arzularını azaltmasını engellemeye çalışır. Çocuğun düşmeden, canı yanmadan büyümeyeceğini, annenin buna katlanmak zorunda olduğunu anlatır.
Çocuğun yürümeye başladıktan sonraki birçok gelişme döneminde annenin çocuktan itaatkâr olmasını beklemek, mükemmel olmasını temin etmeye çalışmak, yaşından büyük bir insan gibi olmasını istemek, terbiye etmek için korkutmak gibi hataları olabilir. Her insan gibi annenin de mutlaka sabırsızlık, kolayına kaçma, yüksek beklentiler taşıma gibi eğilimleri vardır. Baba bu durumlarda, eğer kendisi daha az problemliyse, annenin problemlerini görmesini ve denetim altına almasını sağlayabilir. Anne de aynı şekilde, babanın rahatına düşkünlüğü, çocuğun birden büyümesini beklemesi, kendisiyle ilgilenilmesini istemesi gibi taraflarını dengeleyebilmelidir. Karıkoca arasında birbirlerinin problemlerini de aşmalarını sağlamaya çalışan bir ilişki varsa, böyle bir ilişki çocuk büyütme deneyiminden gelişerek çıkar.
Çocuk 3 yaşına geldikten sonra hem kız hem erkek çocuğunun baba ile ilişkisi nitelik değiştirdiğinde, baba artık anne yedeği olarak değil, anneden ayrı ve farklı bir ilişki modelinin temsilcisi olarak ve erkek cinsinden birisi olarak sevilmektedir. Karıkoca arasında dürtüsel bir sevgi ilişkisi varsa, çocukların ruhsal gelişmesi çok kolay olacaktır. Bu durumda erkek çocuk fazla zorlanmadan babası gibi olmaya, kız çocuk annesine benzemeye çalışacak, çocukların çocuk olduklarını kabullenmeleri hiç zor olmayacaktır. Bu çocuklar ailelerini, annelerini, babalarını, kardeşlerini sevebilen çocuklar olacak ve “gerçeklik sevgisi” dönemine rahatlıkla geçebileceklerdir.
Bütün bu anlattıklarımdan, modern aile sisteminin çocuk için ideal bir büyütme ortamı olduğu görülmektedir. Sadece fiziksel olarak bakım ve besleme anlamında değil, ruhsal olarak da büyütme çabası söz konusudur. Bunun için, ailenin tüm üyelerinin kendilerini geliştirmeleri beklenir. Bu aile sistemi kendi idealine ne kadar yaklaşabiliyorsa, o kadar uygun bir büyütme ortamı oluşur.
Aslında bütün insanlık kültürü içerisinde insanların nasıl olmaları gerektiğine dair tanımlar hep insanların sevebilen, bu sevginin gereklerini yerine getirebilen varlıklar olmasını temin etmek üzerinedir. Bütün dinler, bütün ruhsal gelişme disiplinleri, mistik öğretiler bu yönde bir etki oluşturur. Bu anlamda karıkoca arasında başlayan ve önce kendi çocuklarına, sonra da bütün topluma yayılan bir sevgi ortamı zaten insanlık birikimi açısından olması gerekendir, hedeftir. Bunu gerçekleştirebilen insanlar da sorunlarından kurtulmuş, olgunlaşmış, bütün insanlık kültürünün ve birikiminin temsilcisi haline gelebilmiş olanlardır. Bu yüzden, bu aile sisteminin idealine nadiren erişilebileceğini kabul etmek gerekir.
Modern ataerkil aile sisteminde, eski çağlardaki geleneksel ataerkil aile sistemlerinde görülen otoriter tutumların yerini gönüllü beraberlik almıştır. Beraber bir işlevsellik oluşturulurken bunun içten gelerek yapılmasına ihtiyaç duyulur. Birbirini anlamak, eşinin herhangi bir sorumluluğu yerine getirirken neler hissettiğini bilmek çiftler için önemlidir. Kendini mecbur hissederek davranmak istenecek bir şey değildir ve eş tarafından sevgi eksikliği olarak algılanır. Böyle olunca, ilişkinin içten gelenlerle sürdürülmesi beklenir. İlişkideki bu yüksek sevgi beklentisi eşlerin birbirlerine çok yüksek yatırım yapmış olmalarının bir sonucudur. Bu duygu içeriği bir insanın daha önce anne babasına yaptığı yatırımları da eşine kaydırdığını gösterir. Zaten ilişkiyi kalıcı bir aşk ilişkisine dönüştürme potansiyelini de bu yüksek yatırım oluşturur.
Modern ataerkil aile sistemi dünyada bilimin ve toplumsal örgütlenmenin yaptığı sıçramanın bir sonucudur. Geleneksel aile sisteminin temel referansı din ve iman iken, modernist sistemin referansı bilim ve akıldır. Modern ataerkil aile sistemi bilimin insanın her türlü sorununu çözeceğine inanılan dönemlerde güçlenmiştir. Gerçekten de bilimdeki, özellikle tıptaki gelişmeler hayatı daha az tehlikeli hale getirmiş, tarımsal ve endüstriyel üretimde sıçrama oluşturmuştur. Modernist bakış açısının olan biteni neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklama ve anlama eğilimi insanları eylemlerinden sorumlu hale getirmiştir. Hayatı anlamakta ve olan biteni yorumlamakta kader ve göksel iradenin olan biten üzerindeki etkisi arka plana kaymıştır.
