AİLE DUYGUSU

İnsanlar çok büyük ölçüde, ancak deneyimledikleri, yaşadıkları durumları tekrar edebilir. Eğer bir insandan sevebilen ve üretebilen birisi olmasını, çocuk yetiştirebilecek, anne baba olabilecek yapıda olmasını bekleyeceksek, bu insanın bir aile içinde büyümesi gerekir. Bu anlamda aile, en basit haliyle, birbirinin iyiliğini isteyen, bunun için çaba harcayan, en zayıf olanın en fazla korunduğu insan topluluğudur diyebiliriz; bu, ailenin hakikatine ilişkin bir ifadedir. Bunu yapabilen insanlar, ister dost olsunlar ister yoldaş, birbirleri için aile olurlar. Fakat aile öncelikle, anne, baba ve çocuklardan oluşan bir “kurum” olarak görülür.

Ailenin iki yüzü
İnsan yetiştiren ve anne baba olmayı öğreten en verimli sistem, kuşkusuz ailedir. Bu sebeple hem toplumun çekirdeği, hem de devamlılığının güvencesidir ama güçlülerin kendilerini arka plana çekmesini, önce zayıfların düşünülmesini gerektirir. Bu da yüksek bir sevgiyle mümkün olduğu için, kusursuzluktan uzak bir sistemdir. Her sistem gibi aile de çağının ruhundan etkilenir. Genel olarak, kadınla erkeğin birbirlerine ruhsal yatırımları arttığında çocuklar için daha sağlıklı bir ortam oluşurken, evlilik bir ortaklığa dönüştüğünde bu kez çocuklar için aile dışından destek beklentisi artar ve çocuklar bakıcılara bırakılır. O zaman “insan tarlası” mutsuz, acı, korku ve öfke dolu ürünler üretebilir. Dolayısıyla, evlilik defterine imza atmış her kadın ve erkeğin, çocukları bile olmuş olsa, oluşturduğu birlik her zaman “aile” vasfı taşımaz.

Her türlü yakınlık ve bağlanma ilişkisinin tarafların bütün problemlerini de kapsayan ilişkiler olduğunu düşünürsek, aile, insanın ömrünün sonuna kadar taşıyacağı, taşımak isteyeceği çok değerli bir duygu olabileceği gibi, ilk fırsatta kurtulmak isteyeceği bir duygu da olabilir. Bütün sevme ve öfke hallerimizi aile içinde deneyimler, bunları nasıl geliştireceğimizi ya da başa çıkacağımızı da ailemizde öğreniriz. En derin bağlarımız, yeri doldurulamayacak yakınlıklarımız, kopuşlarımız, kök saldığımız toprak, ailemizdir. Verimli bir bağdan gelenimiz de vardır, kimsenin uğramadığı çölden gelen de.

Aile, “insan tarlası” olabilmek için normal hayat gerçeğinin tam tersi özelliklerle oluşmuş bir sistemdir. Normal hayatta en güçlüler en fazlasını alırken, iktidar sahipleri her şeyin kendi çıkarlarına uygun olmasını sağlarken, aile içerisinde en çok korunan, en küçüklerdir, en zayıf olanların en fazla önceliği vardır, iktidar sahibi olan anne ve baba kendilerini en son düşünürler. Aileyi gerçek hayattakinin tam tersi bir ortama çeviren etken, anne babanın birbirlerine ve beraber oluşturdukları çocuklarına duydukları sevgidir. Bu yüzden çocuklar aile içerisinde korunup geliştirilebilecekleri bir ortam bulmuş olurlar.

Önce anne çocuğa ilişki kurmayı, sevmeyi, bağlanmayı, bu dünyanın bir parçası olmayı öğretir. Sonra anne ve baba çocuğun kendisinin çocuk olduğunu kabullenmesini sağlarlar. Daha sonra da baba çocuğa, sevilmek için bunu hak etmesi gerektiğini öğretir. Çocuk, anneyle babadan aldığı ve öğrendiği her şeyi kardeşleri ve arkadaşlarıyla ilişkilerinde kullanarak ve deneyerek kendisine mal eder ve hayatın bir parçası olmaya başlar. Aile ortamı sağlıklıysa çocuk dış dünyaya yönelmekte ve burada kendisine bir yer bulmakta zorlanmaz.

