Haset duygusu

Normal gelişen bir bebek, 9. ay civarında artık annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduğunu algılamaya başlar. Bu algı, bebeğin fantezi dünyası için çok büyük bir darbe oluşturur çünkü bütünleşme dönemi boyunca kendisinin annesiyle beraber “her şey “olduğuna inanmıştır. Bunun böyle olmadığını algılamak bebeğin fantezi dünyasının büyük bir gürültüyle çökmesine sebep olur; ya annesi “her şey” olacaktır ya da kendisi.
Dışarıdan bakıldığında bebek elbette bağımlıdır ama bunu 9. aya doğru kavramaya başlar ve benimsemek de istemez. Aklı tekrar Tanrı olmaktadır. Dolayısıyla karşılaştırmalar yapmaya da başlar. Bu dönemde, kendisinden ayrı bir varlık olan annesinin, kendisinin yapamadığı şeyleri yapabildiğini artık görmektedir. Kendisi yürüyemezken annesi yürür, kendisinin çıkarabildiğinden daha farklı ve fazla sesler çıkarır, daha büyüktür vb. Bu fark edişlerin ezici etkisi altında, bebeğin, kendisinin “her şey olduğuna”, “her istediği olabileceğine” dair inançları kesin bir biçimde sarsılır. Fantezi dünyasını ayakta tutamamak ve bu fantezinin yıkılması büyük bir narsisistik çöküş oluşturur; bu da, 9 aylık bebeğin ruhsal alanına öfke-dürtü karışımı halindeki orijinal ruhsal enerjinin dolmasına yol açar.
Bebeğin fantezi dünyası terimini kullanırken kafa karışıklığına neden olmamak için şöyle bir saptama yapmakta yarar var: Tarif ettiğim durum, bebeğin zihinsel ve kavramsal alanı oluşmadan önceki dönemleri kapsamaktadır. Bebeğin henüz insanlık kültürünün bir parçası haline gelmediği bir dönemi, insanlık kültürünün verilerini kullanarak anlatma çabasının “tam gerçeği” ifade etmesi mümkün değildir. Bir durumu, başka bir durumun malzemelerini kullanarak tam aslına uygun bir şekilde inşa etmek imkânsızdır. Yine de, akıl hastalığı yaşamış insanların hastalıkla ilgili deneyimlerinin ve bu insanların ruhsal yapılanmasıyla ilgili gözlemlerin konuyu ele alınabilir kıldığını düşünüyorum.
Bebeğin artan öfkesi anneye yönelir çünkü yapabildikleriyle ve özellikleriyle bu duygu karışımının ortaya çıkmasına yol açan, annedir. Annenin varlığı, “her şey olma” fantezisine tutunmaya çalışan bebeğin bu kez tam diğer uca savrulmasına, kendisini bir “hiç olmuş” gibi algılamasına yol açar. Anneye yönelen ve 9. ay civarında bebeğin annenin ayrı bir varlık olduğunu idrak etmesiyle ortaya çıkan bu öfke biçimi, hasetten kaynaklanır. Bebeğin anneye karşı hissettiği duyguya da haset duygusu denir. Haset duygusunun ortaya çıkması, bebeğin hayatında doğumdan sonraki ikinci büyük gelişimsel travmayı oluşturur. Fantezilerin sarsılması, büyük miktarda orijinal ruhsal enerjinin bu sefer haset duygusu olarak ruhsal alana girmesine neden olur.
Burada öncelikle şunu belirtmek isterim: Enerji niteliği bakımından orijinal ruhsal enerjiyle haset enerjisi aynı şeydir. Dolayısıyla haset enerjisi canlı kalabilmenin, ruhsal gelişimin enerjisidir aynı zamanda. Haset enerjisi dolayısıyla 9. ayda oluşan haset duygusu da haset edilen varlığı içine alma, onu yiyip yutma arzuları oluşturur; tıpkı yeni doğan bebeğin orijinal ruhsal enerjisi gibi bir kullanım potansiyeli vardır. Bununla birlikte, haset enerjisiyle haset duygusu arasında büyük bir fark vardır. Haset enerjisi, bir fizik kanunu gibi çalışır; ortaya çıktığında büyük bir öfke, gerginlik ve korku olarak yaşanır, daha çok ruhsal bir atmosferi ifade eder. Bu anlamda, kişiye bir sorumluluk yüklemez; kişi, fail konumunda değildir, sadece, adeta cehenneme düşmüş gibidir. Haset duygusunda ise kişi, karşısındakinin yok olmasını istediğinin farkındadır, onun özelliklerini kendisine isterken, onu içine almak istediğini de algılamaktadır. Hatta derinlerde yamyamlık arzusu bile hissedebilir. Bu yüzden kendisini “kötü”, “günahkâr” ve “lanetli” olarak niteler.
