III GERÇEKLİK SEVGİSİ

“Gerçeklik sevgisi” dönemi, hâkim duygunun sevgi olmasıyla ve kişilik örgütlenmesinin sevgi duygusunun gereklerini yerine getirebilecek yeterliliğe ulaşmasıyla oluşur. Sevgi, ruhsal enerjimizin en gelişmiş kısmıdır. Enerjimizin çok büyük bir kısmını kendimizi kötü hissetmekten kaçınabilmek, hayatta kalmayı becerebilmek ve ihtiyaçlarımıza karşılık bulabilmek için kullanırız. Bu hedefleri gerçekleştirmek hiç de kolay değildir. Aksamalar, öfkenin ve korkunun artmasıyla kendini belli eder ve var oluş son derece azaplı bir hale gelir. Oysa ancak öfkenin ve korkunun zorlayıcı baskısından kurtulan insan kendisine sevebileceği bir dünya kurmaya yönelebilir. Bunu yapabilmesi için insanın ruhsal enerjisinin yapıcı, oluşturucu bir niteliğe erişmiş olması gerekir. Bu enerjiyi kullanıma sokan duyguya, sevgi diyoruz.

Meme sevgisinden hakikat sevgisine
Bebek kendisini doğuran annesi tarafından bakılıyorsa, ruhsal yatırım yapabilecek hale ortalama koşullarda 3 ayda gelir ve artık kendince sevmeye başlar. Elbette bu çok ilkel bir sevme biçimidir çünkü bebeğin ilk nesnesi memedir ve sevgisi de ilkin memeye yöneliktir. Meme, bebeği gerginlikten kurtaran, onun öfkesiz hale geçmesini sağlayan nesnedir; bu nitelikler meme sevgisinin ön koşuludur. Bir başka ifadeyle, bebek, onu gerginlikten kurtarıp öfkesiz hale getirdiği, “kendini kötü hissetmekten” kurtardığı için memeyi sever. Bu anlamda, bebek için memeyi sevilebilir yapan, işlevidir. Bebek ister emzirilsin ister mamayla beslensin, onu gerginlikten kurtaran ve rahatlatan bu nesneye yaptığı ruhsal yatırımın adı, “meme sevgisi”dir. Meme emmeyen bir bebek, bu işlevi yerine getiren anneyi meme sevgisiyle sever; bu durumda bizzat annenin kendisi, bebek açısından rahatlatan, gerginlikten kurtaran memedir. Annenin bu vasfı yoksa, çocuk ilişkisiz kalır ve ya otistik olur ya da çocukluk psikozu geliştirir.
Meme sevmenin karakteristiği, “meme sütünü kaybedebilir”, “memenin de ihtiyaçları vardır”, “meme yorulabilir” gibi gerçekliklerin farkında olunmamasıdır. Dolayısıyla bütüncül bir insan varlığının bir işleve, organa indirgenmiş olması durumudur aynı zamanda. Bir erişkin de bir başka insanı meme yerine koyduğunda onun yorulabileceğini, öfkelenebileceğini, sıkılabileceğini anlamaz; ortaya son derece bencil, anlayışsız ve tek yanlı bir ilişki çıkar. Kısacası, meme sevgisi varlığa iyi gelen ama karşılıksız ve sonsuz doyurucu olması beklenen bir nesne ilişkisidir.
Hatırlanacağı gibi, “Bölünmez Bütünlük”ten gelmiş olan ve kendisini, “Bölünmez Bütünlüğün parçası” olduğu için aynı zamanda onun “kendisi”, yani Allah zanneden bebek 9. aya kadar anneyle bir bütünleşme ilişkisi içerisindeydi. Bu süreçte kendisini annesinin parçası olarak veya annesini kendisinin parçası olarak algılıyordu, bu iki algılama biçimi iç içeydi. Bebek, 9. aydan itibaren artık annesini kendisinden ayrı bir varlık olarak algılıyor ve ona karşı büyük bir hasedi uyanıyordu. Hasedi anneyi yok etmek isterken, bebek bir yandan da annesini kendisini oluşturan, besleyen, canlı tutan, anlamlandıran bir varlık olarak tanımlıyordu. Bebeklik boyunca değişimler gösteren bu sevme biçiminde, bebek için annesi “Allah”tır, dolayısıyla bu sevme biçimine Allah sevgisi demek hiç de yanlış olmaz. “Allah” imgesi aslında bebek annesinin imgesinden oluşur ve bu anlamda herkesin bebekliğinde annesiyle farklı bir deneyimi olacağı için, herkesin Allah’ı farklıdır ve kendine özgüdür; herkesin Allah’la ilişkisi son derece kişiseldir ve Allah’la kul arasına girilmez.
