Tüketim toplumu aile sisteminin en temel karakteristiği, eşlerin en yüksek yatırımının dış dünyaya olmasıdır. Modern ataerkil sistemde eşler mutluluğu birbirleriyle ilişkilerinde ve birlikte oluşturdukları dünyada ararken, bu sistemde mutluluk dış dünyada elde edilecek başarılarda ve statüde aranır. Elde edilen statü ne kadar yüksekse, o kadar mutlu olunacağına inanılır.
Bu aile sisteminde, her zaman dile getirilmese bile temel inançlardan biri de insanların kalıcı bir ilişki içerisinde birbirlerinden sıkılacakları, her iki tarafın da birbirlerine dürtüsel ilgilerini kaybedecekleri, bir süre sonra kendilerine yeni bir sevgili bulma arayışına girecekleridir. Böylece ortaya ancak başarılı olmakla, yüksek bir statü oluşturmakla mutlu olunacağı ve zaten insanların kalıcı bir sevgi ilişkisi yaşamaya müsait olmadıkları gibi bir anlayış çıkmaktadır. Bu anlayış kalıcı bir sevgiye inanmadığı için zaten baştan aile olma duygusuna ve aile olmak için verilen emeğe inanmamaktadır. Buradaki, “başarının mutluluk getireceği” tezinin aslında doğru olmadığını ortalama zekâsı olan herkes bildiğine göre, bu inanç sadece bir avunma ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Öncelikle bu son derece depresif ve karamsar anlayışın neden bu kadar büyük bir kabul gördüğünü ele almamız gerekir. Her şeyden önce, bir önceki modern ataerkil aile sisteminin “hayatı kadın erkek sevgisi üzerine kurarak mutlu olma” projesinin başarısız olduğunu söylemeliyiz. Bu aile sisteminde eşlerin birbirleriyle ilgili beklentilerine cevap verebilmek için çok yüksek yatırım kapasitesi olan, farklı olanı sevme kapasitesi gelişmiş, bencillikten, rahatına düşkünlükten, kıskançlıktan kurtulmuş olmaları gerekir. Her iki eş de böyle bir durumda kendilerine de uygulayabildikleri yüksek bir ebeveynlik kapasitesine sahip olacaktır ve birbirlerine büyük yatırım yapmış olmalarına rağmen beraberlikleri bağımlılığa dönüşmeyecektir.
Modern aile sisteminde insanlar bu özelliklerde değilseler bir süre sonra birbirlerine karşı öfke biriktirecektir ve ya ruhsal yatırımları öfkeli bir hale gelecek ya da birbirlerinden yatırımlarını çekeceklerdir. Yatırımın öfkeli hale gelmesi, birbirinden ayrılamayan ama “sado- mazoşistik” nitelikler gösteren bir ilişkiyi ortaya çıkaracaktır. Böyle bir ilişkide eline fırsat geçiren öbürünü hırpalar; ilişki bir sevgi ilişkisi olmaktan çıkar. Eğer eşlerin çeşitli aksamaları birbirlerine yaptıkları ruhsal yatırımın çekilmesine yol açıyorsa, gerçekten de birbirlerinden sıkılmaya başlarlar. Her iki durumda da cinsel dürtünün yaşanması olumsuz etkilenir ve çiftin cinsel hayatı bozulur. Her iki cins de dış dünyada kendilerine yeni cinsel eşler arama eğilimine girerler.
Gelişmiş Batı ülkelerinde kadınların da çalışma hayatına katılması ve ekonomik olarak daha bağımsızlaşmaları bu problemlerin daha hızlı bir biçimde görünür hale gelmesine yol açmış, eşlerin birbirini aldatması son derece anlaşılır bulunmaya başlanmıştır. Aslında bu durum modern aile sisteminin yürümediğini gösterir. Ortalama insanın gelişkinlik düzeyi ve sevme kapasitesi eşlerin birbirine yüksek yatırım yaptığı bir ilişkiyi götürmeye yetmemiştir ve çoğu zaman insanlar, aile olmak adına evcilik, anne babalık oynamaya başlamış ve zamanla bu son derece zor oyundan da sıkılmışlardır.