Aile, bu temel prensipler üzerinden sağlıklı bir işlev oluşturabilir. Bunun yanında, çeşitli vesilelerle anne babaların problemlerinin çocuklarında nasıl vücut bulduğunu, bunun zaman zaman çok ağır sonuçlarının olduğunu bu sayfalarda anlattık. Otizm, şizofreni gibi ağır ruhsal vakalar buna en uç örneklerdir ve “genetik” olarak etiketlenerek sorumluluk aileden alınır, “bilimsel” bir alana havale edilir. Anne baba arasındaki ilişkinin canlandırılması için dünyaya getirilmiş bir kız çocuğunun, büyüdüğünde bir bakıma aileyi bir arada tutabilmek için nasıl evlilik fikrinden uzak kaldığını, kadınlık, anne olmak, bir erkekle bir hayat kurmak gibi hayatın en temel deneyimlerinden feragat etmek zorunda kaldığını ifade etmiştik. Bu kız çocuğunun hayatının anlamının ve işlevinin anne babasının hayatlarını ayakta tutmak olması, onların ihtiyaçları için bir hayat sürdürmek, bunu kendi ihtiyacı haline getirmiş olmak, yine aile dediğimiz yapının bir görünümüdür. Annesi tarafından çocuk olarak bırakılmış, annesinin ruhsal ihtiyaçlarına endekslenmiş, babasıyla usta çırak ilişkisi kuramamış bir erkek çocuğu, hep bir erkek çocuğu olarak kalacaktır, ailenin bir görünümü de budur.


Bir dayanışma biçimi olarak geleneksel aile
Özellikle Anadolu’da halen süren geleneksel aile, Batı’da son 200 yılda giderek ortadan kalkmıştır. Geleneksel ailede evliliklere nihai olarak kız ve erkek tarafının aile büyükleri karar verir. Gençlerin aile büyüklerini dinlememeleri aile sisteminin dışına atılmalarına ve onlarla görüşülmemesine yol açar. Geleneksel aile sisteminin içinde yer alan gençler evlendikten sonra da önemli kararları aile büyüklerine danışmadan alamazlar ama onların desteğine ihtiyaç duyduklarında da bu desteği alırlar. Bir anlamda kendi sorumluluklarını tam anlamıyla üstlenmemişlerdir. Aile büyükleri tarafından çocuk olarak görülürler ve genç evliler de zaten kendilerini aile büyüklerinin çocukları olarak algılarlar. Aslında gerçekten de ruhen henüz çocukturlar. Bu yüzden, bu sistem insanların büyük ailenin dayanışma sistemi içinde kalmasını ve korunmalarını sağlar. Böylece gençler aç kalmaktan, yalnızlıktan, başkaları tarafından yok edilmekten, ahlaken bozulmaktan korunmuş olur.

Geleneksel aile sistemindeki evlilikler karıkoca arasındaki sevgi üzerinden değil, herkesin kendisinden bekleneni yerine getirmesi esası üzerinden yürür. İşlevini hakkıyla yerine getiren iyi eş, iyi gelin, iyi damat sayılır. Böylece insanlar birbirlerinden içlerinden geleni değil, yapılması gerekeni beklerler. Herkesin üzerinde sistemin baskısı ve kuralları vardır. Böyle olunca çok şekilci bir ilişki biçimi çıkar ortaya. Herkesin, her an geleneksel sistemin kurallarına bağlı olduğunu göstermesi gerekir. Büyüklerin gençlerin sadakatinden ve bağlılığından şüphe etmemeleri için devamlı uyulacak şekil şartları vardır. El öpülür, küçükler kendi fikrini söyleyemez, büyükler sormadan konuşulmaz, bayram, kandil tebrikleri ve ziyaretleri ihmal edilmez. Geleneksel sistemin çerçevesi içinde yaşanan karıkoca ilişkisi bir sevgi, aşk ilişkisi değildir çünkü gerçek bir aşk ilişkisi erişkinler arasında yaşanır. Bu sistemde kimse gençlerden erişkin olup kendi sorumluluklarını üstlenmesini beklemez. Yaşlandıklarında, kendi çocukları evlenecek yaşa geldiğinde veya babaları öldüğünde erişkin olacaklar gözüyle bakılır.