2,5 yaş dönemine gelene kadar omnipotansını dış dünyada deneyimleyip dünyanın tehlikeli bir yer olduğunu algılayan çocuk bu kez anneye ait olmayı ve onun da kendisine ait olmasını isteyen bir sevme biçimine geçer. Bu ilişkide anne sahip, çocuk onun kölesi gibidir. Bir önceki bölümden de hatırlanacağı gibi, çocuğun karakterinin şekillendiği dönem de bu süreçtir. Çocuğun annenin kendisine ait olması isteği, onun sevme biçimine kıskançlık duygusunu katar, çocuk anneyi kimseyle paylaşmak istemez. Bu dönemde çocuk anneye bağlanmayı ve ona haset duymadan kendisinden çok yukarılara koymayı başarmıştır. Bu anlamda, büyük bir narsisistik fedakârlık gerçekleştirmiştir ama bozulan narsisistik dengesini yeniden kurmak için onun “bir tanesi” ve “biriciği” olmak istemektedir. Bu yolla çocuk kendisini anneye ait kılmışken, onun da kendisine ait olmasını sağlamaya ve narsisistik şişkinliğini bırakmamaya çalışır. Öte yandan da annesini kendisine ait hissederek sevilmeme ve bırakılma korkularından kurtulmaya, tehlikelerden korunma ve ruhsal varlığını sürdürme ihtiyacını garanti altına almaya uğraşır.
Bu süreç perspektifinden bakıldığında sevginin bir anda oluşmadığını, çeşitli dönüşümlerden, kademelerden geçerek gerçek sevgiye dönüştüğünü anlayabiliriz. Meme sevgisi, Allah sevgisi, kendi parçası olarak sevme, kendine ait kılma ve ait olma aşamaları kesintiye uğramadan kademe kademe oluşmalıdır ki, insan gerçeklik sevgisi aşamasına gelebilsin.
Çocuğun ergenlik çağındaki kapasitesiyle ise ancak “mükemmel olan sevilebilir”. Bunun herkesin anladığı anlamdaki mükemmel olması gerekmez. Gencin mükemmellik örneği bazen bir pop yıldızı, bazen politik bir lider olabilir. Genç, artık anne babasını beğenmemektedir. Bir yandan kendisine yeni yüceltme nesneleri ararken, diğer yandan da kendince mükemmel olmaya çalışmaktadır. Bu sırada esas sevgisi önce kendi cinsine yöneliktir; karşı cinsi ise idealize etmektedir ve âşık olmaya çok müsait bir durumdadır. Gencin karşı cinse duyduğu ilginin motorunu, dürtüleri oluşturur. Genç, dürtülerini aile dışındaki dünyaya yönlendirmeye çalışır ve bu, onu kendi nesnesini aramaya zorlar. Bu zaruretle karşı cinse yönelen genç kendisine benzemeyeni gözünde büyütmeye, kendisine benzemeyenden korkmaya başlar. Karşı cinsi yüceltmekle âşık olmak, öfkelenmekle küçümsemek arasında gider gelir. Bu iki karşıt duygudan dolayı karşı cinsle olan ilişkisi henüz kalıcılık ve istikrarlılık vasfı taşımaz.
Aslında bütün bu sevme biçimlerinde sevgi nesnesi bir türlü gerçek haliyle sevilememektedir. Ya “meme sevgisinde” olduğu gibi nesne ihtiyaçsız kabul edilmekte ve her koşulda ondan rahatlatma işlevi beklenmektedir, ya bir bebeğin yaptığı gibi “Allah” veya “sahip” haline getirilmekte ve ondan korunma ve yardım talep edilmektedir ya da ergenlik çağında olduğu gibi, sevgi nesnesi yüceltilerek dünyanın en bulunmaz, en erişilmez insanı haline getirilmektedir.
Erişkin dönemde ise insan, o zamana kadar gelişmesini kesintisiz sürdürebildiyse, kendisine benzemeyeni, farklı olanı sevmeyi öğrenir. Kendine benzemeyeni sevme deneyimi, çoğunlukla karşı cinsle yaşanan yoğun bir ilişki içinde öğrenilir. Aynı süreç, yine yoğun olarak yaşanması koşuluyla farklı bir milletten, kültürden veya farklı inançlardan insanlar arasında da yaşanabilir. Kendine benzemeyeni sevme deneyimi insana herkesin farklı tabiatları olduğunu, insanın kendisinden bekledikleriyle karşısındaki kişiden beklediklerinin farklı olması gerektiğini öğretir. Kişi, başkalarını kendisinden yola çıkarak yargılamaktan ve değerlendirmekten kurtulur. Böylece, insanoğlunun tabiatından gelen kendi merkezliliğinden önemli bir kopuş gerçekleşir.
İnsanın her şeyi beş duyusu ve sezgileriyle algılayan bir varlık olması ve bu algılama sistemi etrafında bir “kendilik” geliştirmesi, onu kendi dünyasının merkezi haline getirir. Bu kendi merkezlilik kaçınılmaz olarak insanoğlunu bütün dünyayı kendinden kalkarak değerlendirme eğilimine sokar. Aksi takdirde kendi gördüklerimize, deneyimlerimize göre değil başkalarının söylediklerine göre yaşardık. Ancak ruhsal gelişme kesintisiz sürüyorsa kendiliğimiz o kadar güçlenir ki, farklı olandan korkmamak, hatta sevmek mümkün olur. Bu aşamada kendi merkezlilik ortadan kalkar. Bunun sonucu insanın her türlü ayrımcılıktan kurtulmasıdır ve kalıplardan kurtulmak hakikat sevgisine yol açar. Hakikat, muazzam canlılığı ve dinamizmiyle insanı kendini önemsemekten, boş yere bir şeyleri denetlemeye çalışmaktan, çok bilmeye çalışmaktan kurtarır ve yaşlılığı, hastalığı, ölümü korkulacak şeyler olmaktan çıkardığı için kişiyi özgürleştirir.