Bu anlamda, haset duygusu zarar verme korkusunun gelişmesine de neden olur. Haset yok etmek isteyen, yok ettiğini içine alıp (yiyip) onun özelliklerini edinmek isteyen bir duygu olduğu için, anneye karşı oluşan bu yamyamca istekler bebeğin dünyasını allak bullak eder. Hasedin bu içeriği, bebeğin annesine zarar vermekten korkmasına neden olur. Bu durum bebeğe, yakınlığını doğru idare etmeyi öğretmeye başlar. Bebek, zarar görmekten veya zarar vermekten kaçınmanın uzaklaşmakla mümkün olduğunu anlar. Bu bilgi bize hayatımız boyunca yardımcı olacaktır. Yine, bebeklik döneminde, annenin yapabildiklerini yaptıkça hasedin azaldığını anlamamız bize, haset ettiklerimize benzedikçe hasedimizin azalacağını öğretir. Bir bakıma onları yiyip yutmadan, öğrenme aracılığıyla onlar gibi olmanın bir yolu olduğunu anlarız. Böylece önce taklit etme, daha sonra da özdeşleşim ihtiyaçlarımız oluşur. Bütün bunlar insanın insanlaşmasında olmazsa olmaz önemde konulardır. Uygarlığımız, haset duygusunun dönüştürülmesiyle oluşmuştur. Ham haliyle yakıp yıkıcı, parçalayıp yok edici olan bu enerji dönüştükçe yapıcı bir enerji haline gelir; insan ruhunda birçok duygunun oluşmasına hizmet eder.
Bebekliğin 9. ayı, bir bakıma bebeğin ikinci doğumu gibidir fakat bu kez söz konusu olan, annesinden ayrı bir varlık olan bebeğin “kendiliği”dir. Bu seviyede bebekte “ben” kavramı oluşur. Bebek, kendisi dışında anneye de Allahlık atfederken, ona benzemek için büyük bir çabaya girişir. Böylece, haset duygusunun açığa çıkmasıyla beraber kendiliğin inşası büyük bir hız kazanır.
Bebekte haset duygusunu açığa çıkaran, annesinin kendisinden ayrı bir varlık olduğu ve kendisini “her şey” zannederken aslında annesinin kendisinden daha üstün olduğu şeklindeki kavrayış bebeğin gelişmesi açısından olmazsa olmaz iki temel gerçektir ve anneyle yaşadığı binlerce deneyim sonucunda oluşur. Bu kavrayış bütün bebekler için kaçınılmaz olmakla ve büyük bir çöküşü getirmekle birlikte, daha kısa sürede ve daha sağlıklı atlatılabilmesi, bütünleşme döneminin ne oranda güçlü yaşanabildiğiyle ve dolayısıyla bebeğin ayrışmış enerji miktarıyla doğrudan ilişkilidir. Bebeğin bu aşamaya gelebilmesi için annenin kendisiyle bebeği karıştırmayan bir kadın olması ve bebekle beraber olması gerekir. Annenin bebekle sınırlı saatler içinde ilgilenmesi bu kavrayışları geciktirir. Her iki durumda da bütünleşme dönemi uzar. Bu da bebeğin ruhsal gelişmesinin yavaş veya hasarlı olması demektir.
Haset duygusunun ortaya çıkmasıyla bebek bir yandan annesine büyük bir ihtiyaç duyar ve onunla yeniden bütünleşmek ister, diğer yandan da ondan uzaklaşıp, uyandırdığı hasetten kurtulmaya çalışır. Anneye yakın olduğunda hasedi açığa çıkar, uzak olduğunda da onu ister. Bu çatışmalı duygular bebeği alabildiğine huzursuz ve mutsuz eder ve anne üzerindeki yükün de artmasına yol açar. Bu dönem bebeğini memnun etmenin bir yolu yok gibidir adeta. Annenin yapabildiklerini yapmak haset duygusunu azalttığı için, bebek annesini taklit etmeye başlar. Bu dönem hızlı bir öğrenme süreci haline gelir. Bebeğin kendisinin hareketsiz, annenin ise hareketli olduğunu fark etmesi hem haset oluşturduğu hem de anneden uzaklaşma ihtiyacına cevap verdiği için, bebek hızla emeklemeye ve yürümeye yönelir.