İnsanlık tarihinde hayatı kadın ve erkek üzerine kurma teşebbüsü elli yıl kadar sürdü. Hayal kırıklığı içerisindeki insanlar giderek gözlerini tekrar dış dünyaya çevirmeye başladılar. Tam da bu sıralarda bilgisayar teknolojisi üretim faaliyetinde önemli bir yer almaya başladı ve bu gelişme emeğin verimliliğini çok artırdı, niteliğini değiştirdi. Kanımca modern ataerkil aile sistemi, insanlar bu sistemi götürebilecek özelliklerde olmadıkları için çöktü. Bunun yerini tüketim toplumu aile sisteminin almasının en önemli nedeni, üretimde büyük bir patlamaya yol açan bilgisayar teknolojindeki gelişmelerdir.
Bilgisayar teknolojisi sadece verimliliği artırarak ve insan emeğine duyulan ihtiyacı azaltarak değil, günlük hayata yansıyan çeşitli uygulamalarıyla da birçok değişikliğe yol açtı. İnsanlar birbirleriyle daha fazla ve daha kolay iletişim kurmaya başladılar. İnternet üzerinden ve cep telefonları ile kurulan iletişim herhalde bundan otuz yıl önce mektupla ve sabit telefonlarla kurulanın milyonlarca katıdır. Eskiden insanlar bir ev hayatı yaşayabilmek için iş bölümü yapmaya ve birbirlerini tamamlamaya muhtaçtı. Şimdi yine bilgisayar teknolojisinin üretim alanlarına uygulanmasıyla hazır, yarı hazır yiyeceklere, çamaşır bulaşık makinesine çok ucuza erişmek çok kolay hale geldi. Bugün teknolojideki gelişme sayesinde erkeklerin yapabildiği ve kadının yapamadığı iş kalmadı. Aynı şekilde, kadınların yapabildiği ama erkeklerin yapamadığı bir ev işi de kalmadı.
Bilgisayar teknolojisiyle tetiklenen gelişme, erkeğin fiziksel gücünün daha fazla olmasından kaynaklanan emek piyasasındaki üstünlüğünü elinden aldı. Örneğin bir kadının vinç operatörü olarak çok büyük ağırlıkları kaldırabilmesini mümkün hale getirdi. Eskiden fiziksel güç isteyen işlerde erkeklerin çalışmak zorunda olması kadınla erkek arasında bir farklılık oluştururken, şimdi üretim faaliyeti esnasında işlevsellik açısından eşit duruma gelindi. Ama ev işlerinin teknolojik aletlerle yapılabilmesi erkeğe bir üstünlük katmadı; ev işleri zaten toplumsal olarak bir saygınlık sağlamıyordu.
Ayrıca televizyon ve multimedya sektöründeki gelişmeler insanları evlerinde daha kolay oyalayacak, kendilerini daha az yalnız hissettirecek hale geldi. Bütün bu gelişmeler hayat tarzını değiştirerek kadın ve erkeğin birbirine olan ihtiyacını, özellikle de birbirini tamamlama ihtiyacını çok azalttı. Bu durumda “aile”, kadın ve erkeğin kendilerini ve hayatlarının amaçlarını yeniden tanımlayacakları, bu tanım içinde çocukların yerinin de yeniden belirleneceği bir biçimde kaçınılmaz olarak dönüşecektir. Nitekim 1980’lerden sonra bu yeni tanıma uygun aile sisteminin oluştuğunu görüyoruz. Bu aile sistemine, “tüketim toplumu aile sistemi” ismini vereceğim.
Daha önceki kuşakların “aile” projelerinin başarısızlıkla sonlanması, yeni yaşam koşullarının insanların ihtiyaçları üzerindeki etkisi ve ekonomik sistemin gereklilikleri yeni aile tipinin oluşmasına yansıdı. Ekonomik sistemin gerekleri, emek piyasasına kafa emeğinin ücretini aşağıya çekecek unsurların eklenmesi, yaygınlaşan ve artan üretimin satılabilmesi için yeni tüketiciler yaratılması ve genel olarak tüketmeyi özendirecek bir yaşam tarzının kurulmasıydı. Emek piyasasında ücretleri istenen düzeyde tutmanın en akıllıca yolu kadın emeğini piyasaya dahil etmekti. Hem böylece para kazanan kadınlar yeni bir tüketici grubunu da oluşturacak, çalışan kadınların giyim, bakım, makyaj gibi ek tüketim ihtiyaçları olacaktı. Nitekim kadın emeğinin ekonomik sisteme katılması ekonomide büyüme oluşturdu.
