ANNELİĞİN KATMANLARI

Nasıl ki bir annesi ve babası olmuş herkesin içinde bir anne ve bir de baba olduğunu söylediysek, ortalama bir insanın yapısının da temelde üç katmandan oluştuğunu söyleyebiliriz. Hepimizin içinde bir bebek, bir çocuk ve nihayetinde de bir yetişkin vardır. Bu katmanlar bir tür mecaz değildir, bunları hayatımızın farklı aşamalarında, günümüzün çeşitli anlarında deneyimleriz. Aslında varlığının bu şekilde farkında olmak ciddi bir ruhsal gelişkinliğe işaret eder.


Nefsimizin çekirdeği
Bebek katmanımız ruhumuza en yakın, en derin, en temel alanımız, çekirdeğimizdir. Nefsimizin çekirdeği de bu alandır. Etimizin acıması, acıkmamız, cinsel arzularımız, temel öfkelerimiz, temel iyilik duygumuz bu çekirdekten gelir ama aynı zamanda, bebeksi alanımız sezgilerimizin, hissedişlerimizin kaynağıdır. Bir insanın yeterli, hatta iyi bir annelik deneyiminden geldiğini söylerken bebeklik döneminde, özellikle dokuz ay öncesi dönemde annesinin onunla kuvvetli bir ruhsal ilişki kurduğunu söylemiş oluruz.

İçimizdeki bebek için hayatın özellikle ilk dokuz aylık dönemi çok kritiktir çünkü bebek, doğumla birlikte hayatının en büyük zorluğuna da atılmış olur. Anne karnındaki ruhsal durum bir bakıma, bir tür “Bölünmez Bütünlüğün” parçası olma, tam olma ve tamlık içinde olma halidir. Doğum, bu bütünlükten kopmaktır; bir başka ifadeyle, hiçliğe savrulmaktır.  İnsan hayatının en ağır travması, yetişkinlik halinde deneyimlenemeyecek olan yaşantı, doğumdur. Bu nedenle doğum sonrasında bebeğin en büyük ihtiyacı, bu bütünlüğü anneyle tekrar kurabilmek ve annesi üzerinden bu dünyaya bağlanabilmektir. Zaten bebek annesinin en önemli görevi, anne karnındaki ortamı yaratmaya çalışmaktır. Bu nedenle ilk dokuz ay hem bir geçiş hem de başlangıç dönemidir.

Ne kadar büyürsek büyüyelim, hayatımızın sonraki dönemlerinde de bebek katmanımız bizimle ve dünyayla ilişki içinde olan en derin alanımızdır. Bu alandan gelen duygularımız, daha çok tarif etmekte zorlandığımız büyük bir coşkunluk, doluluk, bütünleşme gibi duygulardır. Bebek katmanımız varlığımızın kaynağıdır. Dürtülerimizin canlılığı, sıcaklığı, kendimiz için ya da bir yakınımız için duyabildiğimiz engin sevgi, en derin anlamıyla yakınlık ve bağlanma duygusu, bu alanımızdan gelir. Aynı şekilde, yok edici bir hiçlik duygusu, haset, ağır bir günahkârlık, adı tam koyulamayan kesif bir öfke gibi ruh halleri yine bebeğin alanına aittir. İnsanın bu iki duygu kutbundan hangisine yakın ya da ait olacağını belirleyen, annesinin bebeklikte onunla kurduğu bütünleşme ilişkisidir.


Kızlar prenses, erkekler Süpermen!
Çocuk katmanımız ise, bebeklik dönemi ve sonrası tüm yaşantılarımızı, daha çok da narsisistik fantezilerimizi kapsayan parçamızdır. Bu dünyayla doğrudan ilişki halinde olan, kuralları, sayıları, koşulları öğrenen, hayal kırıklığı yaşayan ve bunları biriktiren, oynamayı seven, yenmek isteyen, sevinen tarafımızdır. Bu katmanımız birçok duygunun oluştuğu alanımızdır. Meslek seçimlerimiz, hırslarımız, kıskançlıklarımız, inatlarımız, hatalarımız, planlarımız, hep tekrarlayıp durduğumuz kalıplar bu alanla ilgilidir. İçimizdeki erkek çocuk kahraman ya da Süpermen olmaya çalışır, hep yenen ve kazanan olmak ister. Kız çocuk prensestir, dünya etrafında dönsün diye bekler, en güzel, en dikkat çeken kişi olma idealindedir.

Duygularımız ağırlıklı olarak bu çocuktan gelir. Nasıl ki bebeğin doyurulması, özenle bakılması gerekiyorsa, çocuğun da onu kendisini fantazilerine kaptırmaktan alıkoyacak, hayatı ve kendisini sevmeyi, yaşamayı öğretecek, ayaklarının yere basmasını sağlayacak bir yetişkine ihtiyacı vardır. İçindeki çocukla ilişkisini kesmiş insanlar tamamen mantıklı, duygusuz, son derece sıkıcı ve derinlikten yoksundur. Hayattan zevk almadıkları gibi, etraflarındaki insanların zevk almasını da küçümserler. İçlerindeki çocuk tarafından yönetilen insanlarsa hayatın altından kalkamazlar; çocuk yapısıyla yetişkin hayatı yaşanamaz.