Sevme kapasitemiz arttığında ve gerçek sevgiye, hakikat sevgisine dönüştüğünde, karşımızdaki insanı olduğu haliyle, hataları, sevapları, eksikleri, fazlalarıyla bir bütün olarak algılarız. Onun mükemmel olmasına ihtiyacımız kalmaz. Bu süreçte kişinin kendisiyle de barıştığını, kendisini eksiği, fazlası, hatası ve sevabıyla, kalıplara sıkıştırmadan olduğu haliyle sevebildiğini görürüz. Bu aşamada insan, kendisi dışındaki varlıkları da kalıplarından, biçimden sıyırarak görmeye başlar; olan bitenin özüne yönelebilir, yargılayıcı olmaktan çıkar. Başka insanların gerçekliği, var olanı tahrif etmeleri, kendilerini ve çevrelerini kandırmaları onu rahatsız eder. Hiçbir biçimde böyle bir tutumun parçası olmamak önemli bir prensip haline gelir. Denilebilir ki, bu aşamada kişi, kendi hakikatini sevmeye başlayarak hakikat sevgisine erişir.
Hakikat sevgisinin başka bir boyutu ise kaderini sevmeye başlamaktır (amor fati). İnsanın kaderini sevmesi için başına gelen olayları, kendisini ve başkalarını “iyi” ve “kötü” kalıplarına sokmaktan kurtulmuş olması gerekir. “İyinin” ve “kötünün”, siyahla beyazın değişen koşullarda kolaylıkla birbirine dönüşebildiğini, bütün bunların büyük bir bütünlüğün parçaları olduğunu idrak etmiş olması gerekir. Bu aşama, insanın başına gelen ve gelebilecek her şeyi kabul edebilecek hale gelmesiyle mümkündür. Kişi, hayatın zor olduğunu, insanın acıyla büyüdüğünü ve mütevazılaştığını anlamış olmalıdır. Acı verici deneyimler gelişmenin olmazsa olmaz koşuludur. Salt kitap okuyarak, kendini dünyadan uzaklaştırarak, ruhsal deneyimlerden uzak durarak ruhsal gelişme sağlanamaz. Hayat ancak acı veren taraflarıyla, gerçekliğin insanı büyümeye mecbur eden sertliğiyle sevilebilir hale geldiğinde gerçeklik sevgisinden bahsedebiliriz.
Hakikat aslında son derece amir bir hüküm oluşturur. Hakikatin çiğnenmesi, inkâr edilmesi, bunu yapanların sonunda hep acı çekmesine ve hayatlarını gerginlik içinde yaşamalarına yol açar. Aslında her insan gerçekliği, içindeki en derin bir yerden algılar. Bu en derin tarafımıza ruhumuz diyebiliriz. Dolayısıyla hakikatin inkârı, ancak ruhumuzdan uzaklaşmamız halinde mümkündür. Bu ise insanı yüzeyselleştirir ve hayatı anlamsızlaştırır; yiyip içip, çıkarları için yaşayıp sonra da ölen bir varlığa dönüştürür. Hakikatin kabul edilememesi, ister insanın kendi hakikatini benimseyememesi isterse dışımızdaki hakikatin tahrifi olsun, sonuçta hayatın bozulmasına ve kalitesinin düşmesine yol açar. Yapılan tahrifat sadece bir alanda bile olsa, bir süre sonra ister istemez bütün ilişkilerimize yayılır, giderek her şey anlam kaybına uğrar. Psikanalitik psikoterapi, büyük ölçüde insanın bilinçaltı dediği, farkında olmadığı hakikatini de anlaması ve kabul etmesi üzerine kurulduğu için, hakikatin kabulünü kolaylaştırarak büyütücü ve geliştirici bir etki yaratır.
Hakikate ya da bir insana yönelmiş olsun, sevgi aslen enerjidir ve sevilen varlığa/nesneye bir ruhsal yatırım yapılmasını sağlar. Bu anlamda sevgi, ruhsal yatırımın en olgunlaşmış biçimidir. Ancak, hakikat sevgisine kadar olan süreçte de görüldüğü gibi, bütün ruhsal yatırımlar sevgi yatırımı değildir. Sevginin ne olduğunu tam anlayabilmek için, onun diğer ruhsal yatırımlardan farkını daha detaylı bir şekilde ortaya koymak, kavramak gerekir. Ruhsal yatırımlar genel olarak iki ana kategoride toplanır: Nesne yatırımları ve narsisistik yatırımlar. İhtiyaçlarımızı veya dürtülerimizi bir insana yönelttiğimizde, nesne yatırımı yapmış oluruz. Sevgi de nesne yatırımları kapsamında yer alır.