Doğal olarak, çocuk sahibi olmak isteğimizde bunu kendimiz için yapıyoruz; çocuk için yapmıyoruz ama bu dünyaya geldiğimize pişmansak, bu yüzden anne babamıza öfke duyuyorsak, çocuk sahibi olmak istemememiz beklenir. Elbette çocukların ucuz bir emek, satılacak bir nesne, savaşacak asker, yaşlılık dönemi için bakıcı olarak algılandığı bir dünyada “niye çocuk sahibi olmak istiyoruz?” sorusunun üstünde durmaya değer bir anlamı yoktur.
Hangi zamanda yaşadığımız, hangi ülkede, köyde mi, şehirde mi, ne ürettiğimiz, bunlar hayatımızın her unsuru için temel belirleyiciler elbette ve çocuk dünyaya getirme ihtiyacımızı, isteğimizi de belirliyor. Fakat bu kitabın okurunun içinde bulunduğu dünyaya ve zamana bakacak olursak; soyunu sürdürmek, ölümsüzlük ihtiyacı, kendi yapamadıklarını çocuklarının yapmasına çalışmak, toplumsal statüsünü artırmak, evliliğini kurtarmak gibi ana gerekçelerden söz edebiliriz. Bunların bazıları geçmiş için de geçerlidir. Bunun yanında, her bölgesinin eşit olarak gelişemediği, insanların ya hayatta kalmak ya da çalışmak için onlarca yıldır göç ettiği, her şeyin hızla ve kendine özgü bir biçimde değiştiği bir ülkede ve zamanda yaşıyoruz. Dolayısıyla eskiden olduğunu düşündüğümüz bir sistem yan kapımız ya da öteki mahalle için geçerli olabiliyor.
Refah düzeyi ve çocuklar
Çocuğun, ailenin varlığını sürdürebilmesi için gereken emeğin bir kısmını karşıladığı, hiçbir şey yapamıyorsa hayvan otlattığı, bu işlevi nedeniyle erkek çocuğun daha değerli olduğu bir aile yapısı çok uzağımızda değil. Eski çağlardaysa, dış dünyaya karşı güçlü olabilmek için, tehlikeler karşısında aileyi korumaya katılacak biri olarak da erkek çocukların varlığı önemliydi. Ayrıca ebeveynler yaşlandıklarında onlara bakacak kişi de erkek çocuklardı. Bu amaçlara uygun olması için de erkekler ebeveynlerine saygılı, onlardan korkan, itaatkâr olacak şekilde yetiştirilirdi. Günümüzde de özellikle geçim zorluğu çeken, ancak çok sayıda çalışanın dayanışmasıyla belli bir gelir düzeyi oluşturabilen, gelecek güvencesi olmayan toplum kesimlerinde bu anlayış geçerliliğini sürdürüyor. Bu durumda, çocuktan beklenen yarar öne çıkar, dolayısıyla diyebiliriz ki, aile, hayatın altından kalkabilmek için çocuk istemektedir.
Refah düzeyi arttıkça, maddi olarak gelecek güvencesi oluştukça çocuk sahibi olma isteği giderek ruhsal nedenlerden kaynaklanmaya başlar. Aslında bütün insanlar için şu ölümlü dünyada ölümsüz olmanın bir yolu da, arkasında kendisini devam ettirebilecek çocuklara sahip olmaktır. Çocuklar insan türünün geçmişten geleceğe giden zincirinin yeni halkalarını oluşturur ve kendimizden bir parçanın devam edip gideceği anlamına gelir. Bütün toplumlarda çocuklara anne ve babaların, dedelerin ismini koyma eğilimi vardır. Bu eğilim soyu sürdürme, ölenleri isimleriyle de olsa kalıcı hale getirme isteğimizi açıkça ortaya koyar. Silinip yok olmak istemiyoruz, izimiz kalsın, bir şekilde yeryüzünde kalalım istiyoruz. İnsanlar çocuk sahibi olarak ölümsüzleşmek istediklerinin farkında değildir ama çocukları olmadığında soyları tükenecekmiş, kendileriyle beraber bir zincir yok olacakmış gibi algılarlar. Bu aynı zamanda, insanın kendisini meyvesiz, verimsiz bir ağaç gibi hissetmesine de yol açabilir. Birçok insanın torun sahibi olduğunda hissettiği sevinç de soyunun süreceği duygusundan kaynaklanır.