Tüketim toplumunun temel ideolojisi, “insan istediklerine sahip olursa, sahip olduğu şeyler artarsa ve kendisini başkalarından üstün hissederse mutlu olur,” inancı üzerine kuruludur. Bu formül 3 yaş öncesi çocuğun dünyasına uygundur ve çocuk, 3 yaşından sonra “gerçeklik sevgisi” dönemine geçer. Oysa 2 yaşındaki çocuk etrafında ne varsa “benim” diyerek her şeyi kendisinde tutmaya çalışır, anne babasını birbirinden kıskanır, kendisini bütün dikkatleri üzerinde toplayan en harika varlık olarak algılamaya çalışır. Ayrıca tüketim toplumunun ideolojisi insanların hasetlerini uyandırarak birbirleriyle yarıştırmaya çalışır. Bu anlamda, tüketim toplumunun hâkim ideolojisinin insanları çocuksu hale getirdiğini, onlarda problem oluşturduğunu ve ruhsal büyümeyi durdurduğunu söyleyebiliriz. Bu ideoloji “sevgi çağı”nın öncesine ait olduğu için, “narsisistik” bir içerik taşır ve sevginin yerine üstünlüğü koyar.
Günümüz ekonomik sisteminin en önemli sorunsalı, ürettiklerini satabilmektir; bunun için de talep oluşturulması gerekir. Doğal tüketim üretilenlerin tüketilmesine yetmeyince, yapay bir tüketim ihtiyacı oluşturulmaya çalışılır. Bir mal ihtiyaç duyulduğu için değil, marka olduğu için, onu kullanmak yüksek statü anlamına geldiği için veya başkaları tükettiği için tüketiliyorsa, bu, yapay bir tüketimdir ve narsisistik bir ihtiyaç oluşturularak gerçekleştirilmektedir. Günümüzde reklamcılık neredeyse tamamen bu türden bir yapay ihtiyaç oluşturmak üzerine kurulmuştur ve insanların narsisistik özelliklerini kaşıyarak hem onların gelişmesine zarar vermekte hem de sömürüp sistemin kölesi haline getirmektedir. Herkes kredi kartıyla, tüketim alışkanlıklarıyla sisteme zincirleniyor, sistemin kopmaz bir halkası haline geliyor.
Ekonomik sistem insanların önüne üstün, başarılı, yüksek statü sahibi olmayı koymuştur. İlişkilerin uzun süreli olamayacağına, bu dünyada kalıcı bir sevgi yaşanamayacağına ilişkin karamsarlık ve bunun neden olduğu örtülü depresyon insanların önlerine konanı satın almalarına yol açmaktadır. Hiç değilse üstün olmak da bir hedeftir ve üstünlük yarışı her şeyin anlamsız olduğu duygusunu hissetmeden yaşamanın bir yolu haline gelebilir.
Tüketim toplumu aile modelinde çiftlerin ruhsal yatırımı birbirlerine değil, dış dünyadaki yarışa yöneliktir. Kadın ve erkek statüleri için yaşamaktadır ve en temel sorunsallar yarışın neresinde olduklarına ilişkindir. Evliliğin amacı da bu statü mücadelesini birlikte daha iyi vermektir. Statünün yükseltilmesi, herkesten üstün olabilmek en önemli amaçtır. Çiftler evlenirken kendi dünyalarında, kendi alanlarında bu amaçları gerçekleştirebileceklerine inandıkları eşleri seçmeye çalışırlar. Böyle olunca, insanların ruhsal yatırımı büyük ölçüde dünya yarışındadır. Çevrelerinde ne olup bitiyor, kim ne kadar kazanıyor, nerede oturuyor, kimin neyi var gibi sorular her iki tarafı da fazlasıyla meşgul etmektedir ve çiftler bütün bu statü simgelerine bakarak yarıştaki yerlerini tayin etmeye çalışmakta, beraber daha yukarı sıralara geçebilmek için kısa ve uzun vadeli planlar yapmaktadırlar.
Aslında uzaktan bakınca, “monopol” oynayan çocuklardan farkları yoktur. Zaten bütün amaç da bu oyunu iyi oynayabilecek bir eş bulmaktır. Bütün sistem bu amaçlar üzerine kurulunca, erkeğin bir sistem kurucu olması, kadının bir düzeni kurabilen ve götürebilen bir insan olması beklenmez. Önemli olan tek şey dışarıya karşı nasıl göründükleri ve imajlarının ne olduğudur. Çiftler eğer bu oyunu kazandıklarını düşünüyorlarsa keyifleri yerindedir, birbirlerinden memnundurlar. Çoğu zaman, bir yandan da nedenini bilmedikleri bir mutsuzlukları ve hoşnutsuzlukları vardır. Aslında bir insanın sağlıklı olabilmesi için gereken duygusal alışverişten, duygusal ve dürtüsel canlılıktan yoksundurlar. Eğer oyunu kazanamıyorlarsa canları sıkkındır ve birbirlerini suçlamaya başlarlar; bu durumda birbirlerine olan yatırımlarını sürdüremezler. O zaman da sorunlarının nedeni aralarındaki ilişkinin duygusal yoksunlukları değil, başarısızlıklarıdır.
