Kapılara takılan kilitler, kaleler, ordular, silahlar, tüm bunlar dünyayı kendimiz ve sorumluluğunu üstlendiğimiz, yatırım yaptığımız insanlar için daha az tehlikeli bir hale getirmek üzere bulduğumuz yollardır. Kendini güven içinde hissetme ihtiyacı çok temel, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Ortam buna uygun değilse, tehlike varsa, ortaya korku çıkar. Korkunun uzaması, azaltılacak veya ortadan kaldırılacak bir yolun bulunamaması, “kendini kötü hissetme” duygusunun oluşmasına yol açar ve kişi giderek işlev göremez hale gelir. Bu durum kişinin “kendini kötü hissetmekten kaçınma” düzeyine inmesine, bir başka ifadeyle ruhsal regresyona yol açar. Uzayan gerginlik tekrar fantezi dünyasına kayarak azaltılmak zorunda kalınır; kişi, “yok canım, bana bir şey olmaz, olacak olsa şimdiye kadar olurdu,” demeye başlar.
“Hayatta kalma dürtüsü” tarafından yönetilen kişilik yapılanması tehlikelerin kabulü üzerine oturduğu için, bu insanlarda korku duygusu büyük bir yer tutar; bu kişilik organizasyonunu “korkudan kaçınmaya çalışmak” olarak da nitelendirebiliriz. Korku, daha çok tehlikeler karşısında duyulan türdendir ve kaçınma davranışı olarak kendini geliştirmek, yeterliliğini artırmak, bütün kötü ihtimallere hazır olmak, her şeyi denetim altında tutmaya çalışmak, para biriktirmek ve harcamamak, bütün kurallara harfiyen uyarak tehlikelerden kaçınmak gibi yollar bulunur. Bu yolların bir kısmı kişinin donanımının hayat gerçeğine uygun hale gelmesini ve ruhen gelişmenin sürmesi sağlarken, bir kısmı da obsesif (takıntılı) kişilik yapısının oluşmasına yol açar.
Dış dünya kavramının oluşabilmesi için bebeğin kendisini ve kendisi dışındaki dünyayı ayırt edebilmesi, yani içerisiyle dışarısı arasındaki sınırların oluşmuş olması gerekir. Hatırlanacağı gibi bu sınırlar 9. ayda, bebek, annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduğunu anladığında oluşuyordu. Bu durumda bebek iç, annesi dış haline gelir. Bu idrak sonucunda bebekte sadece dış dünya ile kendisi arasındaki sınırlar oluşmaz, bebeğin iç dünyasında anne imgeleri ile kendilik imgeleri de birbirinden ayrılır ve ruhsal yapılanma yeni gelişkinlik düzeyine uygun hale gelir.
Bebeğin annesinin ayrı bir varlık olduğunu anlaması, onunla kendisi arasındaki farklılıkları hemen algılamasını sağlamaz. Annesinin nasıl birisi olduğu konusunda bebeğin bir kavrayışı yoktur ve ister istemez onu kendisinden yola çıkarak anlamaya çalışır. Hatırlanacağı gibi bebek bu durumda önce annesinden korkmaya başlıyor ve onun da kendisini yemek istediğini zannediyordu çünkü hasedinden dolayı kendisi böyle bir durum içindeydi ve annesinin kendisinin olamayacağı kadar öfkesiz ve sevgi dolu olduğunu ancak büyüdükçe ayırt edebilecekti. Bu sürece, “ayrıştırma” (diferansiasyon) denir.
Bebeğin, annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduklarını kabul etmesi hızlı bir değişimi başlatır. Her şeyden önce bebeğin anneye hasedi, yani yok edici öfkesi çok artar ve iç ve dış tasavvurları oluştuğu için de, kendisindeki “kötü”yü -yok edici öfkeyi- dış dünyaya ve annesine yansıtır. Bebek bu öfke içeriğine uygun imgeler yaratır; 9 aylık bebeğin korkusu çok fazladır. Bu kadar büyük bir öfkenin yansıtılması dünyayı yaşanamayacak korkunçlukta bir yer haline getirir (bir önceki bölümde, şizofreni vakasında anlatılan hastanın durumunda olduğu gibi).
Daha azalmış bir öfke durumunda ise yansıtma, tekinsizlik duygusuna yol açar. Bunun en ilkel hali doğaüstü varlıklardan, daha gelişmiş hali ise iyi tanımlanmış iç ve dış düşmanlardan duyulan korkudur. Tekinsizlik duygusu bebeğin/çocuğun yalnız kalamamasına yol açar. Yansıtma mekanizması bu kadar korkunç ve tehlikeli bir dış dünya tasavvuru oluşturmasına rağmen, bebek, öfkesinin kendiliğine yönelmesinden bu savunma sayesinde kurtulur; böylece hiç olma, yok olma korkusu azalır, kendiliğin bütünleşmesi hızlanır. Zaten bebek kendisini annesinden ayırdığı için, kendilik oluşturma ihtiyacı da artmıştır.