Bebeğin bu dönemdeki en büyük korkularından biri, kendi hasedini annesine atfetmesinden kaynaklanır. Bebek, annesinin de kendisine haset etmesinden, onu yok edeceğinden korkmaya başlar çünkü annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduğunu algılamıştır ama henüz annesinin kendisinden “farklı” olduğunu bilmemektedir. Annesini kendisiyle karıştırır ve onu da kendisi gibi zanneder. Böylece bebekte, anne tarafından yok edilme korkusu başlar.
Yine bu süreçte, anne tarafından yok edilme korkusuna eşlik eden diğer duygu, bebeğin kendi hasediyle anneyi yok etmekten duyduğu korkudur. Anneyi yok etmek annesiz kalmaya yol açacağı için, “yok etme korkusu”nun etkisi “yok edilme korkusu” kadar ağırdır. Eğer bebek annesi, bebeğin bu huzursuzluğuna öfkesiz, onu anlayan ve yatıştıran bir tutumla karşılık verebilirse, bebek, annesinin kendisi gibi haset dolu olmadığını, kendisine haset etmediğini kolaylıkla ve kısa sürede anlayacaktır. Aksi takdirde, bebekte “yok etme ve yok edilme korkuları” olacak, bunlarla bağlantılı olarak, ilerleyen yıllarda paranoid eğilimler ve günahkârlık duyguları ağır basacaktır.
9. ayda ortaya çıkan anneye haset duygusu, bebeğin doğum sırasında yaşadığı altüst oluştan farklıdır. Doğum travması, neredeyse fiziksel şiddete maruz kalmak gibidir; bir yok olma deneyimidir ve ardında büyük bir yok olma korkusu ile yakıcı, yok edici bir öfke bırakır. Halbuki 9. aya geldiğimizde, bebekte bir ruhsal yapı oluşmuştur; bebek, iyi ve kötü kavramlarına sahiptir. Bu anlamda, 9. ay bebeği hasette her kayboluşunda, anneyle bebeğin bütünleşme döneminin adeta kutsallık duygusu içinde oluşturdukları “iyilik” kavramı yok edilmiş olur. Bu, bebeğin ruhsal yapılanmasının o an için çöktüğü anlamına gelir. Bebek için çok büyük bir kayıptır, taşınamaz ağırlıkta bir duygu oluşturur.
Bebekliğin bu dönemi için kullandığımız öfke, gerginlik, korku gibi kavramlar nasıl ki bildiğimiz içeriklerinden farklıysa, buradaki iyilik kavramı da öyledir; bütün iyiliklerin özünü oluşturur. Varlık, ancak bu iyilikle var olabilir ve anlam kazanır. Kaybedilmekte olan “Bölünmez Bütünlük” ile kalan yegâne ilişki imkânı, insanlık halinin üzerine bina edileceği zemin, bu “iyi”dir. Bebek, içindeki bu “iyiliği” kaybettiğinde yok olmuş gibi olur. Bu yok oluşun sebebinin kendisi olduğunu da idrak eder. “İyilik”, kendisi tarafından yok edilmiştir. Bu dönemin yoğun hasedini halen taşıyan insanların hissettikleri Tanrı’yı öldürmüş olma, lanetlenmiş olma gibi duygular, bebekliğin o döneminden kalmadır. Bu nedenle, haset enerjisine oranla haset duygusu daha karmaşık ve bebeğin daha fazla sorumlu olduğu, bir bakıma bunun farkında olduğu bir ruhsal durumdur.
Bunun yanında, hissettiği yok edici öfkenin kaynağının kendisi olduğunu idrak edecek gelişmişlik düzeyine sahip olmanın, bu idrakin, kişiyi herhangi bir ruhsal travma durumunda ağır depresyona veya en fazla paranoid bir sendroma sürükleyebileceğini ve aslında bir iyileşme zemini oluşturduğunu da belirtmek gerekir. Bu zeminin oluşmadığı kişilerde şizofreni gibi kalıcı akıl hastalıkları oluşur.