Ailenin dış dünyayla olan ilişkisi ve o alana yapılan ruhsal yatırımın artmış olması, çiftlerin birbirine olan yatırımının fazla olmamasına ve daha çok dostluğa benzeyen bir ilişki biçimine benzemesine yol açar. Bu durumun doğal bir sonucu da çocuklara yapılan ruhsal yatırımın az olmasıdır. Aile, içinde yaşadığı küresel ekonominin bir parçası olmuştur. Birçok ihtiyaç dışarıdan karşılanır. Üyelerin birbirlerine olan ihtiyaçları azalmış, buna karşın dış dünyanın sunduğu imkânlara olan ihtiyaçları artmıştır. Örneğin yemek dışarıdan ısmarlanabilir, çamaşırlar dışarıda yıkanabilir, evde para karşılığı çalışan, çocuklara bakan birisi vardır.
Aileyi oluşturan eşlerin esas yatırımlarını dış dünyaya yapmaları ve beklentilerinin de daha çok statü üstünden olması, birbirlerinin problemlerine uyum sağlamalarını kolaylaştırır. Daha önceki aile modelinde çiftlerin birbirlerine yönelik ruhsal yatırımlarının büyük olması onları gelişmeye ve sevgi ilişkisinde giderek daha problemsiz olmaya zorluyordu. Halbuki tüketim toplumu aile modelinde çiftler birbirlerinin problemlerini görmezden gelmeye çalışır ve bunu da becerirler. Bunun nedeni, çiftin birbirine olan yatırımının az olmasıdır. Birbirini idare etme tutumuna “hoşgörü ve olgunluk” denilerek, bir ilişkideki en önemli unsurun da “dostluk ve birbirine saygı” olduğu söylenerek ilişki sürdürülür.
Tüketim toplumunda evlenmiş olmak da, özellikle kadınlar için bir statü artışı sayılmaktadır. Her iki tarafın birbirinden beklentisi statü mücadelesinde performans göstermeleridir. Teknolojideki gelişmelerin sağladığı imkânlarla kadın ve erkek arasındaki hiyerarşi düzleşmiştir; kim aileye daha fazla statü kazandırıyorsa, sistemin lideri odur. Kadın ve erkek arasında rol dağılımının ortadan kalkması iki cins arasında bir aynılaşma oluşturmaktadır. Artık her iki cins de ayna karşısında eşit zaman geçirmeye başlamıştır. Erkekler de dış görünüşleriyle fazlasıyla meşguldür. Rol dağılımının olmadığı, tarafların birbirine benzediği eşitlikçi bir ilişki oluşmuştur. Eşlerin amaçları birbirlerini memnun etmek ve beraber başarılı olmak, statülerini yükseltmektir. Çıkarlara ve rahat etmeye dönük bu ortak amaçlar gerçek sevginin yerine konmuştur.
Tüketim toplumu aile sisteminde kadın ve erkek arasında tam bir eşitlik sağlanmaya çalışılır. İşbirliği anlayışı birbirini tamamlamak üzerine değil, eşit bir emeği her alanda oluşturmaya çalışmak üzerinedir. Bu anlayışın bir sonucu olarak da kadın genellikle çalışma hayatının içindedir ve çocuk doğurarak kariyerinin veya işteki başarısının bozulmasını istememektedir. Bu eşitlikçi sistemde eşler arasında hiyerarşi ve rol dağılımı yoktur; birbirlerini tamamlamak yerine ilişkiye eşit oranda katkıda bulunmaya çalışırlar. Evlilik hayatında tarafların birbirine benzemesi ve sorumluluk alanlarının netleşmemesi evin birçok ihtiyacının verilen emekle değil, beraber kazanılan parayla karşılanmasına yol açar. Aksi takdirde hayatın kalitesi çok düşecektir.