Evin büyüğü
Yetişkin tarafımız ise, en basit tanımıyla, iç gerçekliği (çocuğu ve bebeği) ve dış gerçekliği algılayabilen, doğru değerlendiren ve her iki tarafı da hesaba katarak davranan tarafımızdır. Çocuk tarafımız dünyaya kendi yapısı, istekleri, problemleri ve beklentilerinin gözlüğüyle baktığı için algısı çoğu kez gerçeklikle uygunluk içinde değildir ama hayatı bozmadan yerine getirilebilecek istekleri de vardır. Nasıl ki bir anne babadan çocuğunu iyi tanımasını, ona göz kulak olmasını, doğru davranmasını sağlamasını, başını derde sokmaması için onu doğru idare etmesini ama ihtiyaçlarını da gözetmesini, kısaca, sevmesini beklersek, kendi içimizde de kendi çocuğumuza karşı bunu yapan bir yetişkin oluşturmuş olmamız gerekir. Dünyayı, gerçekliği seven, çocuğunu iyi tanıyan ve seven, problemlerini hayata sokmasına, zarar görmesine izin vermeyen bir yetişkin tarafı oluşmamış kişiler çoğunlukla sorun yaşarlar.

İnsanın, narsisistik katmanını ya da nefs olarak da adlandırılan katmanı görebilmesi, doğru değerlendirebilmesi için bu yanına karşı belli bir mesafe alabilmiş olması gerekir. Narsisistik katmanla çocuk katmanı iç içedir. Dolayısıyla insanın içindeki çocuk katmanına hâkim olabilmesi için ayakları yere basan, narsisistik fantazilerinden olabildiğince kurtulmuş erişkin bir tarafının oluşmuş olması gerekir. Bu durumda, sözgelimi çocuk katmanının kıskançlığını onunla bütünleşmeden görebilen, yetişkin tarafı gelişmiş bir kişi, gerçeklikle sağlıklı bir ilişki kurma imkânına sahiptir. Dolayısıyla kıskançlığı tarafından ele geçirilmek yerine, bunu anlamaya çalışan bir çaba içinde olacaktır. Nasıl ki bir anneyle çocuğu arasında yaş, deneyim, bilgi, anlayış gibi belirgin farklar varsa, nefsiyle arasına mesafe koyabilen, kendi içinde bir yetişkin oluşturabilmiş kişi ile narsisistik katmanı arasında da böyle bir ilişki vardır.

Annenin en önemli görevlerinden biri, çocuğunun ihtiyaçlarını anlamak ve bunlara karşı duyarlı olmaktır. Bu ihtiyaçların hangilerinin ne oranda ve ne zaman karşılanacağı, annenin sorumluluğundadır. Böyle baktığımızda, nefsiyle arasına mesafe koyabilen bir insan öncelikle ihtiyaçlarının farkında olan ama bunlar tarafından yönetilmeyen, bütün meselesi ihtiyaçlarını karşılamak olmayan, yani ihtiyaçlarının oluşturduğu gerginliği taşıyabilen insandır. Çocuk katmanımızın böyle bir imkânı yoktur. O, her istediği olsun ve istediği zaman ve şekilde olsun diye diretir, sınırlar olsun istemez, koşullara bağımlı olmamak için uğraşır. Öfkesi de genellikle bu talepleri karşılanmadığında ortaya çıkar.

İyi annelik, çocuğun isteklerinin yapılabilecek olanlarını yapmakken, yapılamayacak olanları yapmamaktır. Çocuk ancak böyle büyür ve kendi ihtiyaçlarını ertelemeyi, mümkün olan şeyleri istemeyi öğrenir. Nihayetinde, çocuğun gerçeklikle ilişkisi sorunludur ve o sorunu çözebilmek için bir büyüğe ihtiyacı vardır. Bu bakımdan, yetişkin bir katmanımızın oluşmuş olması, yani narsisistik katmanımızla ya da çocuk katmanımızla aramızda bir mesafe olması, hayati önemdedir. Çoğu annenin çocuklarını ruhsal olarak büyütememelerinin en önemli nedenlerinden biri vazgeçilmez olma ihtiyaçlarıysa, diğer nedeni de, doğurdukları çocuklarıyla içlerindeki çocuğu özdeşleştirmeleridir. Bu durumda, sürekli olarak kendileriyle çocuklarını karıştırırlar ve onların her istediğini yapmaya çalışırlar çünkü içlerindeki çocuk, doğası gereği bunu talep eder.

Bir annesi olmuş herkesin içinde annelik yapma kapasitesi olduğunu ifade etmiştik. Bu anlamda, annelik kadın cinsiyle ilgili görünmekle birlikte, erkeklerin de kendi içlerinde bir anne geliştirmek için yeterli malzemeleri olduğunu belirtmekte fayda var.


Annenin içindeki bebek

Kadın eğer çevrenin zorlamasıyla ya da hesap kitap yaparak değil de içten gelen bir ihtiyaçla çocuk doğurmayı istiyorsa, zaten sözünü ettiğimiz katmanlarıyla belli bir uyum içindedir diyebiliriz. Dolayısıyla annesinden yeterli kalitede annelik almış, annesinin kendisiyle güçlü bir ruhsal ilişki kurduğu böyle bir kadın kendisine duyarlıdır. Acıktığının, sıkıldığının, yorulduğunun farkındadır, sezgileri olan ve sezgilerini dinleyen bir kişidir; sevdiği, sempati duyduğu insanlar onun gerçekten iyiliğini isteyen insanlardır. Yakınına aldığı, kendi dünyasının bir parçası yaptığı insanları doğru seçer. İç dünyasında olup bitenin adını koyabilir, duyguları zengindir.

Böyle bir kadın iyi bir anne olacak, kendi bebeğine de aynı duyarlılığı göstererek onu hissedebilecek, onunla ruhsal bir yakınlık ilişkisi oluşturabilecektir. Annenin kendisine duyarlı olması, içinde bulunduğu her ortamı ve durumu huzurla yaşayabileceği şekilde oluşturabilmesi ve kendi içindeki bebeğe annelik yapabilmesi anlamına gelir. Bu niteliklerdeki bir kadın elbette doğurduğu bebeğe de annelik yapabilecek, onun da huzurlu olmasını sağlayabilecektir.