Bütünleşme döneminin Tanrısal, kutsallık duygusuyla dolu atmosferinin yerini paramparça edilme, yenilip yutulma, hasedin ateşinde yakılma korkuları, dahası, hasedi yüzünden en ağır cezaları hak ettiğine ilişkin ağır suçluluk duygularının hüküm sürdüğü cehennemi bir hava almıştır. Artık anne karnı tamamen terk edilmiştir ve bebek “bu dünyanın” duygularını ve korkularını yaşamaya başlamıştır. Bu döneme ait duygusal havayı “paranoid psikozlar”da ve eskiden melankoli denen ağır “majör depresyonlar”da görmek mümkündür. Söz konusu hastalıklar, bu dönemin aşılamamasından ve ruhsal yapılanmanın bu dönemde takılıp kalmış olmasından kaynaklanır.
Haset duygusu, yarattığı bu ağır atmosfere rağmen insanın kendi benliğine yaptığı yatırımı sürdürebilmesi bakımından son derece önemlidir. Karşımızdaki kişiyi kendimizden daha fazla beğenmek, ona kendimizden daha fazla ruhsal yatırım yapmak bizi yok eder. Bu durumda kendi gördüğümüz şeye değil onun söylediklerine, kendi duyduğumuz şeye değil onun inanmamızı istediklerine inanacak hale geliriz, onda kayboluruz. Bu, kendiliğin yok olması demektir; kişinin kendiliğine yaptığı yatırımın azalması, asıl yatırımın haset edilen kişiye kaydırılmasıdır. Böyle bir durumun sonucunda, bu yok oluşa sebep olan kişiye karşı yok edici bir duygu açığa çıkar; bu duygu, hasettir. Bu durumda, hasedin kişinin kendiliğinin yok olmasını engelleyici bir duygu olduğunu söylemek mümkündür.
Haset duygusu, insanlık kültürü içinde en olumsuz duyguların başında sayılır. Gerçekten de, hayata sokulduğunda yıkıcı bir duygudur. Haset eden kişi kendisini o kadar kötü hisseder, o kadar yakıcı bir duygunun tesiri altına girer ki, hasedini uyandıran kişiden nefret eder. Ancak haset ettiği varlığı yok ederse, ona ciddi bir zarar verirse veya çok mutsuz edebilirse rahatlayacakmış gibi bir ruh haline girer. Bu durumda haset edilen kişi sevilemez, iyiliği istenemez; onun kötü duruma düşmesi hasedin yatışmasına neden olacağı için, kötülüğü istenir. Bu nitelik, hasedi yaşam içinde birçok kötülüğün kaynağı haline getirir. Bir insan hasedi tarafından yönetiliyorsa bütün çevresini yok eder ve yalnızlaşır. Bu nedenle, bütün dinler ve ahlak sistemleri insanlardan hasedin denetlenmesini bekler. İnsanlık kültürü hasedi en büyük günah sayarak denetlenmesini sağlamış, bunun tam karşıtı olan sevgiyi yücelterek gelişmiştir.
Haset en ağır haliyle son derece yıkıcı bir duyguyken, hafiflemiş biçimlerinin de çok yaygın olduğunu görürüz. Örneğin rekabet duygusu, rakibe duyulabilecek hasedin onu yenerek daha ortaya çıkmadan engellenmeye çalışılmasıdır. Ya da piyasaya çıkan güzel bir ürüne hemen sahip olma isteği, onu alacak kişilere karşı oluşacak hasedi baştan engelleme isteğidir. Çok başarılı olmak, çok güzel olmak, başarılı veya güzel olanlara haset etmekten kurtulmak için çok önemlidir. Günümüz ekonomik sisteminde yeni tüketim alanlarının ve yeni ihtiyaçların insanların haset duygusunun kaşınmasıyla yaratıldığı son derece açık bir biçimde görülmektedir. Ekonomik sistemin malını satmak, kâr etmek için başvurduğu bu yol, insanları birbirinden üstün olmaya sevk etmektedir. Hasedin kaşındığı ve kullanıldığı toplumlarda insan ilişkileri hızla yıpranmakta, insanlar yalnızlaşmakta, gerçek dostluklar, dayanışmalar görünmez hale gelmektedir. Bunlar hasedin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Haset “kötülük” değildir ama sonuçları kötücül ve yıkıcıdır; deprem gibi, sel gibidir.