Aile dış dünyanın bir parçası olduğu için, dışarıda yemek, birileriyle yemeğe çıkmak, devamlı arkadaşlar arasında olmak tercih edilir. Kadın ile erkeğin bu aynılaşma süreci birbirleriyle rekabet etmelerine yol açar ve birbirlerinin iyiliğini isteyemeyecek hale gelirler. Böyle bir ilişki eşlerin bir süre sonra ya birbirlerine fazla öfke duymalarına veya ruhsal yatırımlarını sürdüremedikleri için birbirlerinden sıkılmalarına varır. Her iki durumda da zaten çok canlı olmayan cinsel hayatları biter. İlişkinin uzun sürmesinin en önemli nedenleri ya yalnız kalma korkusu, ya boşanma halinde kendini doğru idare edememekten duyulan korkudur ya da ekonomik nedenlerdir. Böyle bir durumda da çiftler evlilik dışı cinsellik yaşama eğilimleri geliştirmektedir. Zaten bu ilişki biçimi baştan kalıcı olmak üzere değil, “olmazsa ayrılırım” düşüncesi üzerine kurulmaktadır.
Ruhsal yatırımın aile içi yerine dış dünyaya yönelik olması çocuklara da yansır. Çocuğa yapılan ruhsal yatırım eksikliği öncelikle annenin bebekten sıkılması ve bir an önce işine dönmek istemesi olarak kendini gösterecektir. Aynı şekilde, baba da çocuğun külfetinden, sorun çıkarmasından çok çabuk sıkılacak, çocukla ilişkisi hızla vazifeye dönüşecektir. Çocuğa ruhsal yatırım eksikliği, yaşanan sorunlara kestirme ve kolay çözümler aramaya yol açar. Çocuğun her istediğini yapmaya çalışmak da onu büyütmeye çalışan bir emeğin yerine konmuş bir kolaylıktır. Aslında çocuğun sorun çıkarması, anne babanın rahatının bozulması engellenmeye çalışılmaktır. Fakat böyle bir tutum sorunların devamlı ertelenmesine ve ertelenirken de büyümesine yol açar. Gerçekten de, giderek aşırı öfkeli, her istediğini yaptırmak isteyen, fantezi dünyasında yaşamaya eğilimli, diğer çocuklarla bir yakınlık oluşturamayan, işbirliği yapmayı bilmeyen ve kendisini çok önemseyen çocuklar yetişmektedir. Bu çocukların sorunları yaşları büyüdükçe büyümektedir.
Esas olarak tüketim toplumu ailesi her şeyiyle tam, mükemmel, en iyi resmi veren aile olabilmek için çocuk sahibi olmuştur. Çocuklu aile, hatta bir kızı bir de oğlu olan aile daha yüksek statü sahibi olarak kabul edildiği için çocuk sahibi olunmuştur. Bu durumda çocuğun yükünün arttığı dönemlerde anne babanın birbirine olan öfkesi de artar. Özellikle anneler babadan çocuğa annelik yapmasını, çocukla meşgul olmasını, oyalamasını beklemeye başlar. Babalar için çocukla meşgul olmak karıkoca ilişkisini götürebilmek için katlandıkları bir vazifeye dönüşür. Karıkoca arasında duygusal bir kopukluk varsa ve kadın çalışıyorsa, çocuk her iki taraf için de sadece daha yüksek bir statü adına üstlendikleri bir projeye dönüşür.
Genel olarak bu tip ailelerde kadın da erkek de çalışmaktadır ve çocuklara ya bakıcılar ya büyük anneler bakmaktadır. Anne çalışmasa bile eğer aklı fikri dünya yarışındaysa, esas ruhsal yatırımı dış dünyaya yönelikse durum çok değişmeyecektir. Bebeğin/çocuğun zorluklarının fazla olduğu dönemlerde, örneğin bebeğin huysuzluğunun arttığı dönemde veya çocuk anneye yapıştığında anne çocuktan sıkılacak ve yükünü azaltmak için bir yol bulacaktır. Çocuklar yaşları geldiğinde yuva, anaokulu, okul gibi kurumlara verilir. Anne baba, çocuklar için yaptıkları harcamalarla onları mutlu edeceklerine inanmaya çalışırlar. Aslında çocukları için yaptıklarını düşündükleri fedakârlıkların kendi statü gereksinimlerinin bir parçası olduğunu kendilerinden gizlemeye çalışırlar ama bu, çocuklara karşı kendilerini suçlu hissetmelerine engel olmaz ve bu da tavizkâr davranmalarına neden olur.