Biz yiyemedik, onlar yesinler
Günümüz şehirli çekirdek ailelerinde çok yaygın olarak görülen ve muhtemelen hayli sorunlu olacak bir kuşağın yetiştirilme biçimi de, anne babaların kendi yapamadıklarını çocuklarının yapmasını sağlamaya çalıştığı düzendir. Biz yiyemedik, biz giyemedik, göremedik, onlar görsünler diyen bu anlayıştaki ailelerde, çocuklar için imkânlar oluşturmaya çalışmak hayatın anlamı haline gelir. Çocuklarını hayatları boyunca kendi parçaları gibi görme eğiliminde olan ebeveynler -bunun annelerde daha sık görüldüğünü ifade etmiştik- fazla fedakârlık yaparlar, bunun karşılığını beklerler ve çocukta suçluluk duygusu oluştururlar. Akıllarına, “çocuk yemek istiyor mu, görmek istiyor mu, yapmak istiyor mu?” soruları gelmez.
Ailelerin borca girerek veya imkânlarını aşırı zorlayarak çocuklarını özel okullara göndermelerinin, özel öğretmenler tutmalarının, çocukların her heves ettiğini almaya çalışmalarının, çocukların da bu tip ebeveynlere bağımlı hale gelmelerinin altında böyle bir sistem yatar. Bebeği için marka bir puset alamadığına çok üzülen ya da ona en pahalı kıyafetleri almaya çalışan anne elbette bunu kendisi için yapmaktadır ama bebeğini çok sevdiği için böyle davrandığını zanneder. Bu tip ebeveynler çocuğun onların dünyasındaki işlevini sürdürmesi için kendilerinden uzaklaşmasına, kendisine ait bir dünya kurmasına izin vermezler. Giderek çocukların da ebeveynlerin de mutsuz olduğu bir sistem oluşur.
Bunun yanında, ezilmiş, küçümsenmiş, ayrımcılığa maruz kalmış toplum kesimlerinde çocukların okutularak yüksek bir statü sahibi olmalarının sağlanması veya toplumsal bir mücadeleyi sürdürecek bireyler olarak yetiştirilmesi en önemli çocuk sahibi olma nedeni haline gelir. Bu tür toplumlarda çocuk sayısı daha yüksektir. Çocuk, varlığıyla adalet sağlayıcı, öç alıcı veya özgürlük savaşçısı olarak tasarlanır. Bu durumda, çocuk ebeveynin yerine geçecek ve daha avantajlı olarak yetiştirildiği için önceki kuşakların yerine getiremediği görevleri başaracaktır. Çocuktan, kişinin hayatı boyunca uğradığı birçok hayal kırıklığının, incinmenin telafisini oluşturması beklendiğinde çocuklara yapılan ruhsal yatırım artar ama bu durum çocuğun üzerindeki yükü çok artırır. Çocuklar da ebeveynlerin idealleriyle özdeşleşme eğilimi gösterdikleri için, kendilerini feda etmeye yatkın olabilirler.
Meyvesiz ağaçlar!
Örtük ya da açık, çocuk sahibi olmuş kadınların belli bir gurur duyduğunu, bazı kesimlerde çocuk sayısı arttıkça bu gururun arttığını görürüz, erkekler için de böyledir. Çocuksuz ailelerse daha ıssızdır, belki içe kapalıdır. Gelir düzeyleri aynı bile olsa, çocuksuz ailenin statüsü düşüktür, toplumsal kabul böyledir. Hatta “zavallı”, “meyvesiz ağaç”, “soyu kurumuş”, “kısır” gibi olumsuz sıfatları hayatlarında en az birkaç kere duymuş ya da hissetmişlerdir. Özellikle geleneksel sistemde, çocuk sahibi olmamak küçümsenme sebebidir. Bu sistemde kadın ve erkek bir aile birliği, ortak bir hayat, bir birim oluşturmak üzere tamamen kendi iradeleriyle bir araya gelmezler. Gençlerin bir araya gelmesini daha çok her iki tarafın aileleri uygun bulmuştur ve çocukların evlendirilmesi, daha büyük olan sosyal sistemin parçası olmanın bir yoludur; ailenin varlığını topluma kabul ettirir. Aksi takdirde onlara kız verilmez, onlardan kız alınmaz.
