ANNELİK VE BABALIK TANIMLARI

Yeterli ve doğru bir annelik ve babalık tanımı yapabilmek için öncelikle “ruhsal yatırım” kavramını ve “sevgi duygusu”nu açmak yerinde olacaktır.


Ruhsal yatırım

Doğduğunda sadece canlı bir varlık olan insanı insanlaştıran etkenin doğumdan sonra annesinden aldıkları olduğunu söylemiştik. Annenin bebeğiyle kurduğu ilişki içinde, öncelikle bebeğin ruhsal malzemesi oluşur fakat aynı zamanda anne, bu ilişki üzerinden bebeğine kendi duygu dünyasından ruhsal malzeme de aktarır. Bebeğin ruhsal malzemesi dediğimiz içerikse, bir yanıyla onun canlılığını muhafaza edebilmesini, acıkmasını, beslenmesini sağlayan enerjidir. Diğer yandan da, bebeğin ruhsal gelişiminin kesintiye uğramaması halinde onun bağlanmasını, sevmesini, haz almasını mümkün kılan bir hale dönüşecek olan enerjidir. Acıkma gibi bedensel ihtiyaçlar dışında bebeğin ruhsal varlığını oluşturacak olan bu enerjiyi, ayrışmış enerji olarak ifade etmek mümkündür. Ayrışmış enerji bebeğin yakın çevresinin, özellikle annesinin sağladığı her türlü olumlu, duyarlı, şefkatli, sıcak, neşeli yaşantıyla, ruhsal yakınlıkla oluşur.

Bebek, annesinin onunla kurduğu ilişki sayesinde ilk aylardan itibaren bu olumlu yaşantıları “iyi” tanımı altında biriktirmeye ve bu alan üzerinden haz duyabilen, annesinden başlamak üzere başkalarıyla ve dünyayla ilişki kurabilen bir varlık haline gelmeye başlar. Bu sayede anne, bebeği için ne oranda iyi ve duyarlı bir anne olabiliyorsa, onun doğumla birlikte getirdiği ham malzemesini o oranda hayata, yaşamaya ve gelecekte sevebilen bir varlık olmaya uygun şekilde ayrıştırır. Anlaşılacağı gibi anne, bebeğin ve giderek çocuğun ruhsal malzemesinin hem niteliğini hem de miktarını oluşturur.

Burada sözünü ettiğimiz ilişki hemen hiçbir biçimde akli olmayıp duyarlılık, sezgi, hissediş üzerinden gelişir ve temelde, görünenden çok daha derin, sözel olmayan bir ruhsal ilişkidir. Anne bebeğine/çocuğuna ne oranda ruhsal yatırım yapabiliyorsa, çocuk da zamanla anneye ve dünyaya aynı oranda ve nitelikte yatırım yapabilmeye başlar. Elbette madalyonun diğer tarafı da vardır. Doğumumuzla birlikte gelen ve annenin henüz ayrıştıramadığı ham, öfkeli ruhsal enerjiyle birlikte olumsuz, korku ve kaygı verici yaşantılarla oluşan yekûn da “kötü” olarak başka bir birikim oluşturur. Bir insanın hayatı, temelde bu iki alan üzerine kuruludur ve kendimizi, başkalarını ve dünyayı bu alanlardan yola çıkarak algılar ve değerlendiririz. İçimizdeki “iyilik” duygusu, kötü olandan kaçınma isteği, hatta ihtiyacı böyle oluşur. En değerli ve temel yaşantılarımız ve giderek temel kavramlarımız kaynağını bu alandan alır. İnsanı insan yapan, “iyi annelik”tir.


Doğru sermayenin doğru yatırımı
Eğer anne bebeğiyle bu ilişkiyi oluşturabildiyse, büyüme süreci içinde, ilerde babanın ve yakın çevrenin de katkısıyla çocuğun ruhsal yatırım kapasitesi oluşur. Bir başka ifadeyle, insanın kendi varlığını ve dünyasını oluşturabilmek için kullandığı ruhsal enerjiye, onun ruhsal yatırım kapasitesi diyoruz. Bu kapasite ne kadar fazlaysa, yani sıcak, olumlu, hazza ve sevgiye dair alanımız ne kadar genişse kendimize o kadar anlamlı, derin ve geniş bir dünya kurabiliriz. O oranda çalışmaya, dikkatimizi yoğunlaştırabilmeye, üretmeye, yaratıcı çalışmalara yatkın oluruz.

