Bir şizofreni vakası üzerinden yok edici öfke

Bebeklik dönemi dışında kullanılan yansıtma mekanizması insanı yerinde duramayacak, düşünemeyecek, iş yapamayacak, herhangi bir konuya dikkatini veremeyecek hale gelmekten korur. Kişi daha işlevsel olabilir. Fakat bu savunma kullanıldığında dış gerçekliğin nasıl olduğundan çok daha korkutucu ve tekinsiz bir hale geldiğini, büyük miktardaki yok edici öfkenin olduğu durumlarda dünyanın nasıl cehenneme döndüğünü ayrıntılı olarak ele almıştım. Bu durumu, son derece trajik bir biçimde ortaya koyan bir vaka üzerinden örnekleyerek anlatmak istiyorum.
Söz konusu hasta H. 20’li yaşlarının başında genç bir erkekti ve şizofrenik bir tablo geliştirmişti. Hasta 13-14 yaşlarındayken anne ve babasıyla çocuğun sorunları üzerine görüşmeler yapmıştık. O zamanlar arkadaşlık kuramayan, daha çok evde oturmayı tercih eden, can sıkıntısını bilgisayar oyunlarıyla gideren bir çocuktu. Okulda çok sessiz ve uysal, evde ise her istediğini yaptırmak isteyen ve özellikle babasına yaptıran bir çocuktu. O zamandan aklımda kalan, annesinin elinden çıkan hiçbir şeyi yememesiydi. Genel olarak yemekle ilgili sorunları vardı, ayrıca ya babası ya da kendisi, ona özel yemek yapıyordu. Ergenlik çağındaki bedensel değişiklerle beraber bazen çok çirkin olduğunu, kafasının büyüdüğünü, kaşlarının çok çirkin olduğunu söylemeye başlamıştı. Bu dönemlerde evden çıkmak istemiyor, okula da zorla gidiyordu.
Anneyle babanın arasında büyük bir gerginlik ve çatışma olduğu, babanın anneye duyduğu öfkeyi çocuk üzerinden çıkardığı dikkatimi çekmişti. Baba, anneye “sen annelik yapamazsın” mesajları veriyor, kendisini “iyi anne”, anneyi ise “kötü anne” olarak tanımlıyordu. Çocuğun her istediğini yaparak, onun marka merakına kendi imkânlarını aşarak da olsa cevap vererek “iyi anne” olmaya çalışıyordu. Anne, bu durumda kendisini dışlanmış hissediyor, sıklıkla klinik düzeyde depresyona giriyor, işini, evle ilgili sorumluluklarını yerine getiremez hale geliyordu. H. ise annesiyle arasına bir mesafe koyuyor ve ondan uzakta durmaya çalışıyordu. İzlenimim, dürtülerinin annesine kaymasından büyük bir rahatsızlık ve korku duyduğu yolundaydı. Çocuğun, annesinin elinin değdiği her şeyden uzak durması sanki annesinin dürtüsel çekiminden duyduğu korkuyu ifade ediyordu.
Çocukla yaptığım görüşmede son derece çekingen olduğu, zaten konuşacak bir şey bulamadığı dikkatimi çekmişti. Davranışlarının nedenlerini anlamıyor, duygusal tepkilerini tanımıyordu. Kendisiyle uğraşılmasından, sorular sorulmasından rahatsızdı; onun bir sorunu yoktu ve her şeyi kendisi halledebilirdi.
Annesi ve babası devlet memuruydu. Anne doğumdan üç ay sonra işine dönmüş, bebeğe gündüzleri babaanne ve hala bakmış, anne çocuğu akşamları almıştı. Anne, bebeklik döneminde kocasıyla çok sorunlu bir dönem yaşadığını, depresif durumda olduğunu, intiharı düşündüğünü, bebeğe dikkatini veremediğini hatırlıyordu. Çocuk annesinden çok babaannenin emeğiyle büyümüş, hatta babaanneyi anne yerine koymuş, bu durum ilkokul sonunda şehir değiştirene kadar sürmüştü.
