"İyi" ve "kötü" imgeleri

Bebekte oluşmaya başlayan saf dürtü ve saf öfke alanları, bebeğin “iyi” ve “kötü” imgelerini de oluşturur. Haz kapasitesiyle doğrudan ilişkili olan “iyi” imgesi haz veren, bebeğin bütünleşmek istediği, parçası olmaya büyük özlem duyduğu bir yaşantıdır. Bu imgenin kalıcı hale gelmesi, zihin dediğimiz alanın da oluşmasını sağlar. Kokusuyla, sesiyle, bedeniyle, görüntüsüyle algıladığı somut annenin yanı sıra bebeğin iç dünyasında soyut bir anne, anne imgesi oluşmaya başlar. “İyi anne” imgesi, anne yokken de bebeğin annesiz kalmamasını sağlayacaktır. Bu gelişme bebeğin her an anneye sahip olması anlamına gelir, dolayısıyla birçok aksaklığa karşı daha dayanıklı olacaktır.
Bebeğin iç dünyasında bir iyi anne imgesinin oluşması, aynı zamanda iç dünyasında dış dünyanın bir temsilinin yaratılması anlamına gelir. Bunun devamı, zihnin ve dış dünyadaki nesnelerin sembollerinin oluşması şeklinde olacaktır. Bebekte düşünme, dil kullanımı gibi özelliklerle, bir kültür varlığı olmak dediğimiz yapının malzemeleri oluşmaktadır.
Ayrışmayla oluşan “mutlak öfke” ise “kötü” imgesine bağlanır. “Kötü”, bütünleşmek istemediğimiz, uzak olmasına ihtiyaç duyduğumuz, yakınlığından rahatsız olduğumuz, yok olmasını istediğimiz nesnedir. Kişinin kendisi olarak kalmasını ve farklı olmak istemesini sağlayan bütünleşme karşıtı bir duygu yaratır. “Kötü”, uzak olmasına ihtiyaç duyduğumuz bir varlıktır. Yakınlığı öfke uyandırır; ya yeniden uzaklaştırma ya da yok etme ihtiyacı oluşturur. Gelecekteki ötekileştirmelerin orijinal nesnesidir. Öfke kötü imgesine bağlanmadan önce tanımsız ve hedefsizdir; bir an dış dünyaya, bir an benliğin kendisine yönelir. Kötü imgesi yok edici öfkenin çeşitli tanımlara bağlanmasını ve kendine bir hedef bulmasını sağlar. Böylece, sürekli olarak varlığın yönelimini bozup onun gerek kendisini, gerek dış dünyayı tanımlamasını imkânsız hale getiren önemli bir öfke miktarı, bu amorf ve stabilize olmayan durumdan çıkarak “kötü”ye duyulan öfke haline gelir.
Bir varlıkla onu “iyi” ve “kötü” diye ikiye ayırarak ilişki kurmak, “bölünme” (splitting) denilen bir savunmadır ve aslında öfkenin “kötü” imgesine bağlanması sayesinde “iyi” nesnenin muhafazasına hizmet eder. Böylece bebek, öfkesi arttığında iç dünyasında anneyi yok etmekten kaçınmış olur. Bebek, annenin bir duyarsızlığına maruz kaldığında öfkesi “kötü anneye” kayacak, “iyi anne” öfkeden etkilenmeyecek, bebek bu imgeye olan bağlılığını sürdürebilecektir. Zaman içinde çocuk kötü anne imgesini canavarlara, korkunç varlıklara bağlayarak anneden koparır. Bölünme savunması sürdükçe onu duymamış olan anne, o sırada ihmal etmiş olan anne gibi, öfke düzeyi düşük sebepler kalır çocuğun hayatında. Bölünme savunmasına ihtiyaç kalmadığında ise yorulmuş olan anne, o sırada film seyreden anne, acıktığı için yemek yiyen ve onunla ilgilenemeyen anne gibi içerikler kazanır. Bunların çocukta yarattığı duygu artık öfke değildir.