Annenin ruhunda ne varsa, bebeğine aktarılır
Bebek katmanı, derinliğinden dolayı genel olarak doğrudan deneyimlediğimiz bir alan değildir fakat hamilelik, annenin içindeki bebeğin uyandığı, hayata her zamankinden fazla dahil olduğu bir dönemdir. Genellikle bebek annenin karnında oynamaya başladığında uyanır. Dolayısıyla hamilelik dönemi ve sonrası, annenin, karnındaki bebeği kendi ruhunun bir parçası, temeli olan bebeğiyle algıladığı, onu bu sayede derinden kavrayabildiği, ilişki kurabildiği, aslında olağanüstü bir dönemdir. Bu hem kadının kendisiyle olan ilişkisini genişleten ve zenginleştiren hem de bu zenginliğini bebeğine aktarmasını sağlayan, bir bakıma bebek için en temel garantidir. İdeal durum bu olmakla birlikte, şunu da söyleyebiliriz: Annenin ruhunda ne varsa, ne kadarsa, bebeğine aktarılır. Kimi kadın karnındaki bebeği düşünmesine gerek kalmaksızın anlayıp hissedebilir, kimi de bebekten kurtulma isteğiyle dolu olabilir.

Kendi içindeki bebekle ilişkisi olan bir kadının, hamilelik ve bebek anneliği döneminde bebeksi tarafı kuvvetlenir, daha fazla hayata girer ve bu durum dışarıdan da görünür. Aslında kadının kendisiyle olan bu derin ilişkisinde eşiyle yaşadıkları, daha çok da cinsel hayatı ciddi bir paya sahiptir. Cinsel hayat eğer salt bir enerji boşalımı ya da ihtiyaç giderme alanı olarak yaşanmıyorsa, ruhsal bir bütünleşmeyi de beraberinde getiriyorsa, bu yaşantılar kadının içindeki bebeği uyandıracak ve besleyecek bir niteliktedir.

Bu özellikteki birçok kadın hamilelik döneminde daha sezgisel olur, daha fazla sevgi ve ihtimam beklemeye başlar, kocasıyla ilgili beklentileri artar. Bu beklentilerine cevap bulabilen kadının sevme kapasitesinde artış olur. Olaylara yaklaşımı daha olumludur, kıskançlık duygusu azalır, daha dayanışmacı ve yardımsever hale gelir. Bu olumlu duygusal değişimin altında kendini “büyük bir bütünlüğün parçası olarak hissetme duygusu” yatar. Bütün insanlar, canlılar, yeryüzü daha fazla sevilir hale gelir. Bu duygu belli belirsiz bir “kutsallık duygusu” da içerir. Bazı anneler bu durumu o kadar güzel yaşar ki, tekrar hamile kalmak isterler.

Annenin artan duygusal ihtiyaçlarına cevap bulamaması ise içindeki bebeksi tarafın uyanmasını ve güçlenmesini engeller, dolayısıyla kadın hamileliğin olumlu değişimlerini yaşayamaz. Bu anlamda bir kez daha söylemiş oluyoruz ki, kadın, karnındaki bebekle onun ihtiyaç duyduğu ilişkiyi ancak kendi bebek katmanıyla kurabilir. Aksi yüzeysel, akli, hatta kimi durumlarda tam bir evcilik oyunu şeklinde gelişen bir hamilelik ve annelik olacaktır.

Kadın böyle bir hayat döneminde, bu koşullarda kendisine duyarlı olamayan kocasını koca olarak, erkek olarak görmekte de zorlanır. Hem kendisiyle hem de kocasıyla ilişkisinin yüzeyselliği kadında fazla mide bulantısına, bebekle ilişki kuramamak, onu sevememek gibi korkulara neden olur. Koşullar çok olumsuzsa, annede bebeği benimseyememe, ona zarar verme korkusu fazlasıyla artar ve bu duygular hamilelik depresyonu denen tabloya neden olur.

Burada hemen belirtelim ki, ilk defa anne olacak birçok kadın doğal olarak iyi bir anne olup olamayacağı, bebeğiyle ilişki kurup kuramayacağı konusunda endişeler yaşar. Bu tür endişeler bir soruna işaret etmekten çok deneyim eksikliğinden kaynaklanır.

Ortalama kadınların büyük çoğunluğu çocuk sağlıklıyken veya hayatlarında önemli bir aksilik yokken annelik işlevini sürdürebilir fakat hastalık, kaza gibi zor dönemlerde annelik kalitesi düşer. Karıkoca ilişkisinin kaliteli olması, hayatın belli bir düzen içinde ve doğru yaşanması, kadının yardım alabileceği, güvendiği insanların varlığı zor dönemlerin de sorunsuz atlatılmasını sağlar. İnsanın anne olabilmesini belli bir mükemmellik normuna bağlamak bize kalırsa başka sorunlara yol açabilecek bir tutumdur. Çoğu zaman “kervan yolda düzülür”, bir kadın kendi annelik deneyimi içinde büyür ve annelik kalitesi de bu süreçte artar. Yeter ki başlangıç noktası çok sorunlu olmasın.