Hastalık tablosu, H.’nin üniversitede okumak için akrabalarının da yaşadığı, doğduğu ve çocukluğunun geçtiği şehre gitmesiyle başladı. H. ile üniversite sınavlarına hazırlanırken, çok gergin olduğu için ve sabahları kalkıp bir türlü dershaneye gidemediği için onunla görüşmeye başlamıştım. H., lise hayatı boyunca çekingen yapısını sürdürmüş, ancak çok yüzeysel arkadaşlıklar kurabilmişti. Onlara güvenmiyordu ve kendisi hakkında olumsuz düşünmelerinden çok korkuyordu. Bu yapısıyla üniversiteyi kazanmasına rağmen üniversite ortamına uyum sağlayamadı. Görüşmemiz sırasında bazı öğrencilerin husumetine maruz kaldığını, kendisini küçümsediklerini, alay ettiklerini söylemeye başladı. Anlattıklarından, okuldaki dünyanın dışında kaldığı, okula gitmek istemediği, anne babasının zoruyla devam ettiği anlaşılıyordu. Okul ortamı haset enerjisinin uyanmasına sebep olmuştu. Kendisini beğenmiyordu ve kendisine duyduğu öfkeyi yansıtmaya başladığı anlaşılıyordu. Bir ay kadar bu zorlanmayı yaşadı. Devam etmesinin sebebi, büyük zorluklarla kazandığı üniversiteyi kaybetmeyi göze alamamasıydı.
Bu sürenin sonunda hafta sonu için İstanbul’a geldiğinde, halasının ve onun hastadan 1-2 yaş küçük kızı olan, üniversitede okuyan yeğeninin, hastayı çok kıskandığı için annesini kandırarak kendisine büyü yaptıklarını söylemeye başladı. Amaç hastanın gücünün alınması, yakışıklılığının bozulması ve başarısızlaştırılmasıydı. Hasta bütün bunların, onlarda kalmaya gittiği bir akşam okuldan söz ettikleri sırada başladığını iddia ediyordu. Hastanın uykuları da bozulmuş ve sıkıntılı ve gergin bir ruh haline girmişti. Büyü yapan akrabaları üniversitenin bulunduğu şehirde yaşadığı için artık okula gitmemeye karar vermişti. Onlarla karşılaşmaktan çok korktuğu anlaşılıyordu. Zaten halası ve yeğeni uykusunda bile onu etkileyerek aptallaştırmaya ve okula gidemez hale getirmeye çalışıyorlardı. Beynini okuduklarından, düşüncelerini çaldıklarından şüpheleniyordu. Bu hezeyanlar, hastanın aslında kendisini büyütmüş olan akrabalarına karşı büyük bir öfke ve büyük bir korku duymasına yol açıyordu.
Hastayı ilaç tedavisi konusunda tecrübeli bir hekime gönderdim. Ailesinden öğrendiğime göre, hastanın kendisine büyü yaptığını iddia ettiği, üniversitede okuyan yeğeni geniş bir arkadaş çevresine sahipti, canlı, neşeli ve sevilen bir gençti. Hasta yeğenine, ona karşı hissettiği hasedi yansıtmıştı ve halasıyla yeğeninin iyiliğini istemediklerini iddia ediyordu. Okul kaydı sağlık raporu ile donduruldu, tekrar İstanbul’a, anne babasının yanına döndü ve bu kez yüksek dozda anti-psikotik ilaçlar kullanmaya başladı. Bir ara kendisinin özel birisi olduğunu, yakında Amerikan başkanı tarafından aranmayı beklediğini söylemeye başladı. George Washington’un reenkarnesi olduğuna inanıyordu. Bu fantezi, kullandığı ilaçların da etkisiyle fazla sürmedi; büyük olasılıkla okula devam edememiş olmasıyla ilgili narsisistik bir yaralanmaya duyduğu tepki sonucu oluşmuştu. Yüksek doz anti-psikotik ilaç sayesinde altı ay içinde tekrar uyuyabilecek, film seyredebilecek hale geldi. Kendisine büyü yapıldığına inanmayı sürdürse de bundan çok bahsetmemeye başladı.
