Hiç kimse kendini kötü hissetmek istemez. Her ne kadar bu herkesin bildiği bir yaşantıysa da, nedenleri ve ölçüsü herkeste farklılık gösterir. Bazıları için, olağanüstü durumlar hariç, bir süreliğine keyfin kaçması ve can sıkıntısından ibarettir. Bazıları için ise her gün yaşanan, hafif durumlarda öfkeli bir rahatsızlık yaratan, ağır durumlarda ise insanı yerinde duramayacak, hiçbir şey düşünemeyecek hale getiren bir ruhsal durumdur.
İnsanların çok büyük bir kısmı kendini kötü hissetmekten kaçınmak için çeşitli yöntemler geliştirmiştir, öyle ki, bunlar bazen kişinin en önemli özellikleri arasındadır. Kendini kötü hissettiğinde alkol almaya yönelmek veya kumar oynamaya başlamak, alışverişe çıkmak gibi problemli davranışlar olabileceği gibi, kişinin kendisini geliştirmesine yardımcı olacak müzik dinlemek, kitap okumak, film seyretmek gibi hobiler geliştirmek de söz konusu olabilir. Daha yakından baktığımızda, birçok davranışın veya alışkanlığın altında, düşünmeden bulunmuş bir “kendini iyi hissetme çabası” yattığını görürüz. Kiminin onu sürekli onaylayan çok yakın arkadaşları vardır, kimi de başarılı olduğu işine büyük bir düşkünlük gösterir. Herkes elindeki imkânları ve yeteneklerini kullanarak en uygun yolu bulmaya çalışır.
Rahat ilişki kurabilen, sosyal özellikleri gelişmiş bir kişinin bulduğu yollar farklıdır. Böyle insanların geniş bir sosyal şebekeleri vardır, cep telefonları susmaz. Yalnız olmayı seven, ilişki kurmakta zorlananların da kitap, sinema, bilgisayar oyunları gibi meşguliyetleri vardır. Çalışmakta ve ilişki oluşturmakta zorlananlar için de birçok eğlence yeri ve sosyal alan bu işlevi görür. Herkes için bir lokanta, gece kulübü, spor alanı vardır. Buralarda kimi kendini oyalayacak, kimi eğlendirecek yollar bulur.
En temel kendini kötü hissetme nedenlerinin başında, başarısızlık veya yenilmek gelir. Sonraki önemli neden, yalnız kalmış olmak ve can sıkıntısı çekmektir. Başarısızlık veya yenilgi aslında önemli bir yüzleşmedir; o kadar da yeterli olmadığımızı ve bizden daha iyilerin olduğunu anlatmış olur. Bu, kabul edemediğimiz veya etmek istemediğimiz bir gerçekse, kendimizi kötü hissetmek kaçınılmaz olacaktır. Çok yeterli olduğumuz ve herkesi yeneceğimize olan inancımız ne kadar yüksekse, başarısızlık veya yenilgi de o kadar sarsıcı olacaktır. İnandıklarımız bizi ne ölçüde ayakta tutuyorsa, bunlara o oranda dört elle sarılırız.
Birçok insanın ruhsal dengesi “olanlar” üzerine değil, “olmasını istedikleri” ve “olduğuna inandıkları” üzerine kuruludur. Bu duruma, “fantezilerine inanmayı seçmek” diyeceğim. Fanteziler pek çok insan için ruhsal dengenin sürdürülmesinde bu kadar önemli bir işlev taşıdığına göre, en önemli kendini kötü hissetme durumlarının başında, fantezilerin sarsılmasının geldiğini söyleyebiliriz. Zaten fantezinin işlevi kendini kötü hissetmekten kaçınmayı sağlamaktır. Kişilik örgütlenmesi bebeksi ve hâkim duygusu “kendini kötü hissetmekten kaçınmak” olan kişilerin en tanımlayıcı özelliklerinin başında, fantezilerine inanmak gelir. Fantezilerin sarsılmasının neden bu kadar “kendini kötü hissettirici” bir etkisi olduğunu anlamak, bize insanoğlunu anlamak yolunda kayda değer bir kavrayış oluşturacaktır.