Bu sistemde iyi annelik kalıpları vardır ve annelerden bu kalıplara uygun çocuk yetiştirmeleri beklenir. Örneğin bebekler fazla kilolu olacaktır, fazla ağlamayacaktır, sık hastalanmayacaktır, biraz büyüyünce yaşlıların yanında gürültü yapmayacaktır, onların lafını dinleyecektir. Bu kalıplara uymaya kendini mecbur hisseden bir annenin çocuğuyla kaliteli bir ruhsal ilişki kurabilmesi çok zordur, çok güçlü olması gerekir. Ayrıca geleneksel sistemde bebek annesinin üzerinde birçok başka yük vardır. Yaşlılara hizmeti aksatmaması, ev işlerinin altından tek başına kalkması, kocasını memnun etmesi gerekir.

Bu sistemde karıkoca ilişkisinde anneyi ruhen besleyecek bir cinsel hayatın olması olasılığı da düşüktür ve kalıcı bir sevgi ilişkisi yaşanmaz. Kısacası, geleneksel aile sistemi sağlıklı bir annelik için uygun koşullar sağlamaz; kapasitesi yüksek çocuklar büyütebilecek bir ortam değildir. İnsanları yalnızlıktan koruyan, kötü duruma düşmelerini engelleyen, tarafların birbirini insan olarak sevebileceği, dayanışma içinde, dostça yaşanabilecek, temelde hayatta kalmayı amaçlayan bir ilişki imkânı sunar
Geleneksel aile sisteminin ülkemizdeki alternatifi “çekirdek aile sistemi” olmuştur. Burada eşler birbirlerini kalıcı bir sevgi ilişkisi sürdürmek üzere seçerler. Evlenen çiftler büyük ölçüde kendi sorumluluklarını üstlenirler ve kararlarını kendileri verirler. Aile, anne, baba ve çocuklar olarak kendi başına bir birimdir. Kitap boyunca bu aile sisteminin iyi annelik ve sağlıklı çocuklar yetiştirmek için daha uygun olduğunu savunduk.


Aile şirketi
Ekonomik, sosyal, teknolojik her türlü değişim mutlaka aile sistemine yansır. Bundan elli yıl öncesinin ailesiyle şimdinin ailesi bile birbirinden farklıdır ve farklı aile biçimleri farklı yapıda insanlar yetiştirir. Örneğin elli yıl öncesinin ailesinde kadın ve erkek rolleri daha kesin sınırlarla ayrılmıştı, kadın ve erkeğin farklı olmaları daha kolay kabul ediliyordu ve birbirlerini tamamlamaları bekleniyordu. Kadınla erkek arasındaki sevginin yaşanması ve aşk, gelecekte aile kurmaları, anne ve baba olmaları en önemli hedefti. Aile insanı olacak şekilde yetiştiriliyorlardı.

Günümüzün ailesindeyse en önemli öncelik ailenin statüsünü yükseltmek, yüksek tüketici grubunun bir parçası olmak, her şeyin eksiksiz olmasını sağlamaktır. Evlilikler iyi bir ortaklık ve iyi bir işletme gibi olmaya doğru gidiyor. Hatta bütçeler yapılıyor, hedefler konuyor; hedefler yerine geldiyse kutlamalar yapılıyor, gelmediyse özeleştirilerde bulunuluyor, hesap veriliyor. Böyle olunca en önemli ruhsal hedef herkesten üstün olmak, bu hedefin günlük hayattaki adı da başarılı olmak oluyor. Elbette çocuklar da birer statü simgesi olarak ve çok başarılı olacak şekilde büyütülüyor. Çocuklar gelecekte anne baba olacak şekilde yetiştirilmiyorsa, acaba “aile” artık insanlığın geleceğinde yeri olmayan bir kuruma mı dönüşüyor?

Konu günümüzün ailesine gelince, insan gelecek kuşakların nasıl insanlar olacağından, şimdiye kadar oluşturduğumuz insanlık kültürünün sürmeyebileceğinden endişe ediyor. Bazı filmlerde de anlatıldığı gibi, “acaba gelecekte sevgisiz, son derece bencil ve kendi merkezli, çok öfkeli ve yalnız, yüksek teknolojiyi de kullanarak hayal dünyasında yaşamayı tercih eden insanlardan oluşmuş bir uygarlık biçimine doğru mu gidiliyor?” diye düşünmeden edemiyor insan.