Bu sistemde çocuk sahibi olunmamışsa, o evlilik çok önemli bir işlevini yerine getirememiş demektir. Böyle bir evlilik tam bir hayal kırıklığı olarak görülür. Bu durumlarda, ailenin çocuk sahibi olabilmek için katlanmayacağı çile, üstlenmeyeceği masraf kalmaz. Çünkü çocuksuz olmak, değersiz olmak anlamına gelir ve hem kadın hem erkek için ama özellikle de kadın için utanılacak bir durumdur. Evlat edinme ise bir bakıma yenilgiyi kabul etmek gibi görünmektedir.
Çocuklar olmasa ayrılırdık!
Birbirlerini sevememiş, yakınlık kuramamış, hatta belki zaman içinde nefret edecek kadar birbirine öfke duymuş iki insanın bu ilişkisizliği sürdürme ısrarının bir sonucu olarak dünyaya gelmekse zor ve ağır bir hayatı getirecektir. Ne yazık ki çok yaygın olan bu durum, çocuğun sırtına evliliğin kurtarılması gibi bir yükü, daha rahme düşmeden önce yüklemiştir. En hafif durumda, çiftler birbirinden sıkılmaya başladıklarında ilişkiyi canlandırmak ve kendilerini oyalamak için çocuk sahibi olmak isteyebilirler. Bu bir tür danışıklı dövüş, hayat oyunudur. Çocuk sahibi olarak erkekler, kadınları oyalayacak ve meşgul edecek, kendilerini özgürleştirecek bir yol bulmuş olurlar.
Bu durumda kadınlar çocuklarla meşgulken erkekler kendi istediklerini daha rahat yapacak, arkadaşlarıyla daha fazla vakit geçirebilecektir. Kadınlar ise kocalarının üzerindeki sorumluluğu artırarak onları kendilerine ve çocuklarına daha fazla bağlayacak bir imkâna kavuşmuş olurlar. Böylece erkek kazancını ve imkânlarını çocuklar için kullanmak zorunda kalacak, dışarıda harcayamayacaktır. Hayli yaygın olan bu sistemde eşler, birbirlerinin ruhsal yatırımını çocuklar üzerinden aile içine çekmeye çalışmaktadır. Böylece birbirlerinden sıkılarak dış dünyaya yönelme tehlikesini hem kendileri hem eşleri için azaltmış olurlar.
Çocuk sayısı arttıkça eşlerin birbirinden ayrılması da zorlaştırılmış olur. Bazı ailelerde bu nedenlerle yapılan çocuklar eşleri birbirine bağlayabilir ve aile ortamının, zoraki de olsa oluşmasını sağlayabilir. Böylece ilişkiyi bitirebilecek çatışma konuları çocuklar üzerinden azaltılmış olur. Birçok çift, “çocuklar olmasa ayrılırdık” lafını söyler. Çocuksuzken aralarındaki sevgiyi canlı tutmakta ve üretmekte zorlanan çiftler çocuklar üzerinden, en azından işbirliği sağlamayı başarmış olurlar. Çocuklar evden uzaklaşacak yaşa geldiğindeyse eşler arasındaki anlaşmazlıklar daha görünür hale gelir. Bu aileler çocukların kendilerinden uzaklaşmasını engellemeye yatkındır, özellikle kız çocukları bu durumdan daha fazla etkilenir ve evlenemezler.
Görüldüğü gibi, bunların hiçbiri, çiftlerin sağlıklı çocuklar büyütmeye ilişkin kaygılarını içermiyor. “Acaba anne ve baba olmaya hazır mıyız?”, “Acaba çocuklarımız için sağlıklı bir ortam ve işbirliği oluşturabilecek miyiz?” gibi sorular, yukarıdaki sebeplere sahip aile yapılarının alanı dışında kalıyor. Bu nedenlerle çocuk sahibi olanlar sanki çocuk kendi kendine büyüyormuş, sanki karnı doyurulup üstü giydirilince, iyi okullara gönderilince hiçbir sorunu olmayacakmış gibi bir düşünce içerisindedir. Bu sebepler, doğacak çocuğu düşünmeden, çocukla ilgili yeterince sorumluluk hissetmeden çocuk sahibi olma isteğine yol açar. Aslında çocuğun çok yoğun ve kaliteli bir emeğe, anne ve baba arasında çok iyi bir işbirliğine ihtiyacı vardır.
