Üç hâkim duygu, üç temel kişilik örgütlenmesine yol açar. Her bir kişilik örgütlenmesinin dayanıklılığı, zorluklarla baş etme gücü ve uyum sağlama kapasitesi farklıdır. “Kendini kötü hissetmekten kaçınma” hâkim duygusu üzerine yapılanmış insanlar fantezi dünyasında kalır. Bu, insanın inanmak istediklerine inanmayı sürdürmesi anlamına gelir. Dış gerçeklik onların kabul edemeyeceği kadar sert, kendileri ise kabul edemeyecekleri kadar zayıftır. Bu yüzden hayatı olduğundan daha “kolay”, kendilerini de olduklarından daha “mükemmel” olarak algılamaya çalışırlar; gerçekliğe yönelimleri yetersizdir. Fantezilere inanmak hem insanın korkularının ve yok edici öfkesinin azalmasını sağlar, hem de umut etmeyi sürdürerek hayata daha fazla bağlanmasının imkânını oluşturur, ancak ruhsal gelişmeyi de durdurur; insanı kendi nesnel dünyasının içine, fantezi dünyasına hapseder.
Hayatta kalma dürtüsünün yönettiği insanlarsa fantezi dünyalarından çıkmış ve dış gerçekliğe yönelmişlerdir, ancak onlar için de dış gerçeklik tehlikelidir; bir yandan çok dikkatli ve temkinli olmak, öte yandan da kendilerini geliştirerek tehlikeyi azaltmaya çalışmak zorundadırlar. Gerçeklik sevgisinin yönettiği insanların ise korkuları azalmıştır çünkü yeterlilikleri ve güçleri hayatın altından kalkmaya yetecek düzeye ulaşmış, içlerindeki yok edici öfke ve bununla beraber yok olma korkusu azalmış ve onlar için hayatı sevmek mümkün hale gelmiştir.
Üç temel kişilik örgütlenmesinin güçlerindeki ve yeterliliklerindeki farklılıklar hedeflerin ve amaçların da farklılaşmasına yol açar. Her kişilik örgütlenmesi, kendine özgü bir sistemdir. Her sistemin duygusal içeriği farklı niteliktedir. Herkes doğumla birlikte kendini kötü hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu deneyimler ve başlangıçtan itibaren bundan kaçınmaya çalışır. Ruhsal gelişme sürebiliyorsa, ilerleyen yaşlarda daha üst örgütlenme düzeylerine geçilir. Daha üst ruhsal örgütlenme düzeylerine geçmiş insanlar daha alt örgütlenme düzeyindeki insanların ne hissettiklerini anlayabilirler. Daha alt örgütlenme düzeyinde olanlar ise onları ancak kendilerinden yola çıkarak anlamaya çalışırlar. Bu ise yetersiz kalır. Aynı zorluk çocuklarla ebeveynler arasında da yaşanır. Ancak ergenlik çağını geçip bir erişkine dönüştükten sonra, anne babamızın ruhsal gelişmişlik düzeyine geldiğimizde onları gerçekten anlarız.
Çoğu zaman insanların yetişme koşullarındaki aksamalar, anne babanın çeşitli özellikleri ve aralarındaki problemler kişilik örgütlenmesinin en üst düzeye erişmesini engeller. Zaten olağanüstü bazı durumlar hariç, insanlar, ancak onları yetiştiren insanların büyümüşlük düzeyine çıkabilirler. “Büyüme” diye nitelendirdiğimiz süreçle “gelişme” diye nitelendirdiğimiz süreç farklıdır. Büyütmede, ruhsal bir gelişme olur, kişilik örgütlenme düzeyi ve bununla beraber hâkim duygu ve bütün duygular değişir; aslında içimizdeki çocuk giderek daha az korkan, daha fazla çalışabilen, daha fazla sorumluluk üstlenen, daha fazla sevebilen biri haline gelmektedir.
Büyüme her zaman bir ilişki içinde oluşur, buna, büyütme ilişkisi diyeceğim. Büyütme ilişkisi, daha büyümüş bir insanın daha az büyümüş olanı kendi seviyesine çıkarma çabasıdır ve bu ilişkinin doğası gereği en çok, bizi büyüten kişi kadar büyüyebiliriz. Büyütme ilişkisinin orijinal şekli ebeveyn ve çocuk arasında yaşanır ama ayrıca bir sevgili ilişkisi, usta-çırak ilişkisi, politik ilişki veya bazen çok inanmış bir insan için Allah ile kurulan ilişki de ruhsal büyümeye neden olabilir.