Tüketim toplumu aile modelinin en önemli unsurlardan biri, bu ilişki modelinde cinsel çekimin çok az olmasıdır. Çiftler arasındaki sevgi ve yakınlık güçlü bir cinsel arzu oluşturacak düzeyde değildir; daha çok biyolojik bir ihtiyacın karşılanması gibidir. Ayrıca bu aile sisteminin erkeğinin özellikleri kadınlarda yüksek bir dürtü uyaracak nitelikte değildir. Kadınların karşılarındaki erkeğin gücünü, iyiliğini hissetmeleri, kendilerine sahip çıkıldığını deneyimlemeleri dürtüsel yatırım yapabilmelerini kolaylaştırır.
Farklı olmak da hem erkekte hem kadında cinsel dürtüyü uyandırır. Oysa çiftlerin birbirine benzemeye başlaması ve birbirlerini tamamlama niteliğinin azalması cinsel çekimi azaltır. Kadın ve erkek kendi yerlerini dolduracak insanlar olmak yerine statü kazanma ustası olmaya çalışırlar. Bu durum iki tarafı da birbirine benzemeye iter. İlişkinin hiyerarşik bir niteliği olmaz, her iki taraf da aynı düzlem üzerindedir. Böyle bir durum erkek açısından bir “iktidar” sorunu yaratır ve başta sertleşme güçlüğü olmak üzere birçok cinsel soruna sebep olur. Bazen bu sorunlar görünür hale gelmez ama erkek cinsellikten uzak durma eğilimi gösterir. Kadın açısından ise erkeğin “gücünü” hissedememek, ilişkide çok önemli bir cinsel uyaranın olmamasına ve cinsel isteksizliğe yol açar.
Tüketim toplumu ailesinde çiftler arasındaki cinsel hayatın sönük olması aslında ilişkide birbirlerine yaptıkları ruhsal yatırımın, birbirlerine duydukları sevginin, yakınlığın çok yetersiz olduğunu gösterir. Giderek her iki taraf da cinsel hayatlarını dış uyaranlardan yararlanarak (pornografik filmler, internet kaynaklı uyaranlar) ve kendi fantezi dünyalarını bir uyarıcı olarak kullanarak yaşamak zorunda kalırlar. Evlilik dışı, kısa süren, sadece cinsel doyum içerikli ilişkiler giderek artar.
Bu aile modelindeki cinsel hayat, aile kurumunun söz konusu değişiminin sağlıklı olmadığını, bundan hem kadınların, hem erkeklerin, hem de çocukların ruhsal olarak zarar göreceğini belli etmektedir. Çağımıza genel olarak yüzeyselleşme ve anlam kaybı damgasını vurmaktadır. Bu durum kendisini, insanoğlunun en zayıf halkası olan cinsel hayatta göstermekte, bir anlamda alarm vermektedir. İnsanlığın sürmesine, insanlık türünün devamlılığına ilişkin sağlıklı bir dürtümüz varsa, değer sistemimizi bu dürtümüze göre oluşturmak zorundayız.
Tüketim toplumu aile sisteminde en dikkat çeken özellik, eşlerin birbirlerine ve çocuklarına olan yatırımlarının az olmasıdır. Bu aile sistemindeki bütün sorunlar bu yatırım eksikliğinden kaynaklanır. Bazen bu durum o kadar belirgindir ki, bu sisteme aile demek bile tartışılır hale gelir. Aslında bu durumdan en fazla zarar gören önce çocuklar, sonra kadınlardır. İnsanlık tarihi boyunca bir aile sistemi içerisinde yaşamaya en çok ihtiyacı olanlar çocuklar ve kadınlar olmuştur. Aslında kadın özgürlüğünün en çok arttığı bir tarih döneminde en çok kadınların mutsuz olması ve çok sayıda kadının anti-depresan desteğiyle yaşamak zorunda kalması düşündürücüdür. Durum pek de kadınların lehine gibi görünmemektedir.
Çocuklara yapılan ruhsal yatırım az olduğu için, bu aile sisteminde bebeklikten itibaren çocuklara başkalarının bakması çok sık rastlanan bir durumdur. Çalışmayan kadınların bile, eğer maddi imkânları yeterliyse, çocuklara bakan yardımcıları vardır. Çoğu çalışan anne akşamları iş dönüşü eve geldiği için, çocuklara gündüz başkalarının bakmasının akıl hastalığına yol açma olasılığı çok yüksek değildir. Daha ziyade kapasitesi düşük, her istediğini yaptırmak isteyen, öfkesi fazla, fantezilerini bırakamayan çocukların oluşmasına sebep olması beklenir. Annenin bebeği sadece hafta sonları gördüğü durumlarda çocuklar daha büyük bir tehlikeye (gelecekte akıl hastası olma tehlikesine) maruz kalmaktadır. Annenin çalışma hayatında olduğu koşullarda bu çocukların omnipotanslarını annelerine aktarmaları beklenemez. Elbette bu temele sahip çocuklar “gerçeklik sevgisi” aşamasına gelemeyeceklerdir. Bu durumda, bu çocukların kişilik örgütlenme düzeyleri “kendini kötü hissetmekten kaçınma” hâkim duygusu ile oluşacaktır ve en hafifinden karakter bozuklukları göstereceklerdir. En ağır durumlarda ise bu çocuklar gelecekte akıl hastalıkları kategorisinde olacaktır.