İnsanın ruhsal gelişimiyle bilinçdışı fantezi içeriği arasında çok kuvvetli bir ilişki vardır. Fantezi derken, bilinçli olarak düşünülüp karar verilen zihinsel içeriklerden bahsetmiyorum. Fanteziler, ruhsal sistemin her an kendini kötü hissetmekten kaçınabilmek için inanmaya mecbur olduğu, zihinsel olmayan, ruhsal alana ait içeriklerdir. İnanılan bu içeriklerin “gerçekliğe” uygun olmaması, bunlara “fantezi” ismini vermemize neden olmaktadır. Bebek ya da ruhsal gelişiminde ağır sorunlar olan birçok insan için temel fantezi kalıbı, “Tanrı”dır. “Tanrılık”, “evrenin merkezi olmak”, “her şey olmak”, “her şeye gücü yetmek (omnipotans)”, “zarar görmeyecek bir varlık olmak”, “biricik olmak”, “ölümsüz olmak” çeşitlemeleriyle görünür hale gelir.
Fanteziler zihinsel değildir çünkü daha zihnin oluşmadığı en erken dönemlerden, anne karnından gelir. Fantezi dünyası zihinden daha derin bir düzeyde bulunur, dolayısıyla zihin oluşurken onlar zaten vardır. Zihin ise, bebek önce anne üzerinden dış dünyayla ilişki kurmaya başladıktan sonra oluşmuştur. Kişinin fantezilerini zihinsel olarak fark etmesi çoğu zaman kendisini anlamak için harcadığı özel bir gayretle veya birisinin yardımıyla olur. Fantezilerin zihinsel olarak fark edilmesi, gürültülü bir ortama doğmuş ve hep onun içinde yaşamış bir insanın o gürültüyü ancak kesilmesi halinde fark etmesi gibidir.
Fanteziler, bir bebekte olduğu gibi, “her istediğini yapabilmek”, “her istediği şeyi olabilmek” gibi yüksek narsisistik içerikler taşıyorsa, bu yüzden de gerçeklikle büyük bir kopuklukları varsa, muhafaza edilemediklerinde çok büyük bir yok edici öfke miktarı ruhsal alana çıkar. Bu yüzden akıl hastalığına yol açar. Burada yok edici öfkeden kasıt, bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak ele alacağım, doğumla birlikte getirdiğimiz, aslen haset içerikli olan orijinal ruhsal enerjidir. Fantezilere inanmak yok edici öfkeyi potansiyel hale geçirirken, fantezilerin sarsılması veya yıkılması öfkeyi ortaya çıkarır (kinetik hale getirir). Bu durum, bu kadar yüksek narsisistik içerikli fantezileri olan insanların akıl hastalığına yatkınlıklarının nedenidir. Bu yapıdaki insanlar fantezilerini kaybetmek istemezler ve öfkelerinin uyanmasına neden olabilecek her türlü yüzleşmeden de uzak dururlar çünkü ancak bu sayede yoğun ve şiddetli bir öfkenin selinden kaçınabilirler.
İnsanların kendilerini iyi hissedebilmek için fantezilere inanmaları bilinçli bir tercih değildir. Ruhsal sistemin aklının bir sonucudur. Genellikle kişi, sözgelimi kendisinin son derece gerçekçi olduğuna inanmaktadır ama aslında gerçekçi bir insan olduğu fantezisine inanmayı sürdürmektedir. Birçok insan da farkında olmadan, yapacağı şeylerin önce fantezisini kurar, sonra da kurduğu fantezileri gerçekleştirmeye çalışır. Bunu da kendisine ve çevresine, plan yapmak, yapacaklarına hazırlanmak olarak sunar. Bu uğurda da belki imkânlarını zorlamak, kimi tehlikelere maruz kalmak, yapması gereken birçok şeyi yapmamayı tercih etmek zorunda kalır.
Örneğin hafta sonu maça gitmeye karar veren bir insan zor ve sıkıcı hayatını renklendirmek, kendisine bir ödül vermek için maça gitme hayali kurmaktadır. Çoğu zaman bu fantezisini gerçekleştirecek şekilde davranmaya başlar. Ekonomik durumu uygun olmasa da bir yol bulmaya çalışır, muhtemelen borçlanır, çocuğu hasta olsa, onu eşine havale ederek maça gidecek bir yol bulmak için uğraşır. Maça gitme fantezisini gerçekleştirmeye çalışırken, aslında kendisini iyi hissetme telaşındadır fakat maça gidebilmek için hayatını bozacak hatalar yapacak, sonrasında, eşiyle ilişkisi bozulduğu için, çocuğuna karşı kendisini suçlu hissettiği için, giderek daha fazla borçlandığı için kendisini kötü hissedecektir.