Öyleyse belki şöyle bir saptama yapabiliriz: Bir çocuk sahibi olmayı istemekle, bir çocuk dünyaya getirme arzusu duymak farklı şeylerdir. Buraya kadar, çocuk sahibi olma isteğimizi, gerekçelerimizi anlamaya çalıştık. Çocuk dünyaya getirme arzusuysa birbirini seven iki insanın, birbirlerine duydukları sevgilerinin bir sonucu olarak oluşur. Bu durumda çocuk, iki insanın sevgisinin hayata geçirilmesinin bir yolu olacaktır. Bunun pek çok yolu vardır elbette ama en hayırlısı, sağlıklı, mutlu olabilecek ve mutlu edebilecek bir insan yetiştirmektir. Bu dünyada bundan daha yüce bir üretim olamaz. Böyle bir çiftin maddi imkânları olmasa da, çevreleri karşı da çıksa çocukları olur.
Ancak aldığı şeyi verebileceğini bilenler
Bir kadın ve erkeğin birbirlerini kalıcı olabilecek bir sevgiyle sevmeleri, her ikisinin de çocukluklarında bir aile içerisinde büyümüş ve sevilmiş olmalarıyla mümkündür. Bu, fazla iddialı bir ifade gibi gelebilir fakat gerçekten de, kalıcı olabilecek bir sevgi çok sık rastlanan bir durum değildir. Bir insanın “iyi bir anne” olabilmesi için iyi bir annelik almış olması, “iyi bir baba” olabilmesi için ise iyi bir babalık görmüş olması gerekir. “İyi annelik” ya da “iyi babalık” kitaplardan değil, yaşanarak öğrenilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. İnsanlığın devamlılığını sağlayan, bu aktarımdır.
Yine aynı şekilde, bir aile kurabilmek, o aileyi içten gelerek, bir yük olarak algılamadan yürütebilmek için bir ailede büyümüş olmak gerekir. Bütün insanların içinde annelerinden ve babalarından aldıklarını çocuklarına, hayattan aldıklarını diğer insanlara verme isteği vardır. İnsan aldıklarını veremezse hayatı anlamsız bulur, boşuna ve yanlış sularda dolaşmış hisseder kendisini. Bu yüzden acı çeker, suçlu ve bencil hisseder. Herkes çok sevebilmek ister fakat nihayetinde çoğu zaman ancak sevildiği kadar sevebilir. İnsanın bütün duygusal ve kavramsal dünyası önce annesiyle, sonra aile üyeleri ve diğer insanlarla yaşadığı deneyimler içinde oluşur; insan yaşamadığı bir deneyimi sadece bilgi üzerinden oluşturamaz.
Tam da bu noktada, çocuk sahibi olmak istemeyen insanların durumuna değinerek bu bölümü kapatalım. Sanıldığının aksine, bir insanın çocuk sahibi olmak istememesi çoğu zaman haddini bilmek anlamına gelir ve saygı duyulması gereken bir seçimdir. Bu insanlar genellikle çocuk sahibi olma düşüncesinden korkarlar. Bunun büyük bir sorumluluk üstlenmek olduğunun, çocuktan sonra hayatlarının değişmek zorunda olduğunun, çocuğun birçok konuda öncelik taşıyacağının ve rahatlarından vazgeçmek zorunda kalacaklarının farkındadırlar. Yakından bakıldığında, bu korkuların altında kişi aslında çocuğu sevebileceğine güvenememekte, kendisine verilmemiş bir şeye sahip olamayacağını sezgisel olarak bilmekte, yetersiz bir anne baba olup çocuğa zarar vereceğine, çocuk sahibi olmamayı tercih etmektedir.