Bütün büyütme ilişkileri, tabiatı gereği hiyerarşiktir. Büyütenin büyüyen üzerinde bir ağırlığı ve yaptırımı vardır. Bunun dışında, her zaman için büyüten daha fazla seven, büyüyen ise daha ihtiyaçlı olandır; ihtiyaçların karşılanmasında büyütülenin önceliği vardır; büyüten, nefsini arka plana atar. Gelişme ise becerilerimizle, zihnimizle ilgili bir sürece işaret eder. Gelişme söz konusu olduğunda, genel anlamda yeterliliğimiz artar, meselelerle veya hayatla baş etme yeteneğimiz gelişir. Büyümenin kesintisiz sürebilmesi için gelişmeyle edinilen yeterlilik de gereklidir. Elbette bizi büyütenlerden daha bilgili, daha iyi mesleklere sahip insanlar olabiliriz ama bu edindiklerimiz ya da zihnimizin daha gelişmiş olması, ruhsal olarak bizi onlardan daha büyük bir insan yapmaz, olsa olsa daha bilgili yapar. Bir çoban, ruhsal olarak bir bilim adamından daha büyük, yani ruhen daha gelişkin olabilir. Tarihte, bugünün gözüyle bakılınca, bilgisi günümüz insanından çok daha az olan ama ruhen çok gelişkin birçok insan bulabiliriz.
Ruhsal büyümenin en önemli parametresi, sevme kapasitemizin düzeyi ve bunun hayat içindeki tezahürlerini gerçekleştirebilme becerimizdir. Sevme kapasitesi arttıkça paylaşabilme, işbirliği yapabilme, yardımcı olabilme, sorumluluk üstlenme, karşımızdakinin iyiliğini isteyebilme özelliklerimiz gelişir, çalışma, yoğunlaşma, üretebilme kabiliyetimiz artar. Bunlara paralel olarak mütevazılaşma da gerçekleşir; sevme kapasitesi artarken, narsisistik özellikler azalır. Bir insan önemli olabilecek şeyler yaptığında kendini daha çok önemsemeye başlıyorsa, bu durumda ruhsal büyüme olmamaktadır; kişi başarılı olmakta, zenginleşmekte, statüsü yükselmektedir ama büyümemektedir. Gerçek bir büyümüşlük halinde, insan, yapabildiklerinin kendisine verilmiş olanlarla, koşullarla ilgili olduğunu, başarılı olmanın insanın insan olma gerçeğini değiştirmediğini fark eder.
Bir insan için en olası durum, bizi büyüten insanların ruhsal düzeylerine erişmektir; sevmeyi, onlardan aldığımız sevgiyle biliriz ve ancak sevildiğimiz kadar sevebiliriz; sevme kapasitemiz onlarınki kadardır. Yine de onların ruhsal düzeylerinin altında kalma olasılığımız vardır. Örneğin günümüzde, bebekliklerinde kendi anneleri tarafından büyütülmüş birçok kadın, meslek sahibi oldukları için bebeklerini bakıcılara bırakıp çalışma hayatına erken dönmekte ve bu kadınların çocukları annelerinin ruhsal düzeyine erişememekte, daha alt örgütlenme düzeylerinde kalmaktadır.
Aynı şekilde savaşlar, büyük doğal felaketler de gerek ebeveyn kaybına, gerek ebeveynlerde ruhsal sorunlara yol açarak büyüme ortamını bozabilir ve gelecek nesillere olumsuz yansımalar oluşturabilir. Öte yandan, günümüz dünyasında açlık, işkence, salgın hastalıklar gibi tarih boyunca insanları çaresiz bırakan felaketlerin azalmış olması, birçok hastalığın ilacının ve antibiyotiklerin bulunmuş olması, narkoz teknikleri sayesinde ağrısız ameliyatlar yapılabilmesi dünya gerçeğini yumuşatan faktörler olarak olumlu bir etkide bulunuyor. Bu gelişmeler, maruz kaldığımız darbeleri azaltarak korkularımızın ve yok edici öfkemizin azalmasına katkıda bulunuyor.
Her ne kadar bilim ve teknolojide, özellikle tıptaki gelişmeler hayatı kolaylaştırmış gibi görünse de, günümüz dünyasında insanlık idealinin daha narsisist yönde değiştiği de bir vakıadır. Eşler arasındaki ilişki sevgi ilişkisinden çıkar ortaklığına dönüştükçe, birçok çocuğun ilerde anne babalarından daha alt kişilik örgütlenme düzeyinde kalmaları muhtemeldir. Elbette anne babanın birbirlerine ve çocuklarına yaptıkları yatırımın azalması çocukların büyüme ortamının kalitesinin düşmesine yol açar. Bunun sonucu, çocuğun ruhsal malzemesinin yetersiz kalmasıdır. Bağlanma kapasitesi düşük, dikkati bozuk, fazla çalışamayan, çabuk sıkılan, istediği bir şey olmadığında yok edici öfkesi ortaya çıkan çocuklarla gittikçe daha fazla karşılaşıyoruz.
Genel olarak sağlıklı bir büyüme ortamı hem bebeğe/çocuğa gelişmesini ve daha sonra da büyümesini sağlayan bir malzeme verir, hem de anne babanın çocuğa örnek olması yoluyla, verilen malzemenin nasıl kullanılması gerektiğini gösterir. Uygun koşullarda çocuk ebeveynleriyle özdeşleşir. Ebeveynlerin, mutlu etmek adına çocuğun elinde oyuncak olduğu, aslında suçluluk duygusu ile davranıldığı koşullarda çocukların anne baba gibi olmak istemesi ve onlarla özdeşleşmesi beklenemez.