Annenin içindeki kız çocuğu

Kimi kadınlar sanki oyuncak bebek yerine canlı bir bebek sahibi olacaklarmış gibi bir hevesle anne olurlar. Bu anneler kızlarını nasıl giydirecekleri, erkek çocuklarının ne kadar akıllı ve başarılı olacağı, onlarla ne harika şeyler yaşayacakları, oyunlar oynayacakları fantazileriyle çocuk sahibi olurlar. Kızlarının çok güzel ve sevimli, erkeklerin çok akıllı ve canlı olacağından emindirler. Harika ve mükemmel annelerin ve onların harika çocuklarının olduğu bir tür Barbie bebek dünyasıdır bu. Ancak çocuk doğduktan sonra onun acıkmasından, ağlamasından, hastalanmasından, devamlı yüksek bir dikkat ve emek istemesinden çabucak yorulup sıkılırlar ve bakacak birini bulup çalışma hayatına dönmeye çalışırlar.

Bu anneler onları bu kadar yorup bunaltan bu bebek yüzünden kilo almış, iş hayatının, sosyal hayatın dışında kalmış, kendilerini değerli, önemli hissettiren her şeyin uzağına düşmüş, üstüne üstlük “ev kadını” olmuşlardır. Bir tür sıkışıp kalmışlık duygusuyla giderek bebeğe öfke duymaya, kendilerini sömürülmüş hissetmeye başlarlar. Zaman geçtikçe ve sorumluluklar arttıkça bu girdap öyle bir hal alır ki, bebeğin neredeyse onlara rahat vermemek için ağladığına, onların huzurunu bozmak için kucak istediğine inanırlar. Bebeği ağladığı için cezalandırmaya, onu bir odaya kapatıp kendi kendisine susmasını sağlamaya çalışırlar. Bebeği bir odaya kapatıp susmasını sağlamaya çalışmak ender rastlanan bir durum değildir ve bebeğe karşı duyulan büyük bir öfkeyi ifade eder. Bu anneler gelecekte de çocuklarının kendileri olmasına izin vermeyecek, onları kafalarındaki kalıba dökmeye çalışacaklardır. Çocuğu kendi fantazilerine uygun hale getirebilmek için onda korku, suçluluk, yetersizlik ve başkaları ile kıyaslayarak haset duygusu oluştururlar.


Formatlanmış bebekler!
Aslında kendisi daha ruhen çocuk olan, kendisini sevememiş, kabul edememiş bir kadının sağlıklı çocuk büyütebilmesini beklemek gerçekçi değildir. “Bunlar böyle oluyormuş”, “bunların formatı buymuş” türü cümleler pek çok yerde görebileceğimiz, çocuğuna karşı duyduğu ağır bir yabancılaşma duygusuyla onu adeta içinde mikroçip olan oyuncak bebek gibi algılayan annelere günümüzden çok anlamlı örneklerdir. Ne yazık ki böyle anneler bebeklerinin/çocuklarının ne tür ruhsal haller içinden geçerek büyüdüğünü, nelere ihtiyaçları olduğunu anlayamaz ve ciddi problemleri olan çocuklar yetiştirirler.

Adını koyacak olursak, bu yapıdaki annelerin kız çocuğu katmanında bulunan kadınlar olduğunu, kendi annelerinin de bebekliklerinde onlarla sağlam bir ruhsal ilişki kuramadığını, dolayısıyla ruhsal enerjilerinin ağırlıklı olarak öfke içerikli olduğunu, eşi ya da çocuğu olsun, sevme kapasitelerinin sınırlı olduğunu söylemeliyiz. Bu kadınların ve doğacak çocuklarının talihsizliği, sadece içlerindeki kız çocuğu ile anne olma arzusu duymuş olmalarıdır.

Peki, kız çocuğu olmak ne gibi problemler taşıyor ki, kız çocuğu karakteri ağır basan bir kadının çocuk sahibi olması böylesi sakıncalar yaratabiliyor? Eğer bir çocuğun bebeklik ve erken çocukluk döneminde ihtiyaçları yeterince görülüp karşılandıysa, anneyle güçlü bir ruhsal bağ kurup, her şey bir yana, sevilebilir bir varlık olduğu duygusunu edindiyse, büyümenin “kız çocuğu” ya da “oğlan çocuğu” aşamasının zorluklarını daha güçlü olarak karşılayacaktır. Çocuk bu aşamada kendi cinsiyetini ve bedenini ve karşı cinsi öğrenecek, buradan hem kendini hem de annesiyle babasını, dolayısıyla dünyasını yeniden tanımlamaya başlayacaktır. Bu dönem, çocuğu duygusal, bedensel, kavramsal olarak algısını genişletmeye zorlayan kritik bir aşamadır.


Annesinin ayakkabısını giymeye çalışan kız çocuğu
Kız çocuğunun anne olma arzusu, dişi cins olmanın bütün zorluklarını da barındıran bu son derece zorlu dönemde oluşur. Dolayısıyla kadının temel karakteri, kadın ve erkek algısı ve elbette kendisiyle ilişkisinin niteliği bu dönemde şekillenir. Bu aşamada iki temel etkenden söz edebiliriz. Öncelikle kız çocuğu, kendisinin kız olduğunu, annesiyle aynı cinsten olduklarını idrak eder ve annesine benzemek ister. O kadar ki, annesiyle özdeşleşmek ister, onun kıyafetlerini, ayakkabılarını giymek, onun gibi konuşmak, kullandığı kelimeleri taklit etmek, bu dönem kız çocuğunun en çok hoşlandığı meşguliyetlerdir.