Çoğu insan, kararlarını inandığı fanteziler üzerine kurar. Birçok iş kararı her şeyin yolunda gideceğine, çeşitli risklerin bir tehlike oluşturmayacağına inanılarak, insanın kendisine bir şey olmayacağını farz etmesi sonucunda verilir. Bazen sıradan bir fantezide bile bu inançlar öylesine yaygındır ki, böyle bir insanın henüz gerçek hayata yönelememiş olduğunu görürüz. Bu insanların hayatla olan bağları fanteziler üzerinden yürür ve fantezilerini kaybettiklerinde depresyona kaydıklarını, hiçbir şeyden zevk alamaz hale geldiklerini gözleriz. Sanki hayat, hayalini kurduğumuz isteklerin gerçekleştirilme alanıdır ve bu istekler olmuyorsa hayatın da bir anlamı kalmamaktadır. Bu kişilerin ruhsal yatırımları fantezi dünyası dediğim alanda kalmıştır ve sürekli olarak fantezilerini yaşamaya, bunları gerçekleştirmeye çalışırlar.
Fantezilerin insan hayatında bu kadar önemli bir yer tutmasının asıl nedeni, öncelikle öfkeyi ve bununla beraber korkuyu azaltmalarıdır. Bir insan her şeyin yolunda gideceğine, tehlikeleri kolaylıkla aşabileceğine inanıyorsa, daha az öfkeli ve korkusuz olur. Aksilikler karşısında fazlasıyla öfkelenen insanlarda, istediklerinin olacağı yönündeki inançlarının öfkelerini kontrol altında tutmalarına yardımcı olduğunu gözleriz. Bir fantezisini gerçekleştirmeye çalışan insan, bu çaba sırasında çok canlı ve enerjiktir; o sırada, fantezisini gerçekleştirebilirse mutlu olacağına, birçok sorunu geride bırakacağına inanmaktadır. Hayat anlamlanmıştır, verilen mücadele ve emek bütün sorunların çözülmesini sağlayacak, büyük bir mutluluk getirisiyle geri dönecektir. Görüldüğü gibi, fanteziler insanların depresyondan korunmasında, hayatın anlamlandırılmasında, korkunun ve öfkenin azaltılmasında çok önemli bir işlev taşıyor. İnsanlar hayata fantezileriyle bağlanıyor, fantezilerini kaybettiklerinde ise hayatla ilişkileri bozuluyor; çoğu insanda içe kapanmaya, depresyona neden oluyor.
Unutkanlık, hayatla ilişkinin bozulduğunu gösteren önemli bir belirtidir; hayata yapılan ruhsal yatırımın azaldığını gösterir. Yaşlılarda fantezilerin gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması, dışarıdan bakıldığında bunama zannedilebilecek, yoğun unutkanlıkla birlikte seyreden birçok tabloya yol açar. Yaşlılık, hücrelerin yaşlanmasından kaynaklanan biyolojik bozulmayla beraber hayat boyu gerçekleştirilmeye çalışılmış fantezilerin gerçekleşeceğine dair umutların da kaybedildiği dönemdir. Yaşlılık tablolarında bunun da dikkate alınması gerekir. Anlaşılıyor ki, fantezilere inanmak mücadele etme ve çalışma arzusunda büyük bir güdüleyici role sahip. “Umut ettiğin kadar yaşarsın” türü laflar boşuna söylenmemiştir.
Ancak fanteziler bütün bu faydalarına rağmen bizi gerçeklikten uzaklaştırmak gibi çok büyük bir sakınca taşır çünkü gerçeği olduğu gibi değil, istediğimiz gibi görmemize neden olur. Bu da her ne kadar insanlara kendilerini iyi de hissettirse de, olan yerine olmasını istediğimiz şeyi görmenin sonucu hatalı kararlar vermek, birtakım tehlikelere maruz kalmak ve zarar görmektir. İnandığımız şeylerin doğru olmadığını görmek, bir süre sonra hayal kırıklığının neden olduğu depresyonu yaşamak, kendine olan güveni kaybetmek veya başarısızlığımıza sebep olduğunu düşündüğümüz insanlara karşı büyük bir öfke duymak gibi sonuçlar doğuracaktır.
