Bebeklerin neler yaşadığını onlardan öğrenmek mümkün olmasa da, bu konuda bir şeyler söyleyebilmenin birkaç yolu vardır. Biri, tabii ki doğrudan bebeklerle ve anne bebek ilişkisiyle ilgili gözlemlerdir. Diğeri, bunama gibi, organik kökenli, beynin korteks kısmında ağır bir yıkımının neden olduğu tablolarla ilgili gözlemlerdir. Yıkımın ilerlemesiyle adeta basamak iniyormuş gibi hastanın tekrar çocukluğa, erken çocukluğa ve bebekliğe indiğini görürüz. Bu tablolarda beynin zihinsel faaliyeti gerçekleştiren kısmı tamamen ortadan kalkmakta ve hastalığın ilerleyen dönemlerinde, hasta kendi bebekliğine tam bir geri dönüş yaşamaktadır. Böyle bir hastada fantezi dünyasının içeriğinin nasıl değiştiğini, kavramların ve soyutlama kabiliyetinin nasıl yok olduğunu, geriye gidildikçe dürtülerin nasıl sapkın özellikler göstermeye başladığını, nesne ilişkilerinin giderek parçalı hale geldiğini, hem nesnelerin hem de benliğin bütünlüğünün nasıl bozulduğunu çok acı verici bir biçimde gözlemek mümkündür.
Gerçekten de, çok büyük bir emekle ve disiplinle oluşmuş bir insanın tekrar küçük bir çocuğa ve bebeğe dönüşmesi dışarıdan gözleyenler için, hele de bu insanın yakınları için çok sarsıcı ve acılı bir deneyimdir. Belki burada bize avuntu verebilecek tek şey, hastanın durumu bu kadar farkında olmadan yaşamakta olduğudur. Hastalığın başlangıç dönemlerinde kişi durumunu değerlendirebilecek haldedir ve buna uygun bir ruh hali oluşur. Korkmakta, acı çekmektedir, başkalarına muhtaç hale gelmek onu mutsuz, kuşkucu ve huysuz yapar. Fakat bir süre sonra, hastanın gerçeklikle ilişkisi zayıfladıkça -ki bu da çocuksulaşmanın bir parçasıdır- durumunu değerlendirme yeteneğini kaybeder. Giderek, kendi dünyasında yaşayan küçük bir çocuğa dönüşür. Hastalık ilerledikçe, hastalığın neden olduğu ruhsal acı da ortadan kalkar.
Bu durumda, hastanın bebeklik dönemi tepkileri bize hayli fikir vermektedir. Bebeklik dönemine inildiğinde, özellikle nesnelerin parçalı hale geldiğini görürüz. Hastanın, bakımını uzun süredir üstlenen kişiyi “kızan anne”, “gülen anne”, “seven anne”, ”besleyen anne” gibi birçok parçaya böldüğünü gözleyebiliriz. Bir hastanın annesi mikro amboliler sonucu giderek ilerleyen bir bunama tablosu oluşturmuştu. Hasta, ona bakan ve devamlı yanında kalan kendi kızına “anne” diye hitap etmeye başladı. Karnı acıkınca besleyen anneyi, canı sıkılınca gülen anneyi çağırıyordu. Kızı kızınca, “Sen git, seven anne gelsin,” diyordu.
Bize bebeklik dönemiyle ilgili bilgi verecek bir başka alan, ağır akıl hastalığı tablolarıdır. Bu hastaların zihinleri ve akılları ne kadar gelişmiş olursa olsun, fantezi dünyaları bebeklik düzeyinde kalmıştır, yani içsel gerçeklikleri çok bebeksidir. Zaten akıl hastalığına da bu durum yol açmaktadır. Bunun yanında, hastalık tablosuna girdiklerinde bu hastalar daha da bebeksi bir düzeye kayarlar. Ayrıca bu hastaların tedavi sürecinde ve seanslar sırasında bebeksi regresyona girmeleri de olağanüstü bir gözlem şansı vermektedir. Bu tanıklık sayesinde bebeklikle ilgili çok kıymetli gözlemler yapma şansım oldu. Bu gözlemlerin daha çok anne bebek ilişkisine benzer bir yaşantı içinde oluştuğunu ve tıpkı bir annenin bebeğini aklıyla değil de sezgileriyle bilmesi gibi bir içeriği olduğunu söylemeliyim.