İkinci olarak da çocuğun, kızların ve erkeklerin bedenlerindeki farkı algılamış olması bu arzunun oluşmasında önemli rol oynar. 2,5-3 yaş dönemindeki kız çocuğu, ruhsal ve bedensel gelişimi doğrultusunda, cinsel bölgesinin haz kaynağı olduğunu yeni keşfetmektedir. Aslında bu yaş, insan türünün, cinsel bölgelerinin duyarlı hale gelmesini sağlayan sinir dokularının olgunlaştığı dönemdir. Bu biyolojik gelişme, cinsel bölgelerin haz kapasitesinin artmasını ve giderek haz merkezi olmasını sağlar. Böylece çocukların dikkati cinsel bölgelerine kayar.


Büyük olan daha çok haz verir!
Kız çocuğu, erkek çocuğun organının görülebildiğini, büyük olduğunu, kendisininkinin öyle olmadığını fark eder. Bu yaşlardaki çocukların ruh halini iyi anlayabilmek için şöyle bir bilgiyi eklemekte fayda var: Normal gelişen bir çocuğun gözünde anne babası insanüstüdür, çocuk onlara hayrandır. Onlar her istediklerini yaparlar, her istedikleri olur, onlara bir şey olmaz. Dolayısıyla çocuğun gözünde büyük olan her şey daha üstündür ve daha çok istenir. Bu bakımdan çocukta, gözle görülemeyen bir organ bu kadar haz veriyorsa, gözle görülebilecek kadar büyük olanı çok daha büyük bir haz verir şeklinde bir algı oluşur. Çocukların haz açısından en yüksek referansı, annenin memesini emerken veya annesi onu kucakladığında hissettiği, içinin huzur ve sevgiyle dolması duygusudur. Annesiyle arasında güçlü bir ruhsal bağ oluşmuş bütün çocuklar bu duyguyu yaşarlar. İşte kız çocuk, erkek çocukların bu hazzı, zevki, huzur ve sevgiyle dolma halini devamlı yaşayabildiğini zanneder.

Dolayısıyla bu kavramsal gelişme aşamasında, erkek çocukların daha fazla haz veren bir organları olduğu, kendilerininse eksik doğuruldukları şeklinde bir algı oluşur. Erkek çocuklar ise, kızların “pipilerinin” kesilmiş olduğunu sanırlar. Bu algı da erkek çocuğunun ruhsal gelişmesinde, özellikle babasıyla ilişkisinde çok belirleyici olacaktır. Buradaki eksiklik, fazlalık gibi basit görünen sözcüklerin kız çocuktaki karşılığı değersizlik, mahrum bırakılmışlık, aşağılık duygusu, layık olmama, asla tamamlanamayacak olma, bir hiç olma, rekabetçilik gibi, ruhun bünyesindeki öfkeli enerjinin toplandığı, son derece ağır yaşantılar oluşturabilen duygulardır. “Penis hasedi” olarak adlandırılan bu algı, kız çocuğunun hayatını belirleyen en temel eksen olacaktır.

Kız çocuğun pipisinin olmamasının onda bir eksiklik duygusu yarattığı, “penis hasedine” yol açtığı tezi özellikle kadınların çok fazla itiraz ettikleri bir düşüncedir. Buna itiraz eden kadınlar, kendi kadınlıklarını benimsedikleri bilgisinden hareket ederler. Halbuki bu duygunun oluşumundan bahsettiğimiz dönem, yukarda da ifade ettiğimiz gibi, 2,5-3 yaş dönemidir. Bu anlamda, her şeyden önce “kadınların kendilerini eksik hissetmeye yatkın” olduklarını söylemek kadınının öznel dünyasına ilişkin bir gözlemdir ve nesnel olarak kadınların eksik olduğunu söylemek anlamına gelmez. Bize göre ne kadınlar ne de erkekler üstündür. Kadınlarla erkekleri kıyaslamak, elma ile armudu kıyaslamak gibidir.


Tamamlanma arzusu
Tamamlanma arzusu daha küçüklükten itibaren “gelin olma” (kendine pipisi olan birisini bulma) ve anne olma (çocuğu ile tamamlanma) isteği şeklinde görünür hale gelmeye başlar. Bu ihtiyaç kadının sevdiklerini kendinde tutma, onları kendine ait sayma eğilimine yol açar ve kadın kıskançlığında ve çocuklarına düşkün, onların kendisini bırakmasına izin vermeyen annelikte görünür hale gelir.

Bilindiği gibi, kız çocuklarda gelin olma isteği, gelinlere duyulan utangaç ilgi yaygındır çünkü kız çocuk için “gelin olmak” artık kendisine ait bir pipinin olması demektir. Böylece eksiklik giderilmiş olacaktır fakat yine de tam işe yaramaz. Sonuçta “koca” yabancı birisidir, ama bir çocuk doğurmak, o çocuğun doğurana ait olması, hele de erkek çocuk doğurmak eksiklik duygusunu tamamen giderecektir. Kız çocuk yeterince sevildiyse, daha çok kız bebeklerle oynar ve anne olma arzusu kız doğurma isteği olarak görülür. Aile içinde erkek çocuklara daha fazla değer veriliyorsa, çocuk ilerde erkek çocuk annesi olmak ister çünkü bu, eksiklik duygusuna daha iyi gelir.

Çocuk sahibi olup olmama hali, statüsü demeliyiz aslında, özellikle kadınlar arasında ilginç şekillerde gözlemlenir. Çocuklu kadınların da, çok çocuklu kadınların da önemli bir kısmı çocuksuz kadınları küçümserler. Ya da halka açık kimi yerlerde, bazı çocuklu kadınların başkalarının haklarını, koşullarını kendi koşulları için sonuna kadar zorladığını, görmezden geldiğini görürüz. Gerçekten de, kendi kız çocuğu dünyasında, o kadın için “dünyanın en önemli şeyi” kendisi ve çocuğudur. Bunun yanında, çocuğu olmayan birçok kadının kendisini eksik hissettiği, hatta toplumsal olarak da çocuksuz kadının eksik bulunduğu bilinir. Geleneksel sistemde ise erkek çocuğu olmayan kadın küçümsenir.