Tüketim toplumu aile sistemini oluşturan insanların sevgiye olan inançsızlıkları bu sistem içinde doğrulanmış olur. Gerçekten de, ne eşlerin birbirine ne de çocuklara yeterli ruhsal yatırımının olmadığı, herkesin birbirine rakip haline geldiği bir toplumsal ortamda insanlar arasında kalıcı bir sevgi üremesi beklenemez. Böylece bu toplumların insanları kendi narsisistik çizgilerini değiştiremeyecek hale gelirler. Bu sistemde sadece eş ilişkileri değil arkadaşlık, dostluk ilişkileri de çıkarlar üzerine yapılan ittifaklara dayanmaya başlar. Ortalık, insanların sahte bir biçimde birbirlerini pohpohladıkları, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini göstermeye çalıştıkları ilişkilerle dolar; herkes gösteri peşindedir. Hayatın sevgi içeriğinin giderek azalmasının yıkıcı etkisi kendini can sıkıntısı, alışveriş hastalığı, hastalık korkuları, yalnızlık duygusu, mutsuzluk, anti-depresan kullanımında, sakinleştirici, uyku ilacı ve alkol tüketiminde artma, uyuşturucu bağımlılığının giderek toplumsal bir soruna dönüşmesi şeklinde gösterir.
Bu arada, elbette tüketim toplumu da kendi dünya görüşünü işlemeyi sürdürüyor. Bu dünya görüşünün bazı unsurlarının üzerinde durmak gerekir.
“Hoşgörü” tanımı bu dünya görüşünde, “eğer işler yolunda gidiyorsa, yarışta avantaj sağlayabiliyorsan eşinin bazı problemlerini görmemek akıllıca olur,” demektir.
“Anını yaşamak”, hayatın anlamlandırılması yerine o an haz veren, keyif veren neyse onu yapmanın doğru olduğunu ifade eder. Arka planda, hayatın sevgi üzerine kurulmasının çok zor olduğunu, onun yerine kendini denetlemeden yaşamanın tercih edilmesi gerektiğini söyler. Elbette bunun içinde, “paran yoksa, canın da çok istiyorsa borca girmekten sakın rahatsızlık duyma,” anlayışı vardır.
“Hayal et, insan hayal ettikçe yaşar, hayallerini kaybetmek en büyük mutsuzluktur.” Bu cümle, dünyada mutlu olunamayacağını, insanın çabası, emeği ve sorumluluk duygusuyla herhangi kalıcı bir sevgi oluşturamayacağını, bununla uğraşmak yerine hayal kurup bunları gerçekleştirmeye çalışması gerektiğini söylemektedir. Bu sloganların tüketim toplumu ailesinin insanını kendi durumunu sorgulamaktan alıkoymak dışında bir amaca hizmet etmesi mümkün değildir.
Bir diğer unsur, “profesyonellik” kavramında görülür. Profesyonel olmak, “çıkarların ne emrediyorsa onu yap, duygularının bunu bozmasına izin verme, çıkarlarını en yüksek düzeyde gerçekleştirmek zaten işbilir olmak demektir,” anlamına gelir. Ahlak, doğruluk, dürüstlük gibi kavramlar ilkel ve çağ dışıdır; bunlara uyanlar amatör ruhludur, hep geride kalmaya mahkûmdurlar. Yükselen insanlar ahlakın insanı aşağı çeken ağırlığından kurtulabilmiş insanlardır.
“Fahişelik” kavramı da bu anlayış içinde yeniden ele alınıp tanımlanır. Fahişelik, insanın verdiğinin karşılığında ne aldığıyla ilgili bir mesele olarak görülür. Karşılığında aldığın büyükse ve sana büyük bir çıkar sağlıyorsa, durum fahişelik olmaktan çıkar. Fahişe, kendisinden çok şey verip karşılığında çok az alabilendir.