Yansıtılmış korkunun izleri bütün erken çocukluk ve çocukluk çağı boyunca görülür. Çocuk karanlıkta kalamaz, korku filmlerinden çok fazla etkilenir. Canavar, cadı, kötü ruh, uzaylı gibi çeşitli kötülük imgeleri yaratmıştır. Genel olarak, çocuğun 1,5 yaşından sonra annesini kadir-i mutlak/omnipotan/tümgüçlü yaparak ona çok güçlü bir biçimde bağlanmasının en önemli nedeni, tekinsizlik duygusu yaratan, yansıtılmış yok edici öfkeden kaynaklanan korkudur. Çocukluk çağı boyunca bu korku azalarak devam eder. Bir çocuktan yalnız kalabilmesini, karanlıktan korkmamasını bekleyemeyiz. Çocuğun yansıtılmış öfkesi azaldıkça, tekinsizlik içeren soyut korkuların yerini daha somut korkular alır. Başlangıçtaki öcü, canavar imgelerinin yerine düşmanlar geçmeye başlar. Çocuğun bu aşamaya gelebilmesi, en uygun koşullarda 3 yaşını bulur. Düşmanlara karşı en büyük güvenceyi baba sağlayacağı için, giderek babaya olan ihtiyaç ve yatırım artar, çocuk babayı yüceltir.
Tehlikeler karşısında duyulan korku ise buna sebep olacak durumlar veya nesneler karşısında hissedilen gerçekçi bir korkudur; bu nedenle tamamen sağlıklıdır. “Hayatta kalma becerisinin oluşturulması”nı sağlayan kişilik yapılanması bu duygunun etkisi altında oluşur. Normal gelişme sürecinde çocuğun hayatın tehlikelerini kabullendiği ve hayatta kalabilmek için kendisini geliştirmeye çalıştığı döneme, “yeterliliklerin artırılması” dönemi diyebiliriz. Bir anlamda çocuk dış gerçekliği kendi fantezi dünyasının çarpıtmasından sıyrılmış olarak algılamış ve gerçek bir ilişki oluşturmaya başlamıştır. Bu ilişkide kendisini küçük ve yetersiz, dış dünyayı ise baş eğdiremeyeceği ve denetleyemeyeceği bir güç olarak kabul etmiştir. Onun gözünde ebeveynler dış dünyanın altından kalkabilmektedir; bu yüzden çocuğun onlara olan ruhsal yatırımı artar.
Tehlikeler karşısında duyulan korku sadece somut tehlikelerden değil, daha genel altüst oluşlardan duyulan korkuyu da içerir. Bilinmeyenden korkmak, belirsizliğin belli bir ölçüde korku ve tedirginlik yaratması, muhtaç duruma düşmekten korkmak bütün insanlar için ortak duygulardır. Muhtaç duruma düşmek ve özgürlüğünü kaybetmek, kendini muhtaç olduğu kişiye endekslemek zorunda kalmak belli bir özgürleşme aşamasına gelmiş insan için elbette korkutucudur. Aynı şekilde, insanın, canlılığın sonlanması anlamına gelen ölümden korkması da doğaldır. Bu tip korkuların olmaması, ancak insanın kendisine bir şey olmayacağına inanmasıyla mümkündür ve insanın güçlenme, her olasılığı hesaba katarak kendini birçok alanda geliştirme, bilme ve öğrenme ihtiyaçlarını köreltir. Bunun sonucu ise gelişmenin yavaşlaması veya bozulmasıdır.
Tehlikeler karşısında duyulan korkunun oluşabilmesi için her şeyden önce çocuğun dış dünyaya yönelmiş olması, ruhsal yatırımını anneden çekip dışındaki dünyaya kaydırmış olması gerekir. Bu yatırım değişikliği çocuk yürümeye başladıktan sonra oluşur. Öte yandan çocuk “kendisine bir şey olmayacağı”, “her istediğinin olacağı” fantezisinden kuşku duymaya başlamış olmalıdır ki dış dünyanın tehlikelerini fark etmeye başlasın ve onu dönüştürecek olan korku duygusu oluşsun. Çocuğun her istediğinin olacağına, kendisine hiçbir zarar gelmeyeceğine, her istediğini yapabileceğine ve her istediği olabileceğine inanması gibi içeriklere, omnipotan fantezi denir. Çocuğun dış dünyanın tehlikelerinden korkmaya başlaması için omnipotan fantezilerinin sarsılmaya başlaması gerekir.