Hiçlik duygusunu telafi çabası
Sorumuz, kadının sadece içindeki kız çocuğuyla anne olmak istemesinin neden problem yaratacağı idi. Önce şöyle bir bilgiyi verelim: Çocuklar doğumdan itibaren belli dönemlerde, anneyle ilişki içinde, hiçlik duygusuyla her şey olma duygusu arasında savrulmalar yaşarlar. Burada kastettiğimiz “her şey olma” hali doğum öncesi “Bölünmez Bütünlüğün” parçası olma dediğimiz durumla, “hiç olma” ise, doğum travması olarak adlandırdığımız durumla ilgilidir.

İşte 2,5 yaş civarında benlik oluşumunun kritik bir aşamasına gelmiş olan çocuk kendisini aslen “bir hiç” olarak hissetmektedir ve bu duygudan kaçınabilmek, kurtulabilmek için de “harika” olduğuna inanmaya çalışır. Erkek çocuk bunu performansını artırarak, atlayıp zıplayarak, Süpermenlik fantazileri kurarak yapmaya çalışır ve dış dünyaya yönelmiştir. Kız çocuksa özellikle bedenine yönelerek ve güzel olmaya çalışarak hiçlik duygusundan kurtulmanın yolunu arar. Kız çocuğunun bu dönemdeki eksiklik duygusu, bu yaş döneminin, kendisinin aslında “bir hiç” olduğuna ilişkin korkusuyla birleşince, hayatı boyunca zevkli ve güzellik ustası olmaya çalışan, beğenilmeyi çok önemseyen, hep büyük bir tamamlanma arzusu duyan bir yapı oluşur.

Bu nedenle kız çocukları etraflarındaki insanların ilgisini ve dikkatini kendinde tutmaya çalışan, kendini göstermeye ve beğenilmeye fazla ihtiyaç duyan, sevgi nesnesi (anne, baba, eş, çocuk) yönelimli varlıklardır. Kimi durumlarda hayatın anlamlı, değerli, belki biraz çaba harcandığında sevgiye dair bir yaşantı oluşturulabilecek son derece değerli imkânları beğenilmek, kendini göstermek gibi nedenlerle heba edilir. Kız çocuğunun emin olmak istediği kesin ve belli şeyler vardır: O çok değerlidir, çok özeldir, biriciktir, çok önemlidir, harikadır, mükemmeldir. Bunlar aslında yeterince sevilmesi halinde kız çocuğunun 2,5-3 yaş dönemi öncesinde hayli geride bırakmış olabileceği temel fantazilerinin bir kısmıdır.

Bu nedenle, eğer çocuk bebeklik döneminde iyi bir annelik almadıysa, sonrasındaki büyüme aşamalarında altından kalkamayacağı bir büyüme malzemesiyle baş başa kalmış olur. Kadınlar bu özelliklerini evlerinin temizliğinde, eşyalarında, “çok özel”, kendilerine özgü tariflerinde, çeşitli hobilerinde, elbette özellikle de çocuklarının harikalıklarında, giyim kuşamlarının temizliğinde, onların cici çocuklar olmalarında ya da tersine abartılı bir biçimde “özgür” çocuklar olmalarında gibi çok çeşitli şekillerde ortaya koyarlar. Bunun yanında, çalışma hayatına baktığımızda, penis hasedi yoğun olan, adeta erkekleşerek hemcinsleriyle ve erkeklerle büyük rekabet içine giren, hayatının tüm enerjisini kariyer yapmak adı altında buna yatıran kadın hiç de az değildir. Bu kadınlar kadın olmayı, kadınlığa atfedilen temel nitelikleri adeta açıkça küçümserler.


Oyuncak bebeğine düşkün kız çocuğu
Annelik yapmayı sağlayan, kadını, sevdiklerinin ihtiyaçlarına duyarlı olabilen ve sevmeyi bilen bir varlık haline getiren malzeme bebeklikte oluşmaya başlasa da, çocukluk döneminde oluşan anne olma arzusu, çocuğun bebeklerle oynaması, evcilik oyunlarına ilgi duymaya başlaması şeklinde tezahür eder. Kız çocuk belirgin olarak, annesi kendisine nasıl davranıyorsa bebeklerine öyle davranır. Bir kız çocuğun oyuncak bebeklere ilgisi, onun donanımının anne olmaya uygunluğu hakkında önemli bir fikir verir. Bebeklerinin kafasını, kolunu koparan, döven, onlardan çabucak sıkılan, onlara ruhsal bir yatırım yapamayan kız çocukları gelecekte annelik yapmakta çok zorlanacaktır. Bazı kız çocukları da bebeklerine çok düşkündür; onlarla meşgul olmadan, onları beslemeden, kucağına almadan bir yerden bir yere gidemez, hatta tatile giderken de oyuncak bebeğini yanında götürür.

Bütün bu anlattıklarımızla, doğuştan getirilen bir annelik içgüdüsünün olmadığını ama bir anne tarafından büyütülmüş her kız çocuğunun, içinde anne olma arzusu taşıyabileceğini söylemiş oluyoruz. Bu arzunun annelik içgüdüsüne dönüşebilmesi ise annenin bebekle bütünleşmesi ve onu kendi parçası olarak algılayabilmesiyle mümkün olur. Özellikle bebekliğinde sevilmiş, benimsenmiş bir kız çocuğu bebekleri sevme eğilimi gösterecektir ve kendi bebeğiyle daha anne karnındayken bütünleşebilecektir. Dolayısıyla, yeterli annelik almış ve bir aile içinde büyümüş kız çocuğunun annelik içgüdüsü taşıyacağını söyleyebiliriz. Fakat bebeklerin bakıcılar tarafından büyütüldüğü, ki bu durum annelerin bebeklerine büyük bir ruhsal yatırım yapamadığının bir göstergesidir, bir dünyada annelik içgüdüsünün sürüp sürmeyeceği hakkında kuşkularımız olduğunu da söylemeliyiz.