Kendimize olan yatırımımız da bu sermayeden kaynaklandığı için, kapasitesi yüksek olan insanlar kendilerine de değer verirler, kendilerine karşı da duyarlıdırlar. Bir insanın dünyası kendisinden, yatırım yapabildiği eş, çocuk, kardeş, arkadaş gibi insanlardan, ev, eşya, kıyafet gibi cansız nesnelerden oluşur. Kendimiz de dahil, yatırım yaptığımız her şey bizde kaybetme korkusu oluşturur; hastalanmaktan, ölmekten, sevdiklerimizden mahrum kalmaktan korkarız.

Yatırım kapasitesi düşük insanlar amaçlarından, nesnelerden ve bağlandıkları insanlardan kolay sıkılırlar, maymun iştahlı dediğimiz insanlardır. Zorluk karşısında amaçlarından kolay vazgeçerler ya da amaçlarını kolay değiştirirler, arkadaşlarından kolay koparlar, beklentilerine uygun davranılmadığında kolay kırılıp uzaklaşırlar. Yatırım kapasitesi düşük olan insanların en önemli özelliği, can sıkıntısı çekmeye çok yatkın olmalarıdır.

Yatırım kapasitesi yüksek olan insanlarsa enerjileri fazla olduğu için çalışkan, sebatkâr ve mücadelecidirler. Uzun süreli bir emeği fazla zorlanmadan oluşturabilirler ve bu emek de yine yatırım kapasitelerinin artmasını sağlar. İnsan ilişkilerinde rahatlıkla sorumluluk üstlenirler, kıymet bilirler ve vefalı olurlar. Elbette bu özellikler iyi bir anne ve baba olmaya da hizmet eder. Ruhsal yatırımlarımızla oluşturduğumuz dünyayı anlamlı kılan öncelikli amaçlarımız vardır ve bunları gerçekleştirmeye çalışırız. Sözgelimi aile kurmak, başarılı olmak, çocuklarımızı büyütmek ve onların geleceğini kurabilmek isteriz.

Diğer yandan, hayatımızı herkesten üstün olmaya çalışmak gibi amaçlar da yönetebilir, bu da bir ruhsal yatırımdır. Bu durumda kendimizi başka insanlarla kıyaslayarak onlar arasında bir yer edinmekle meşgulüz demektir. Mutluluğumuz ötekilerin ne kadar aşağıda, bizim ne kadar yukarda olduğumuza bağlıdır, dolayısıyla başkalarının iyiliğini isteyemez hale geliriz. Rekabet duygumuz ön plandadır, sevgimiz azalır ve zamanla en yakınlarımızı bile sevemez hale geliriz.

İnsan doğduğu andan itibaren annesinin sevgisiyle insanlaştığı için, sevgiden uzaklaşmak insanı kendisinden uzaklaştırır, yüzeyselleştirir, hayat anlamsızlaşmaya başlar. Bir sevgi nesnesine bağlanmak, bir başka insana ya da anlama yatırım yapmak ise ruhumuza iyi gelir. “Başkalarından üstün olmak”, “başarılı olmak”, “statüsünü yükseltmek” çağımızın, içinde yaşadığımız küresel ekonomik sistemin yükselen değerleridir. İçimizdeki sevginin gereklerini yerine getirmeyi hayatımızı anlamlandırmanın yolu olarak görüyor ve sağlıklı olmayı “sevebilen ve üretebilen bir varlık olmak” olarak tanımlıyorsak, bu yükselen değerler aynı zamanda insanları sevmekten uzaklaştırdığı için çağımızın hastalığıdır.



Sevgi duygusu

Sevgi, aslen enerjidir ve yapıcı niteliği yüksek bir duygudur. Bu duygunun enerjisi sayesinde seven kişi kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini, çıkarlarını bir kenara koyup sevdiği varlığa karşı duyarlı olabilir, onun iyiliği için emek verebilir. Bu emeği verebilmek seven kişiyi mutlu eder. Yaptıkları içinden gelir, karşılık beklemez. Sevme kapasitesi olan bir insan, sevdiği kişi için yapabileceği şeyleri yapmazsa kendisinden memnun olmaz; ya kendisini bencil bulup utanır ya da suçlu hisseder.