Eleştirel aklın kullanımı gelişmeyi kışkırtmıştır. Toplumlar, milliyetçiliğin de etkisiyle “tasada ve kıvançta bir” birer büyük aile gibi olmaya yönelmişlerdir ve yurttaşlık bilinci, milliyetçi bir çerçeve içinde kalmak şartıyla, bireyleşmeyi hızlandırmıştır. İnsanların akıllarını, becerilerini, yaratıcılıklarını kullanmalarının ekonomik ve toplumsal düzen tarafından beklenmesi ve özendirilmesi daha özgür yeni bir insan yaratmıştır. Bu insan geleneksel sistemin kalıplarını sorgulamış ve kırmıştır. Modern ataerkil aile sistemini bu tür insanlar oluşturmuştur. Bu insanlar bilgili, çalışkan, iyi ahlaklı olmanın çok temel değerler olduğuna ve bütün dünyanın bu insanların sırtında yükseldiğine inanmışlardır. Bu inanışlar aslında bir devrim yaratmış ve yüz yıl içerisinde düşüncede, sanatta, bilimde, toplumsal yapılar üzerinde büyük bir değişim oluşturmuştur. İnsanlar bunu özel hayatlarında da uygulamaya çalışmış ve inandıkları değerlere uygun çocuklar yetiştirmeye, onları birbirlerine, içinden geldikleri ailelerine, uluslarına, insanlığa duydukları sevginin tezahürü haline getirmeye çalışmışlardır.
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, modern ataerkil aile sistemi aslında modernist bir dünya görüşünün ürünüdür; bu dünya görüşünün bütün kusurlarını taşır. Bu aile sisteminin ve modernist düşüncenin çeşitli kalıpları vardır. Bu kalıplar, özünde “iyi” ve “kötü”, “doğru” ve “yanlış” kalıplarıdır. Aynı şekilde, bir “kadın kalıbı”na ve bir “erkek kalıbı”na sahiptir ve bu kalıplar gerçekleştirilmeye çalışılır. Her ne kadar anlamaya önem verilse de, her şey aslında bu kalıplar içerisinde değerlendirilir ve bu kalıplara uymayanlar “ötekiler”, “marjinaller” dünyasına atılır.
Bu tutum aslında modernist yaklaşımın kendi içindeki ayrımcı, ötekileştirici, otoriter ve kendini beğenmiş özün tamamen yok olmadığını, örtülü bir biçimde sürdüğünü gösterir. Aslında bu öz bir yüzyıl içinde her iki dünya savaşının da yaşanmasına, Batı uygarlığı dışındaki kültürlerin (Kızılderililer, Aborjinler, Okyanusya ve Afrika kültürleri) yok edilmesine yol açmıştır. Modernist düşüncenin kendi kalıplarına uymayanlara “vatan haini” ve “zararlı unsurlar”, “terörist” muamelesi yaptığını halen görüyoruz. Her ne kadar farklılıkları kabul ediyor gibi görünse de, modernist bir dünya sadece farklı kalıpları kabul etmiş olur. İşine geleni olumlar, işine gelmeyeni sistemden dışlamaya yatkındır. Bu yönüyle aslında daha görünmez ve saklı kılınmış, sanki geleneksel sistemin bir özelliğiymiş gibi görünen otoriterliği barındırmayı sürdürür. Zaten modernist düşüncenin bu özü, bu düşüncenin dünya çapında hâkim olduğu dönemlerde iktidar olabilen faşist rejimlerde görünür hale gelmiştir.
Modern ataerkil aile sisteminde ve modernist bakış açısında eğitimli olmak, iyi bir eğitim görmek yeterli olmakla, ruhsal büyümeyle karıştırılmıştır. İyi bir eğitimin birçok sorunu geride bırakmayı sağlayacağı zannedilmiştir. Eğitimli kuşaklar yetiştirildikçe insanlığın kurtulacağı fantezilerine inanılmıştır. Oysa insanlık kültürünün günlük hayatı ve insan ilişkilerini tanzim eden birikimlerinin kitaplarla değil aile içinde ve dış dünyada, diğer insanlarla yaşanan deneyimlerle aktarıldığı modern ataerkil yapı tarafından görülememiştir. Bilgi sahibi olmakla deneyim sahibi olmak karıştırılmıştır. Böyle olunca, zihnin ve aklın fazla abartıldığı ve Batı uygarlığı dışındaki uygarlıkların, kültürlerin küçümsendiği, her topluma “medeniyet” götürmek gibi bir “görevin” icat edildiği bir anlayışa varılmıştır. Modernizm bilgili ve âlim olmayı, bilgeliğin ve arif olmanın önüne koymuştur ve insanlık kültürünün birçok birikimini hurafe olarak değerlendirmiştir.