Hayatımızı fantezilerimizi gerçekleştirmek üzerine kurduğumuzda ister istemez fantezilerimize büyük bir ruhsal yatırım yapmış oluruz; o zaman bunlardan vazgeçmek de o kadar zor olur. Fantezilerimizi gerçekleştirmemize engel olduğunu düşündüğümüz insanlara karşı büyük bir öfke, hatta düşmanlık hissedebiliriz veya öfke kendimize yönelir ve depresyona yol açar. Hayatla fantezilerine inanmak üzerinden ilişki kuran insanlar böyle bir depresyon döneminden çoğu zaman yeni bir fantezi kurarak, bu kez onu gerçekleştirmek üzere çıkmaya çalışırlar. Bu insanlarda depresyonun devamlı tekrar etmesi hastalığın bünyesel, organik kökenli olduğunu zannetmemize neden olur.
Majör depresyon denen ağır depresyon tablolarını yaşayan insanların fantezi dünyaları çok yüksek narsisistik amaçlar taşır. En çok sevilen, hep kazanan, hiç yenilmeyen, vazgeçilmeyecek kişi olmayı isterler, her şeyi en iyi kendilerinin düşüneceğine inanırlar. Bu fantezilerin gerçekliğine inandıklarında klinik bir durum göstermezler. Fakat en ufak bir eleştiri, bekledikleri kadar önemsenmediklerini gösteren küçük bir ihmal bu insanların fantezilerini kaybetmelerine sebep olabilir. O zaman kendilerini “hiç olmuş” gibi hissederler. Kendilerini kimsenin yüzüne bakamayacak kadar değersiz ve önemsiz bulmaya başlarlar. Bu yüzden, yaşamak onlar için tam bir eziyete döner ve bu ruh haliyle yaşamak istemezler, yüksek bir intihar eğilimi gösterirler.
İnsanların fantezileriyle ilişkileri sadece bunları gerçekleştirmeye çalışmak üzerine değildir. Zaten gerçekleştirilmeye çalışılan fanteziler genellikle gerçeğe yakındır, olabilir niteliktedir. Ancak yüksek narsisistik içerik taşıyan, o ölçüde gerçeklikten kopuk olan fantezilerin gerçekleştirilmekten çok, muhafaza edilmesi önemlidir. Böyle durumlarda bütün ruhsal sistem bu fanteziler üzerine kurulduğu için, bunların yıkılması, kişinin kendisini çok kötü hissetmesine yol açar.
Bunun örneklerini ağır kişilik bozukluklarında veya akıl hastalıklarında görürüz. Ağır kişilik bozukluklarında kişi kendisine bir şey olmayacağı, yenilmez ve vazgeçilmez olduğu şeklinde yüksek içerikli fantezilere sahiptir. Bu yapıdaki bir kişi, örneğin bir kaza geçirdiğinde müthiş sarsılır. Sarsılmasının nedeni uğradığı fiziksel zarar değil, kendisine bir şey olabileceğini algılamasıdır. Aynı şekilde, bu kişiler ilişkilerinin, eşlerinin onları bırakmasıyla bitmesine katlanamazlar. Kendileri daha önce davranıp ayrılmış olsalar kolay atlatılabilecek bir ayrılık, “vazgeçilmez” oldukları yönündeki inançlarını sarsarak ciddi bir çöküş yaratır. Bu örneklerde bütün kişilik yapısı fantezilere inanmak üzerine kurulmuştur. Bu fantezilerin çökmesi, yok edici öfke niteliğindeki çok büyük miktarda orijinal ruhsal enerjinin açığa çıkmasına yol açacaktır. Bu miktardaki bir öfke uzun süreli dikkat bozukluğuna, çalışma kapasitesinin düşmesine, uyku bozukluğuna, kimseyi sevemeyecek hale gelmeye ve fantezilerin çökmesine sebep olan kişiye karşı düşmanlık hissi veya kin duyulmasına neden olur.
Her istediğinin olacağına inanmaya ihtiyaç duyan bir insanın, hayal kırıklığına uğramaktan korktuğu için hayatın içine girmesi mümkün olamaz çünkü en ufak bir engellenmenin ve başarısızlığın büyük bir öfkeye ve rahatsızlığa neden olacağını kişi daha önceki deneyimlerinden bilmektedir. Daha hafif durumlarda da aynı kaçınma davranışını görürüz. Yenilmez olduğuna inanmaya ihtiyacı olan kişi kimseyle mücadeleye girmez, takımın yenilebileceği korkusuyla takım bile tutmaz; bu durumunu sürdürebilmek için de çoğu zaman takım tutanları küçümser. Vazgeçilmezliğine inanmak isteyen birisi ise insanlarla ilişki kurmaktan, birisine bağlanmaktan devamlı kaçınır. Hayal kırıklığına uğrama ve fantezilerine olan inançlarının sarsılması korkusu böyle kişileri hayatın dışında kalmaya mecbur eder.