Akıl hastalığı tablosunda, zaten hasta ruhsal olarak bebekliğe geri dönmüştür. Hastanın hangi döneme gerileyeceğini, hastalık sırasında ortaya çıkan iç dünyasındaki yok edici öfkenin düzeyi belirler; öfke ne kadar fazlaysa, o oranda erken bebekliğe dönülür. Hasta, bu öfke düzeyine uygun savunmalara başvurmak zorunda kalır ve nesne ilişkisi de o düzeye geriler. En ağır akıl hastalığı tablolarında, hasta 3 aylık bebeğin kişilik organizasyonu düzeyine geriler. Öfkenin miktarı ve içeriği ve benlik duygusu o dönemdeki gibidir; algı bebeksidir, yani parçalıdır; canlı varlıklarla cansız olanlar birbirinden ayrılamaz, cansızlara canlılık atfedilir; muhakeme ortadan kalkar, oryantasyon bozulur, kişi kim olduğunu, nerede ve hangi zamanda bulunduğunu idrak edemez.
Böyle bir tabloyu yaşamış bir hasta, iyileşmesinin hemen ardından o dönemin başlangıcını, “İnsanların seslerini, yüzlerini, vücutlarını birbirinden ayrı algılıyordum; aynı insanın sesi ve görünüşü gibi değildi. Ne dediklerini anlayamıyordum, dikkatim sanki hareket halindeydi, devamlı bir şeylerin üzerinde kayıyordu, bir yere bağlanamıyordu,” diye anlatıyordu. Hastanın en son hatırlayabildiği, kendisinin de “her şey olabildiği” idi. “Kuşa bakınca, sanki ben de kuş olmuşum gibi geldi. Bir yandan da çok büyük bir korku ve panik vardı ama düşünemiyordum,” diyordu. Bu hastada, hastalık tablosunun üzerinden birkaç ay gibi kısa bir zaman geçtikten sonra hastalık dönemi kalın bir sis perdesi arkasında kaldı ve sonra da hiç hatırlanamaz hale geldi.
Benzer yaşantıları LSD gibi, peyote gibi halüsinasyon yapan maddeleri kullananlarda da görebiliriz. Söz konusu hastanın yaşadıkları erken bebeklik döneminde, henüz bağlanma ve dikkat kapasitesinin oluşmadığı süreçlerdeki algının, nesne ilişkisinin ve fantezi dünyasının içeriği hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Burada hasta, nesneleri algı düzeyinde bile bütünleştiremediğini, seslerinin ayrı, görüntülerinin ayrı durduğunu ve kendisinin de “her istediği şey” olabileceği fantezisine sahip olduğunu söylemiş oluyordu.
Psikotik anksiyete -doğum travmasının küçük bir örneğidir- geçiren ve hiç olma deneyimini müthiş korkutuculuğuyla yaşayan genç bir hasta ise, toparlanma sürecinde, “Bebek gibi oldum, devamlı çişimle, kakamla, geğirmemle meşgulüm. Bir de tuhaf düşünceler aklıma geliyor. Acaba ben Tanrı mıyım, gibi bir düşünce takılıyor aklıma,” diyordu.
Genel olarak akıl hastalığı tablolarının oluştuğu durumlarda, ruhsal alan yeni doğan bebeğinkinin aynısı olan orijinal ruhsal enerjiyle dolar. Ruhsal alana dolan enerjinin miktarı, bütün ruhsal yapılanmanın hangi düzeye gerileyeceğini belirler. Akıl hastalığı, hastalığın başlangıç döneminde inanılmaz ölçüde ıstıraplı, taşınamaz duygularla dolu bir tablodur. Ruhsal sistem gerçekliği feda ederek, fantezi dünyasına sığınarak, kendiliği tamamen yok olmaktan korumak için parçalara bölerek ıstırabını hafifletmeye çalışır ama bu yüzden de ortaya hezeyanlar, algı ve muhakeme bozuklukları çıkar ve akıl hastalığı tablosu oluşur.
Bu anlattığım örneklerden, akıl hastalığını, psikotik anksiyete gibi ağır ruhsal deneyimleri, taşınması çok zor olan duyguları anlamak için bebeği anlamak zorunda olduğumuz sonucu çıkmaktadır. Bunları anladıkça da bebeği, bebeğin deneyimlediği ağır duyguları daha iyi anlarız. Bebeklik aslında insan hayatının en zor, en ağır dönemidir; hatırlanmak istenmeyecek kadar zor bir dönemdir, inanın. Bebeklerin bizde büyük bir şefkat duygusu uyandırması boşuna değildir.