Bu aşamada belirtmek gerekir ki, annenin kadınlığıyla ne derecede barışık olduğu, kız çocuğu için hayati önemdedir. Anneliği, kadınlığı konusunda sürekli kaygı içinde olan, bir bakıma kadınlığa bir türlü yerleşememiş, kocasıyla kaliteli bir ilişkisi olmayan bir anne, çocuğunun kadınlığa yerleşmesine de yardımcı olamaz, hatta kendi sorunlu malzemesini farkında olmadan kızına aktarır. Sonuçta kız çocuğu, ne kendisinin ne de çocuğunun cinsiyetini benimsemiş bir annenin çocuğu olarak başlayacaktır hayatına. Tahmin edileceği gibi, çok zor bir başlangıçtır bu. Bunun yanında, annenin aile ortamında sevilen, değer verilen, korunan bir konumda olması önemlidir. Baskı altında kalmış, sindirilmiş, ezilen bir annenin kızı, annesi gibi olmak isteyemez; bu ortamda kız çocuğunun annesiyle özdeşleşmesi ve gelecekte bebeğine büyük bir yatırım yaparak anne olmak istemesi beklenemez.

Hayatını sevgi içinde yaşayabilen, doyumlu bir cinsel hayatı olan, yeterliliklerini artıracak bir çalışkanlığa ve disipline sahip kadınlar başarılı olmak gibi erkekleştirici yollara sapmıyorlarsa, orta yaşlardan itibaren, ruhsal gelişmelerinin bir sonucu olarak “kız çocuğu” özelliklerinden kurtulurlar. Daha sevecen, sade, daha hakiki, daha az biçimci olurlar. Özellikle çocuklarını kendilerine istemekten vazgeçerler; bu yapıdaki kadınlara çocuklarının mutlu olduğunu görmek yeter.


Annenin içindeki erişkin

Hayatın belki de en zor, en acımasız, kabullenmesi en güç olan gerçeklerinden biri, bize verilenler kadar olduğumuzdur. Ruhsal yekûnumuz, temelde annemizin verdikleri, onun üzerine de babamızdan alabildiklerimizdir. Ancak bu kabul oluştuktan ve kendi kendimizle kavgalı olmaktan kurtulduktan sonra yapımıza dahil edebileceğimiz nitelikler olabilir, yoksa kendimizle kavgamız ağır basar. Bunun yanında, çoğumuz içinde bulunduğumuz çeşitli durumların nimetlerini ve külfetlerini bir arada görmeye yatkın değilizdir; ya her şeyi toz pembe görürüz ya da fazla karamsar oluruz. Yetişkinlik dediğimiz durum, temelde insanın kendisini ve gerçekliği tarafsız bir bakışla değerlendirebilmesi ve kendisini doğru idare edebilmesidir.


Sorunlu hamilelik kararları
Annenin içindeki bebek ve kız çocuğu bebek sahibi olmayı arzular ve bu, bebeğe bakabilmek için gereklidir. Erişkin tarafı ise bunun bebek için ve kendisi için en uygun koşullarını değerlendirmek ve oluşturmakla görevlidir. Elbette ilk koşul, annelik yapma kapasitesine sahip olup olmadığını, anne olma gerekçelerini iyi anlamak olacaktır. “Bir tane de benim olsun”, “senin aynından bir tane istiyorum”, “herkes yapıp bir şekilde bakıyor, ben niye yapmayayım”, “biyolojik saatim geldi” gibi, bir bebek dünyaya getirmeyi tamamen hafife alan tutumlar, anne olmanın ciddiyetini kavramamış olmaktan kaynaklanır.

Bunun yanı sıra, hayatını yoluna sokmayı bir bebek sahibi olmaktan beklemek, evliliği için benzer beklentide olmak, aile büyükleri için ya da kıskançlık sebebiyle anne olmaya karar vermek, hayatını anlamlandırmayı bir bebekten beklemek gibi değerlendirme problemlerinden de söz edilebilir. Bir önceki bölümde ifade ettiğimiz, kız çocuğunun kendi harikalığına inanma ihtiyacı, ne yazık ki kadınların özellikle bu tür değerlendirmelerde önlerine çıkan en önemli handikaplardan biridir. Kendi gerçeğiyle ilişki içinde olan, kendini anlamaya çalışan kadın ise, elinden geldiği kadar gerçeğe uygun bir değerlendirme yapmaya çalışır.

Kadın, baştan itibaren bebeğin bir anneye ve babaya ihtiyacı olacağını bilmelidir, dolayısıyla çocuk sahibi olmak için kocasıyla ilişkisinin, en azından bir çocuk sahibi olma kararı verirken, kalıcı olduğundan emin olması gerekir. Yakında ayrılacağını bilerek çocuk sahibi olmak hem kendisine hem de doğacak çocuğuna yazık etmek, hayatı çok zorlaştırmak anlamına gelecektir. Bunun yanı sıra kadının, kendisine kocalık edemeyen bir erkeğin çocuğa da babalık edemeyeceğini bilmesi gerekir. Kocasının sorumsuzluğundan, ilgisizliğinden şikâyet eden kadın çocuk doğurduğunda onun sorumluluğunu da tek başına üstlenmek zorunda kalacaktır, bu durum kesinlikle sürpriz sayılmamalıdır. Dolayısıyla kadının annelik kapasitesi kadar, kendisine kocalık, çocuğuna babalık edecek güçte ve kapasitede erkeği seçecek donanımda olması gerekir.