Sevgi duygusu, karşısındaki insanın “iyiliğini isteyen” bir duygu olduğu için onun kendisine bağımlı ve muhtaç olmasından hoşlanmaz, hatta bundan korkar. Bu yüzden, sevgi aslen karşısındakini “büyütmeye çalışan” bir duygudur; sevileni kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek, muhtaç olmaktan kurtulacak bir hale getirmeye çalışır. Şımarıklık, mızmızlık, tembellik, insan kullanma, kendini acındırma çabaları seven bir kişide öfke uyandırır. Böyle özellikleri olan insanlar sevgiyi suiistimal etmeye yönelmiştir, dolayısıyla büyümeyi, gelişmeyi reddetmiş olurlar.

Sevgiyi, “ben seni çok seviyorum” düzeyinde kelimelerle tanımlamak, onu hiç anlamamaktır. Tersine, sevgi karşısındakinde gereksiz bir borç, minnet veya bağımlılık oluşturmak istemediği için söze dökülmeyi sevmez. Seven kişi, yaptıklarını sevmiş olmasının doğal sonucu olarak gördüğü için, kimseyi kendisine borçlu olarak algılamaz. Yaptıkları, sevginin doğal enerjisinin yaptırdıklarıdır, sevilmek için yapılmamıştır; sevilmek istemekle sevmek istemek tamamen ayrı şeylerdir. Karşılığında beklenen tek şey, sevilmiş olan kişinin sevilir olma özelliğini sürdürmesi ve ona verilen emeği ziyan etmemesidir. Bu nedenle, sevginin çok sık olarak söze dökülmesi, aslında eksikliğini gösterir. “Seni çok seviyorum” ifadesinin asıl anlamı, “beni sevmeni çok istiyorum, sevgin bana çok iyi geliyor, beni hep sev ve daha çok sev”dir.


Sevebilen insanın nitelikleri
Sevebilen insanlar sorumluluk alabilir ve bunun gereklerini yerine getirirler. Etraflarındaki insanları kandırmazlar. Herkesin kendisiyle ilgili gerçeği bilmeye hakkı olduğunu bilir, bu hakkı çiğnemezler. Adalet duyguları gelişmiştir, kimseye haksızlık etmemeye çalışırlar. Diğer yandan, kendilerine haksızlık ettirmemek için gerekirse savaşırlar. Haksızlık yaptıklarını fark ettiklerinde düzeltmeye çalışır, düzeltemezlerse suçluluk duyar, borçlu hissederler. Mükemmeliyetçi değildirler, kendilerini ve çevrelerindeki insanları geliştirmeye çalışırken hoşgörülüdürler.

Sevebilen insanlar hata yapmadan, bir şeyin çırağı olmadan ustası olunamayacağını bilir ve kendileri için de aynı alanı tanırlar. Karşılarındaki insanın kötü niyetine ve isteyerek zarar verme eğilimlerine büyük öfke duyarken, yanlış buldukları davranışları için onu uyarmaya, bunları düzeltmesine yardımcı olmaya çalışırlar. Bunun yanında, sevebilen insanlar çıkarları tarafından yönetilmeyen insanlardır; durumun gereğini yerine getirmeye çalışırlar fakat gerekiyorsa bedel ödemeye de hazırdırlar. Sevme kapasitesi gelişmiş insanlar ancak mükemmeli sevebilmenin aslında sevememek olduğunu idrak etmişlerdir. Hayatlarını başkalarına üstün olmak üzerine kurmazlar.