“Mutlak dürtü alanı” ve “mutlak öfke alanı” oluşmamış, hiç ayrışmış ruhsal enerjisi olmayan bebeklerde -büyük oranda kendilerini doğuran anneleri tarafından büyütülmeyen bebeklerde- bölünme savunması ya oluşmaz ya da yetersiz oluşur. Bu bebekler için iyi, aynı zamanda kötüdür, kötü, aynı zamanda iyidir. Savunma bir türlü tam çalışmaz. Bunun nedeni, bebeğin ruhsal yatırım kapasitesinin sadece dönüşmüş dürtü enerji içerikli olmasıdır. Dolayısıyla nesneye yapılan yatırımın içinde her zaman, azalmış da olsa, öfke vardır. Bu durumda kullanılan savunma dayanıksız olur; “iyi anne” tam “iyi” olamadığı için, bebek bazen annesini iç dünyasında kaybeder ve o an büyük paniğe kapılır. Böyle durumlarda katılarak ağladığı, bir türlü sakinleştirilemediği, derin bir altüst oluş yaşadığı gözlenir. Durum kontrol altına alınamıyorsa, doğum travmasını hatırlatan, yok oluş deneyimi yaratan bir dehşet duygusu oluşur. Bu çocukların dikkatleri, algıları, düşünce süreçleri bozulur; dışarıdan bakıldığında zekâları düşük zannedilebilirler.
Aynı durum bir erişkinde oluştuğunda ise “iyi” ve “kötü” birbirine karışır. Beraberinde, zihinde de bir karışıklık başlar, kişi neyi nasıl yorumlayacağını şaşırır. Bu durum bazen oryantasyonun/yönelimin bozulmasına kadar gider. Bazen “iyi”nin kaybı, dış dünyaya hiçbir ilgi duyulmamasına yol açar. Bazen önce bir kuşkuculuğun oluşmasına, daha sonra da paranoid bir psikotik tabloya dönüşür.
Akıl hastalığı öncesindeki en kayda değer aşamalardan biri, “bölünme savunma mekanizması”nın çökmesidir. Kimi insanların bu çöküşe yatkın olmalarının altında, kesinlikle, yeterince ayrışmış mutlak dürtü ve mutlak öfke enerji alanlarına sahip olmamaları yatar. Bu durumda, “iyiliği” ve “iyi”yi muhafaza edebilmek imkânsız hale gelir. Bölünme mekanizmasının varlığı bebekte ve erken çocuklukta “iyi annenin” muhafazasını sağlarken ve çocuğun canının yanması, korku, ayrılıklar gibi çeşitli travmalardan daha az etkilenmesi için zorunluyken, erişkinlikte, nesneleri “iyi” ve “kötü” olarak bölerek onların oldukları gibi, ne melek ne şeytan yerine konmadan kavranmasını da bozar. Bu savunma mekanizmasını erişkinlikte kullanan insanlar her şeyi siyaha ya da beyaza çevirmek zorunda kalırlar; gri renkleri yoktur. Söz konusu savunma mekanizması ya hep ya hiç algılamasıyla hayatı yüzeyselleştirse de, bu savunmayı kullanmak zorunda olan insanların hayatla bağının sürmesini sağlar ve hastalanmalarını engeller.
Sağlıklı bir gelişmede bölünme mekanizması ancak 3 yaşından sonra, çocuğun içindeki yok edici öfke, yani orijinal ruhsal enerji iyice azaldıktan sonra ortadan kalkar. Öncesinde bu savunma nesneleri muhafaza etmek gibi son derece önemli bir işlev görür; nesne devamlılığını ve nesnelerle kalıcı bir ilişki oluşturmamızı sağlar. Yok edici öfkesinden kurtulmuş, zaten nesne devamlılığını sağlamış çocuk bu savunmayı artık ebeveynlerinde, arkadaşlarında kullanmayı bırakır. Onları daha iyi anlar, “iyi” ve “kötü” yönleriyle kabullenir. Ancak savunma bu kez, çocuğun oyunlarındaki iyilere ve kötülere aktarılır. Ergenlik çağının altüst oluşunda ise, ergenin, yoğun olarak tekrar yakınındaki insanlara da aktarmasıyla sürer. Bölünme savunmasının tamamen bırakılması, ancak erişkinlikte mümkündür. Bu durumda herhangi bir ayrımcılık, ötekileştirme, birilerini Allahlaştırma, aşırı yüceltme, aşırı hayranlık gibi eğilimler insanın hayatından çıkar; artık sevgi çağı başlamıştır; ne düşmanlığa ne de abartmaya gerek ve ihtiyaç kalmıştır.