Beklentilerin öfkesi ya da anlama çabası
Ruhsal olarak sağlıklı bir çocuk yetiştirebilmek için, annenin içinde yaşadığı dünyanın sevgi içermesi gerekir. Özellikle karıkoca arasındaki sevgi annenin bebekten yorulmasını ve sıkılmasını engeller. Bu anlamda anne, bebeğine sağlıklı bir annelik yapabilmek için öfkesiz olmak zorunda olduğunu bilmelidir. Kocasına, kocasının annesine, kardeşlerine çok fazla öfke duyarken anne olmaya kalkışmak tam bir sağduyu eksikliğidir. Burada belirtmek gerekir ki, yetişkinlik konusunda kendisinden beklentileri olan, kendisini bu konuda geliştirmeye çalışan insanın, burada kadının, öfkesiyle kız çocuğu yapısı ağır basan bir kadının öfkesi ciddi farklar gösterir.

Bunun yanında, bu iki farklı yapıdaki insana duyulan öfkeler arasında da önemli farklar vardır. Kız çocuğu, temelde beklentilerine uygun davranılmadığı, istekleri yerine gelmediği için öfkelidir. Zaten hiçbir gerçeklik kız çocuğunun fantazilerine cevap veremez. Bu yapının gereğine uygun olarak, hemen her zaman o haklıdır, sürekli ona haksızlık yapılmaktadır. Dolayısıyla kız çocuğu, gösterse de göstermese de öfkelidir. Ayrıca bu yapıdaki kadınlar yetişkinlik vasfı oluşmuş (kendi içindeki bebeğe ve çocuğa annelik yapabilen) kadınlara oranla üzerlerine ciddi şekilde öfke de çekerler.

Fakat yetişkin tarafı güçlü olan kadın dış gerçeklikle daha ilgilidir, öncelikle çevresindekileri anlamaya çalışmaktadır. Bu yüzden beklentileri daha gerçekçidir. Değeri bilinmemişlik ve beğenilmeme duygusuyla, alınganlık, kırgınlık ve küskünlükle öfkelenmek yerine haksızlığa öfkelenir, mümkün olanın ve olmayanın sınırları onun için daha belirgindir. Elinden ne geleceğini ve gelmeyeceğini bilir, dolayısıyla kendisini, koşulları, hayatı olmayacak şeyler için zorlamaya kalkmaz. Bu nedenle de evliliğinin kalitesini ve bulunduğu ortamı kız çocuğu yapısındaki bir kadına göre çok daha iyi değerlendirir ve fantazilerine göre değil, bu anlayışa uygun kararlar verir.

Kadın, bir erkekle tamamlanma ihtiyacı duyan bir varlıktır. Bu, zamanında babasıdır, daha sonra kocası. Eğer kadın kocasıyla tamamlanamıyorsa, aralarında ruhsal bir yakınlık ve dürtüsel bir çekiminin gücü yoksa, o zaman mecburen çocuklarıyla tamamlanmaya yönelecektir. Bu da illa bir oğlum olsun duygusu şeklinde ortaya çıkacak, hatta kadın, erkek çocuk doğurana kadar doğurmaya devam edecektir. Bu kadın erkek çocuk annesi olduğunda kocasıyla ilişkisi halen zayıfsa, oğluna hem çok düşkün olur hem de onun kendisinden bağımsızlaşmasına, kopmasına izin vermemeye çalışır. Bu durum çoğu zaman annenin iradi tutumunu aşar.

Başka bir plandan baktığımızda, aslında her ilişki biçimi gerçeklikle çeşitli ölçülerde bağ kurmaktır, dolayısıyla iç gerçeğimiz ve dış gerçeklik sürekli iç içe geçer, çatışır ya da uyumlanır. Kadın erkek ilişkisi ise, tarafların birbirine hemen tüm ruhsal malzemelerini açtıkları, aktardıkları, bunun çok yoğun olarak yaşandığı bir ilişkidir ve hiçbir zaman iki kişilik değildir. Kalıcı bir kadın erkek ilişkisi kadınla erkeği ve onların birlikte oluşturabildikleri şeyleri kapsar. Yaşanacak olan bunlardır. Bu anlamda çocuklar, kadın ve erkeğin beraberce ne oluşturabildiği konusunda en önemli yüzleşmedir.

Anne bebek/çocuk ilişkisi ancak güçlü bir aşk (sevgi) ilişkisi üzerine bina edildiğinde, kadının ve erkeğin ruhsal enerjilerinin çocuğa aktarılmasının bir yolu haline gelir. O zaman annelik altından kalkılabilir bir durum olur. Yoksa kadın doğasının çocuğunu kendi parçası olarak algılama, onu kendine ait kılma, kendinde tutma gibi zorlukları çocuğa yansıyacaktır. Bu açıdan bakıldığında, kadın erkek ilişkisinin kalitesi, kadının bu doğal eğilimlerinin farkına varmasını ve büyümesini sağlayan çok değerli bir unsur olarak görünmektedir. Aksi takdirde kadın, çocuğunu çok sevdiğini düşünürken ve bundan en ufak bir kuşkusu yokken, hayat içinde çok zorlanan, sebeplerini bir türlü anlayamadığı zorluklar yaşayan bir çocuğun acılarına tanıklık etmek zorunda kalacaktır.