Sevgi, kişinin isteklerini denetim altında tutabilmesini sağlar. Sevebilen insanlar, nefislerine yenik düşmelerinin başka insanlara zarar verdiğini bilirler. Çıkarcılığın insanın insanlığını azalttığını ve kalitesini düşürdüğünü fark etmişlerdir. Sevgisi gelişkin insanlar övülmekten, önemsenmekten, gözde büyütülmekten rahatsız olurlar. Ne kimseyi övmeye çalışırlar ne de bunun kendilerine yapılmasından hoşlanırlar. Her insan onlar için meziyetleri ve kusurlarıyla, ister peygamber olsun ister devlet kurucusu, birer insandır; insan olabilmek en yüksek mertebedir. Seven insan, kim olursa olsun, herkesin bu dünyaya insan olmanın acılı ve zor sınavını yaşamaya geldiğinin bilincindedir. Bu kişi çoğu zaman sakin ve huzurlu, güvenilir, sorumluluk sahibi, gösterişsiz, çalışkan ve disiplinli biri olarak görünecektir.

Böyle bir insan için doğru, yanlış gibi kavramlar zihinsel bir değerlendirme olmaktan çok, sorumlulukla ilgilidir; kişinin hem kendisine hem de karşısındaki insana, diğer bir ifadeyle, duruma karşı sorumluluğuyla ilgilidir. Bu durumda kişinin kendisine sorduğu soru, yapılması gerekenin ne olduğudur. Bunun anlamıysa, o anki çıkarlarının ya da durumun neyi gerektirdiği değil, kişinin kendi ruhsal değerleriyle ve imkânlarıyla nasıl uygunluk içinde olacağıdır. Bu anlamda, insan sorumluluk duygusundan ayrı bir yola düştüğünde, umursamaz hale geldiğinde, ruhunun yapı taşı olan, anneyle kurulmuş temel sevgi bağının ve bunun ifade ettiklerinin dışına düşecektir ki, bu, böyle bir insan için bütün hayatı boyunca kendisine verilen emeğin ve sevginin hakkını verememesi anlamına gelir.

Bu durumda kişi kendine olan sevgisini ve saygısını kaybetmeye başlar, yüzeyselleşir, keyifsizlik ve can sıkıntısı başlar. Kişi ancak kendisiyle yüzleşme cesareti gösterip suçluluk duygusunu ve pişmanlığını hissetmeye başladığında toparlanır. Bu anlamda, doğru, yanlış gibi kavramlar, sevgi ile hareket eden insanlar için huzur ya da pişmanlık gibi birer duygudur. Dolayısıyla bir durum hakkında karar vermesi gerektiğinde, elbette aklıyla araştıracaktır, ancak ne yapması gerektiğini ruhuyla ilişkisi içinde kavrayacaktır. Sevgiyi tanıyan, sevgiyle büyümüş bir insan, ruhsal değerlerine aykırı davrandığında güzel bir şeyi yok etmekte olduğunu, bir tür günah duygusunu, kendine ihanet ettiğini, giderek hayatının anlamını kaybetmeye doğru sürüklendiğini hisseder.

Seven ve sevilen ilişkisinde sevgi, karşımızdaki varlığı sadece yaşadığı an içinde değil, bütünlüğü ve geleceği içinde kavrayan bir duygudur. Dolayısıyla sevdiğimiz bir varlığa yaptığımız katkının onu çocuksulaştırmasından, bize bağımlı hale getirmesinden, tembelleştirmesinden ya da minnet altında ezilip bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmasından korkarız. Belki problem o an için çözülmüştür ama içimizdeki sevgi bize o anın problemini çözmeye çalışırken daha büyük bir probleme yol açabileceğimizi hatırlatır, uyarır.


Taklit sevgiler ya da narsisistik sevgi
Zamanımızın en çok telaffuz edilen, içi belki de en çok boşaltılmış kavramı olan sevgi duygusunun taklitleri aslını neredeyse unutturmuş gibidir. Çoğu zaman karşısındakini kendine bağlamak için pohpohlamak, memnun etmeye çalışmak sevgi gibi gösterilir. Halbuki bunları yapan kişinin ihtiyacı aslında karşısındaki kişi için çok önemli olmak, onu kendine bağlamak, onun vazgeçemeyeceği birisi olmaktır. Fakat çoğu kişi bu yaptığını sevgi zanneder ve bu zannında da samimidir; kendisini dünyanın en sevecen insanı gibi görür.