Kadın açısından bakarsak, kadın, çocuğun kendisine ağır geleceğini, bakarken ona fazlasıyla öfkeleneceğini, belki benimsemekte bile çok zorlanacağını hissetmektedir. Bu durumdaki birçok kadın çocuk sahibi olmaya kalkıştığında daha hamilelikten itibaren çok zorlanır; içinde büyüyen bebeği sömürgen ve yabancı bir varlık gibi algılayabilir, ona zarar vermekten korkmaya başlar. Böyle düşüncelerin arada bir akla gelmesi büyük sorunların varlığına delalet etmez ancak bu duyguların çok ağır bir biçimde hissedildiği ve devamlı bir meşguliyete dönüştüğü durumlarda anne hamilelik döneminde hastalanabilir. Bu duruma, hamilelik psikozu diyoruz ve bu bir akıl hastalığı halidir. Bazen anne bebeği içsel olarak inkâr eder; onunla ilişki kurmayı hem hamilelik boyunca hem de doğumdan sonra reddeder. Otistik ve şizofren çocukların annelerinin ruh hali yaklaşık böyledir.
Çocuk sahibi olmak istemeyen erkeklerin de babalarıyla sorunları vardır. Bu erkeklerin ya hayatlarında babanın bir ağırlığı olmamıştır, ya babaları tarafından benimsenmemişlerdir ya da babaları onlara babalık değil annelik yapmıştır. Bu erkeklerin büyük çoğunluğu doğan bebeği annesinden kıskanacağını hisseder. Annenin bebeğine yönelttiği ilgi ve sevginin babada bebeğe karşı bir düşmanlık hissi yaratması başlıbaşına zor bir durumdur, ancak baba açısından baktığımızda da son derece ağır ve yıpratıcı bir duygudur ve büyük bir acı verir. Baba da elbette böyle bir acıyı ve mutsuzluğu kendisine yaşatacak bir çocuğun olmasını istememektedir.
Bir ilişkide cinsel hayat çoğu zaman sorunluysa, sönükse ya da bitmişse, çiftin oluşturabildiği ortam aile özellikleri taşımıyorsa, eşler birbirlerini sevmiyorlarsa ve işbirliği yapamayacak kadar kopmuşlarsa, ilişki güvenilir ve kalıcı değildir ve böyle bir ilişkide tarafların çocuk sahibi olmak istememeleri son derece anlaşılır ve yerinde bir seçimdir.
Olmak istediğimiz gibi biri olabilir miyiz?
İnsanın ancak kendisine verilmiş olanlara sahip olabileceği gerçeği kabul edilmesi en zor gerçeklerden birisidir. İnsanlar hep annelerinden daha iyi bir anne, babalarından daha iyi bir baba olabileceklerine, istedikleri gibi değişebileceklerine inanmak isterler. 200 yıldır bilim aracılığıyla irademizi kullanmayı öğrenerek bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Kendimizi değiştirme arzumuzu gerçekleştirebilmek için ödemediğimiz bedel kalmamıştır muhtemelen. Halen de en çok satan kitaplar nasıl değişebileceğimiz üzerinedir. İnsan değişir mi? Olmak istediğimiz gibi olma şansımız var mıdır?
Bu soruların cevapları bu kitabın amacını ve kapsamını aşıyor ama şunu söyleyebiliriz: Değişim, ancak değişme isteğini askıya alarak, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek ve anlamak için çaba sarf etme yolu üzerinden mümkündür. Böyle bir tutum kendimizle ilişkimizi düzeltir. Kendimize, doğru düğmelerle oynandığında daha iyi çalışacak bir makine muamelesi yapmaktan kurtuluruz.
İnsan kendisinden nefret ederek, kendisine öfke duyarak, mükemmel olma arzusuyla değişemez. Öfkenin ister çocuklarımız üzerinde, ister kendi üzerimizde, büyütücü bir etkisi olamaz. Öfke, ancak insanın kendisini korumak veya bir yanlışı engellemek için kullanıldığında gereklidir, tersi, hayatı bozar. Ama değişme isteği kendimize duyduğumuz öfkeyle bağlantılıysa, kendimizi sevemememizin bir tezahürüyse, değişime yol açmaz. Değişimin başlangıcı, neyi neden yaptığımızı anlamaktır. Anlama arzusu bir varlığa yaptığımız ruhsal yatırımın, ona duyduğumuz merakın, sevginin görünümlerinden biridir. Bunu kendimize yapmadan değişim olamaz. Aynı şekilde, insanlara mükemmel anne, mükemmel baba olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatarak yardımcı olunamayacağını, en önemli çıkış yolunun kendimizi ve yakın çevremizi anlamaktan, kendimizle ve dışımızdaki gerçeklikle kuracağımız ilişkiden geçtiğini düşünüyoruz.