Dış dünyadaki durumunu daha iyi gözleyebilmek için, hasta annesiyle beraber yaşıtlarının da olduğu, daha çok tanıdık insanlardan oluşan bir grupla Akdeniz sahillerinde bir geziye çıktı. Annenin anlattıklarından, seyahatin ortalarından itibaren ilacı iyice azaltılmış olan hastanın giderek durgunlaşmaya, yaşıtlarıyla konuşmamaya, onlarla karşılaşmamak için odadan çıkmamaya başladığı anlaşılıyordu. Çok kısa süre içinde annesiyle de iletişimini kesip durgunlaşmıştı. Bunun ardından da bazen kahkahalara kadar varan kendi kendine gülmeler başlamıştı. İstanbul’a döndüklerinde hasta kendisini ilaçla tedavi eden psikiyatra götürüldü ve tekrar yüksek doz anti-psikotik kullanmaya başladı.
Durumunu değerlendirebilmem ve aileye yardımcı olabilmem için bana geldiğinde, gülmelerinin çocukluğunda başından geçen komik olayları hatırlamasından kaynaklandığını, bazen de filmlerde gördüğü komik olayları düşündüğünü anlattı. Kendisine büyü yapıldığından ve büyünün etkisinin devam ettiğinden yakındı. O sıralarda sabaha karşı, ancak hava aydınlandığında yatıyor ve akşam hava kararınca, anne babası eve döndükten sonra uyanıyordu. Bütün gece evin içinde yürüyor, kendi kendine gülmeye devam ediyordu. Kimseyle ilişki kurmak istemiyordu, kendisiyle ilişki kurmaya çalışanlara da onu fantezi dünyasından çıkardıkları için öfkeleniyordu.
Hasta korktuğunu, yaşıtlarına haset ettiğini kabullenmiyordu; kendisini son derece yeterli, herkesten üstün olarak niteliyordu ve korkmayı, kıskanmayı kendine yakıştıramıyordu. Ona göre anne babası iyi ama saf insanlardı, herkes tarafından kandırılıyorlardı.
İlaçlara rağmen bir iyileşme göstermeden bu şekilde aylarca kaldı. Bu süreçte H. gece geç saatlerde de olsa yatması ve gündüzleri de yataktan çıkması için ebeveynleri tarafından biraz zorlanmaya başlandı. 2-3 gün bu beklenti için çaba harcandıktan sonra, H., anne babasına bir mektup bırakarak tabanca ile intihar etti. Mektubunda dünyanın insan yiyen uzaylılar tarafından işgal edildiğini, bunların insan kılığında dolaştıklarını ve her an gelip kendisini de yemelerinden çok korktuğunu ve artık yorulduğunu anlatıyordu. “Nasıl olsa gelip beni yiyecekler, onları beklemektense ben kendim gideyim,” diyordu. Anne babasını çok sevdiğini, onları öbür tarafta bekleyeceğini, üzülmemeleri gerektiğini söylüyor ve onlarla vedalaşıyordu. Ölümü huzurlu bir yere gidiş ve kurtuluş gibi algıladığı, ölümden bahsederken kendisini, en azından bu hayatını yok etmekle ilgili bir kaygı taşımadığı anlaşılıyordu.
Hastanın üniversiteye girdikten sonraki hastalık sürecini başlatan etken, okuldaki gençlere karşı hasedinin uyanmasıdır. Ancak H., hasedini duygu olarak hissedemiyordu, sadece onun müthiş öfke, korku, gerginlik ve sıkıntı uyandıran enerjisinin sonuçlarını yaşıyordu. Gerek okula ilk başladığı dönemde, gerek seyahat sırasında yaşıtlarının ondan daha canlı, keyifli ve yeterli olmasının hastada uyandırdığı haset enerjisi çok büyük olmuştu. Bebeklik döneminde annesi tarafından büyütülememiş, üç aydan itibaren babaannesinin bakımına bırakılmış bir insanda bu, beklenen bir durumdur. H.’nin durumunda öfkenin ve hasedin yansıtılmasının ve dünyanın yaşanamayacak kadar tekinsiz ve tehlikeli bir yere dönüşmesinin örneğini görüyoruz. Hastanın yansıttığı öfke tam da hasedin içeriğine uygundur. Haset ettiği varlığı yeme ve yiyerek onun özelliklerini edinme içeriğinin yarattığı taşınamaz gerginliği hasta dünyaya yansıtmak zorunda kalmış, fakat bu sefer de yansıttığı duygunun korkutuculuğu, uzaylıların kendisini yiyeceklerinden duyduğu dehşet, onu gündüz vakti bile yalnız kalamaz ve yaşayamaz hale getirmişti.