Bu yanılsamanın kaynağını anneyle olan ilişkide buluruz. Böyle bir insanın annesi, çocuğuyla anlamlı ve derin bir ruhsal bağ oluşturamamıştır ve çocuk, üstüne düşülmesini sevgi zannederek büyümüştür. Bu durumda elden gelen sadece kendini önemsemek ve önemsetmek olacaktır. Önemsenmenin, kişiyi “hiç olma”, “değersiz olma” duygularından koruyan bir etkisi vardır. Eğer büyüme sürecinde, bebeklik ve çocuklukta yakın sevgi ilişkileri yaşanamadıysa, kişi bu dönemlerde değerli bir varlık olduğunu annesinin kendisine gösterdiği duyarlılık üzerinden içselleştiremediyse, “bir hiç olmamak” için hayatını, önemsenmek için başkalarını önemsemek, kendini vazgeçilmez kılmak üzerine kurmak zorunda kalır. Bu aslında, başkalarının ruhsal yatırımını çekmeye çalışıp, değersizlik duygusundan bu ruhsal yatırım üzerinden kurtulma çabasıdır. Vazgeçilmez olma beklentisi karşılanamayacağı için, dengesini bu yolla kurmaya mecbur kalan bir insan için hayal kırıklıkları ve giderek artan bir öfke kaçınılmazdır.


Hayat kadar yumuşak, hayat kadar sert
Var oluşlarını başkaları için önemli olmak üzerine kurmuş olan insanların anneleri çocuklarının her istediğini yapmaya çalışan kadınlardır çünkü onları kendilerine bağlı tutmak, onlar için biricik ve çok önemli olmak, dış dünyaya yönelmelerini engellemek isterler. Bunun sonucu çocuğun şımarık, kendini beğenmiş, herkesi kendisine borçlu zanneden yetersiz bir insan olmasıdır ama elbette anne çocuğunu memnun etmeye çalışırken bunu onu sevdiği için yaptığını zanneder. Çoğu zaman amacının farkında değildir. Durum kendisine açıklandığında bile çocuğunu çok sevdiği için böyle yaptığında ısrar eder çünkü bütün sistemi bu inanca göre kurulmuş, sevgi tanımı bu şekilde oluşmuştur. Yaptığını gerçekten sorguladığında kendisini, anne babasını, bütün dostluklarını, evliliğini yeniden sorgulamak zorunda kalacaktır.

“İnsan hayatını, karakterini değiştirebilir mi?” diye sormuş, bunun son derece zor olduğunu belirtmiştik. Kastettiğimiz tam da buydu. Kendilerine yalan söyleyen ve bu yalanları ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen insanlar değişemezler. Diğer yandan, bir yalanı sürdürme çabasının anlaşılır bir yanı da vardır; insanların büyük çoğunluğu, yanlış da olsa, bir davranış kalıbını, değeri vs. bıraktıklarında yerine neyi koyacaklarını bilmezler; sudan çıkmış balık gibi olurlar. Bu duruma düşmemek için kendimizi korumak zorunda hissederiz. Fakat bu durumda, korunma adına gerçeğin en azından bir kısmını feda etmiş oluruz.

Bir insana yaklaşımımız gerçekçi olduğunda, yani yapılabilecek olanı yaptığımız, yapılamayacak olanı yapmadığımız, takdir edilecek olanı takdir edip, kızılacak olana kızdığımızda, karşımızdaki insanı da gerçeğe uygun olmaya zorlamış oluruz. O, gerçeğe uygun bir insanı sevdiğinde gerçeği de sevmiş olur. Ayrıca ona, bize bağımlı olacağı yapay bir dünya yaratmamış oluruz. Karşımızdaki insanın sorunlarına uyum sağlayıp ona fazla anlayış gösterdiğimizde, aslında onu kendimize bağımlı kılmaya çalışmış oluruz. Başkalarının katlanamayacağı durumlara katlandığımızda ise onu bizden başkasına yönelemeyecek hale getirmiş oluruz. Bunlar, sevginin tezahürleri değildir.