Her ruhsal gelişme, fantezi içeriğinin değişmesine yol açar ya da fantezi içeriğindeki her türlü değişim, gelişmeye yol açar. Fanteziler ve fantezi içeriğindeki değişimler normal bir gelişmenin temel eksenlerinden birini oluştururken, ruhsal gelişimin nihai noktasında fanteziler de ortadan kalkar. Artık kişinin kabul edemeyeceği bir gerçeklik kalmamıştır; kişi, gerçeğin iyi işleyen tam bir parçası haline gelmiştir. Fanteziler, içerikleri ne olursa olsun, tamamen terk edilene kadar gerçeklikle her zaman çatışma halindedir. Gerçeğin kabulü ruhsal gelişmeyi, güçlenmeyi ve büyümeyi, fantezilerin ağır basması ise ruhsal regresyonu -çocuklaşmayı- ve güçsüzleşmeyi ifade eder.
Bazen bir insanın başına ruhsal dengesini bozacak bir şey geldiğinde, kişinin olan biteni daha gerçekçi bir gözle algılayarak hayatı ve kendisini de daha gerçekçi bir şekilde tanımlayabildiğini gözleriz. O olay, bu kişide bir büyümeye yol açmıştır. Bazen de kişinin kendisini devamlı haklı ve kusursuz bulmaya çalıştığını, çevresini suçladığını, hatta megalomanlaştığını görürüz. Bu durumda kişi fantezi dünyasına kaymakta ve fantezilerine sarılırken, başına gelen olayın yorumunu dış gerçeklikle ilişkisinin bozulmasına yol açacak şekilde yapmaktadır.
Gerçeklikle fanteziler arasındaki çatışmanın bir savaşa dönmesinin yaygın örneğini, takıntılı düşüncelerde görürüz. Bütün takıntılı düşünceler, fantezilere inanma ihtiyacıyla bu fantezilerin doğru olmadığını, bunlara inanmamak gerektiğini hisseden taraf arasındaki çatışmadan kaynaklanır. Takıntılı düşüncelerin hâkim olduğu kişilerin gücü, fantezi içeriğinden vazgeçmeye yetmemektedir. Fanteziden vazgeçmek büyük bir öfke, anlamsızlık duygusu veya yok olma korkusu yaratacaktır. Bu insanlarda fantezilerin sarsılması bile büyük bir gerginliğe ve sıkıntı duygusuna neden olur. Zaten bu duygu durumunu kişide açıkça gözlemek mümkündür.
Örneğin hastalık korkularıyla hayatı yaşayamaz hale gelen ve çok büyük bir acı çeken bir insan, kendisine bir şey olmayacağına, ölümsüz olduğuna inanmak ister. Buna inanmak mümkün olamadığı için de -inanabilmiş olsa gerçeklikten kopuşunun düzeyi psikotik bir boyut taşımış olur- devamlı hastalık ve ölüm korkusuyla yaşar. Eğer böyle bir insanın ruhsal gelişimi, “herkes gibi ben de bir gün ölüp gideceğim” anlayışını öfkesizce kabul edebileceği düzeye gelseydi, takıntılı düşünceler sağlıklı bir biçimde ortadan kalkardı. Bu olamadığında kişinin aklı tamamen bu konu ile meşgul olduğu için, hastalık korkusu “takıntılı bir düşünce” halini alır. Bu arada, böyle bir insana yakınlarının, “merak etme, bir şey olmaz” diyerek, yani onun fantezilerine inanmasını sağlamaya çalışarak yardımcı olmayı denediklerini, aslında onun büyümesini durduracak şekilde davrandıklarını görürüz. Böyle durumlarda, bu problem etrafında bir ilişkiler ağı gelişir ve problem iyice sabitlenir, değişmez hale gelir.
Görüldüğü gibi, fantezi dünyası ruhsal yapılanmamızda çok büyük bir yer tutar. Bu dünyanın nasıl oluştuğu ve nasıl geliştiğinin iyi anlaşılması gerekir. Bunun için bebeklik dönemine inmek ve o dönemdeki fantezi içeriğini ve dönüşümünü anlamak gerekecektir.