“Marka”, dünyayı fark etmiş olan zeki ve akıllılar için en önemli kavramdır. Marka, oluşturulan bir imajın hiçbir işlev, hizmet, yararlılık sağlamadığı halde satılabiliyor olmasıdır. Markayı satan onu her isteyene değil, kendi istediğine satar. Marka olmak bu dünyanın tepesine çıkmaktır; bir ustalığın, göz boyama ustalığının doruğunu ifade eder.
“Başarılı olmak”, sisteme iyi hizmetten geçer. Bütün her şeyinle sistemin bir parçası olabilirsen, onun senden ne bekleyeceğini daha o istemeden anlarsan başarılı olursun. Sistem sende kendi rasyonalitesinin parlak bir örneğini gördüğünde seni yönetici yapar çünkü sen zaten sistemin kendisi olmuşsundur. Kendine, çocuklarına, karına, arkadaşlarına da sistemin gözleriyle bakmaktasındır.
Görüldüğü gibi, tüketim toplumunun aile sisteminde bütün ruhsal yatırım dış dünyada edinilecek statü pozisyonuna yönlendirilmiştir. Kendini buna çok kaptırmış olanların mekanik, duygusal olarak çok fakirleşmiş, devamlı canı sıkılan, bundan kurtulmak için devamlı kendine eğlence ve meşguliyet yaratmak zorunda kalan gergin insanlar olduklarını, çoğu zaman da bu gerginlikten kurtulmak için alkol tüketimini artırdıklarını görürüz. Mecburen narsisistik kişilik özellikleri göstereceklerdir çünkü adapte oldukları sistem narsisistiktir. Aslında sevgiden uzaklaşmak, onun yerine statüyü koymak elbette mutsuzluk getirir; insan ruhunu biraz tanıyan herkes bunu bilir.
Tüketim toplumu aile modelinde insanın içinden geldiği aile, sınıf, ulus gibi aidiyet çerçevelerinin ortadan kalktığını görüyoruz. İletişim teknolojilerindeki gelişme bütün dünyayı televizyon kanallarıyla hepimizin evine taşıdı. Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen mal her yere çok hızla erişebiliyor. Belki daha da önemlisi, dünyanın ekonomik sistemi talep yaratmak üzerine oturuyor ve reklam sektörü dünyanın duygusal ortamını belirliyor. Sistemin devamlı talep yaratacak bir dünya oluşturması, dünyayı alacalı bulacalı çekici bir panayıra ve hayatı da küresel bir oyuna çevirdi. Bu yüzeyselleşmenin neden olacağı yalnızlık, anlamsızlık ve can sıkıntısı şu anda ekonomik sistem açısından kazanca dönüştürülebiliyor.
Cep telefonları, internet arkadaşlıkları, arkadaşlık siteleri, televizyon, sinema ve bilgisayar oyunları yetmiyorsa, devamlı yenileri çıkan anti-depresanlar şimdilik problemin kontrol altında tutulmasını sağlıyor. Bana kalırsa bu sistemin en zayıf halkasını bu aile sistemi içinde yetişen çocuklar oluşturuyor. Giderek çok problemli, ilişki kuramayan, sorumluluk üstlenemeyen, kalıcı bir ilişki götürme niteliği olmayan, her şeyi oyuna çeviren, bunu yapamazsa sıkılan çok öfkeli bir insan türü oluşmakta. Önümüzdeki yirmi yılda küresel sistem çocuklar üzerinden kendisiyle yüzleşmek zorunda kalacak.
Bütün bu gelişmeler sonunda iki ana eğilimin oluşması beklenebilir. Dünya bir yandan kolay manipüle edilebilen, politikacıların ve muktedirlerin istedikleri gibi kamuoyu oluşturabildikleri, eğlence sektörü tarafından sanal bir âlemde heyecan içinde yaşanan bir yanılsamaya dönüşüyor. Diğer yandan da ırk, millet, soy, cinsiyet ayrımı olmaksızın insanların kendilerine uygun bir dünya yaratma arayışının imkânları oluşuyor. Giderek dünyanın sorunları ülke, millet ayırmadan herkesi etkileyecek ve ilgilendirecek hale geliyor. İnsanlar arasında yeni örgütlenmeler, yeni kümelenmeler olacak ve bunlar ulusların yerini alacaktır. Küresel sistemin dışında alternatif sistemler oluşturma arayışları ve bunun felsefi ve hukuksal temelini oluşturma çabaları başlayacaktır. Buna paralel olarak da yeni koşullara uygun yeni bir aile sistemi oluşacaktır.