Bu anlamda, bir çocuğun hayat gerçekliğine hazırlanması ve ebeveynlerine bağımlı olmamasının en büyük garantisi, çocuğa karşı gerçeğe uygun davranmaktır. Bu tutum onun hayata katılabilmesini ve hayat içinde bir gelecek oluşturabilmesini sağlar. Diğer yandan, çocuğa yönelik gerçekçi beklentiler çocuğun yaşına ve kapasitesine göre değişiklik gösterir ve sürekli değişir; böyle bir beklenti içinde olmamızı sağlayabilecek tek unsur, onlara karşı duyduğumuz gerçek sevgidir. Yoksa hangi yaştaki çocuktan ne bekleneceğinin hazır bir reçetesi yoktur. Sadece lüzumundan fazla yumuşaklığın, çocuğu sürekli mutlu etme arzusunun büyümeyi durdurduğu hatırlatmak istiyoruz. Ayrıca çocukların ebeveynlerine bağımlı olmamasının en büyük güvencesi onlara gerçekçi tepkiler vermekte yatar. Zaten bunlar da sevgiden değil, çoğu zaman çocukla özdeşleşmekten veya suçluluk duygusundan kaynaklanır. Sevgi hayat kadar yumuşak, hayat kadar sert olmak zorundadır.

Bir insanın sevgi dediğimiz duyguya sahip olabilmesinin en kestirme yolu, gerçekten sevilmiş olmasıdır. İnsanın kişilik yapısının tek belirleyicisi annesi midir, gibi bir soru sorduğumuzda, bu hayati zemini ifade etmiş oluruz elbette ama yeryüzü maceramızda, ne olursa olsun, yedek imkânlar bulunur. Bu anlamda, nasıl birisi olacağımızı kendimiz belirleriz denemeyeceği gibi, bir mahkûmiyetin içine hapsedildiğimizi söylemek de yanlış olacaktır. Hayatımız bize verilenlerle, bizim bu verilenlerle anlamlı ve değerli şeyler gerçekleştirebilme, emek verebilme ölçümüz üzerinden anlam kazanacak, dönüşecektir. Kendini ve başkalarını kandırmayan, anlamaya çalışan, açıklığı ve dürüstlüğü bir yol olarak seçebilen insanlar ya sevilerek büyütülmüş veya kendisini sevmeyi öğrenmiş olan insanlardır. Bu ilkeler üzerinden yaşayan insanların sevgileri artar çünkü sevgi de zaten büyük ölçüde bunları içerir.

Buradan devamla, en yüksek kalitede emeği gerektiren annelik ve babalık sorumluluklarına değinebiliriz.
                                                                         

Erkeğin içindeki anne
Genel olarak annelik kadınlıkla, babalıksa erkeklikle ilişkilendirilir. Halbuki bir annesi ve babası olmuş her erkeğin içinde annelik, her kadının içinde de babalık kapasitesi bulunur çünkü bize verilmiş olan her şeyi içimizde taşırız. Annelik, özünde karşımızdaki insana ve onun ihtiyaçlarına karşı duyarlılıktır. Bir insan kendisine ve ihtiyaçlarına karşı duyarlıysa onun kendisine annelik yaptığını, eşler birbirlerinin ihtiyaçlarına duyarlı olduklarında birbirlerine annelik yaptıklarını söylemiş oluruz. Hemen her türlü anlama, duyarlı olma çabasında annelik vardır, yani annelik ne sadece kadınlara özgü bir durumdur ne de insan sadece kendi çocuğuna annelik yapar. Dolayısıyla diyebiliriz ki, duyarlı, anlamaya çalışan, şefkat duygusuna sahip herkes, etrafındaki varlıklara ama en önce kendisine şu ya da bu ölçüde annelik yapar. Ancak elbette anneliğin en bariz görüntüsü, bebek anneliğidir.

Tanımımıza sadık kalarak ilerlediğimizde görürüz ki, sevebilme yetisi diyebileceğimiz annelik, sanıldığının aksine, burada da tamamen kadına yüklenmiş bir rol değildir. Ruhsal kapasitesi yüksek bir çocuk yetiştirebilmek için babayla annenin birbirini seven bir çift olması, babanın anneyle ilgili sorumluluklarını tam anlamıyla benimsemiş olması son derece önemlidir. Ancak bu sayede kadın ve erkek bir bebeği büyütebilmek için gereken yüksek kalitede emeği birbirlerine, ama özellikle bebeği doğuran anneye annelik yaparak, zorlandığında ona destek olarak, dinlendirerek, gerektiğinde bebeğe nöbetleşe annelik yaparak oluşturabilirler. Dolayısıyla, bebeği karnında taşıyan, doğuran kişi elbette kadındır ancak yoğun bir sevgi içeren annelik bir bakıma kadınla erkeğin birlikte oluşturdukları bir emektir.

Annelik çok yüksek enerji gerektirir çünkü insanın bebeğinin/çocuğunun ya da karşısındaki kişinin durumunu anlamak ve hissetmek için ona yoğun bir dikkatle ilgi göstermesi gerekir. Bu da bir süre için kendi ihtiyaçlarını askıya almak ya da vazgeçmek anlamına gelir, yani annelik yapan kişi bir süre için kendisini ihmal eder. Böyle bir ilişkiyi oluşturabilmek ve öfkesiz bir biçimde ve uzun süre devam ettirebilmek için zaten en başta karşımızdaki varlığa büyük bir duygusal yatırımımızın olması ve onu seviyor olmamız gerekir.

Bunun yanında, insan ancak sevme kapasitesi yüksekse böyle bir yatırımı yapabilir ve askıya alma durumunu sürdürebilir. Ancak yine de, doğal olarak bir süre sonra bu, yorgunluğa yol açacaktır; ya kişi annelik yapmayı bırakacak, artık duyarlı olmayı sürdüremeyecektir ya da anneliği sürdürmek zorundaysa bebeğe öfke duymaya başlayacaktır. İnsanın içindeki öfkenin artması onun dikkat kapasitesini düşürür ve kişi bir süre sonra ilişki kuramaz hale gelir, dolayısıyla annelik yapamaz.      


Erkeğin eşine annelik yapması
Özellikle bebek annelerinin bebekleri ile ilişkilerini kesmeden annelik yapabilmeleri için eşlerinden sevgi almalarının son derece önemli olduğunu bir kere daha vurgulayalım. Sağlıklı bir annelik için mutlaka babanın anneye annelik etmesi, ona duyarlı olması, sahip çıkması gerekir. Babanın anneye annelik de etmesi ihtiyacı, azalmış olarak çocukların çocuklukları boyunca sürer. Aksi takdirde anne ya yorgun, tükenmiş, depresif olur ya da bütün ruhsal doyumu çocuklarında arayan, onları kendinde tutma eğilimi gösteren, çocuklarına aşırı düşkün bir kadın haline gelir.

Bazen aynı kadının çocuklarının birbirinden çok farklı özelliklerde olduğunu gözleriz. Bunun, çocukların cinsiyetinden annenin onları doğurduğu yaşına, dönemine kadar birçok sebebi vardır ama en önemli sebep, karıkoca ilişkisindeki sevgi ortamının gösterdiği farklılıkların kadının annelik kapasitesini etkilemesidir. Genel olarak eşler arasındaki cinsel hayatın canlı ve doyumlu olduğu dönemler kadının annelik kapasitesini olumlu etkiler; annenin enerjisi ve tahammül gücü artar, öfkesi, korkuları, evhamları azalır.

Babalık, en genel anlamıyla aileyi doğru bir çerçevenin içinde tutma sorumluluğudur. Anne, temelde bebeğin/çocuğun ruhsal ve fiziksel ihtiyaçlarına odaklanmıştır, baba ise hem annenin hem de bebeğin/çocuğun ihtiyaçlarına ve bu ihtiyaçların zaman içindeki değişimine uygun bir işlev üstlenmek durumundadır. Dolayısıyla babalık ister istemez hem eşini hem de çocuğunu taşıyabilecek güçte olmayı gerektirir.

Bu güç elbette temel maddi imkânları da kapsar ama daha çok, ruhsal olarak kuşatıcı ve taşıyıcı olabilmesi, ruhsal kapasitesi gelişkin, sevebilen bir çocuk yetiştirebilmek için eşini destekleyici, onunla işbirliği yapan ve gerektiğinde yönlendiren kişi olabilmesi gerekir. Bu anlamda, anne bebeğe, baba da anneye annelik yapar diyebiliriz. Baba, bebeklik döneminde anneye yardımcı olarak yedek annelik yapmalı, anne yorulmaya başladığında bebeğin bakımını ve bebekle ilişki kurma sorumluluğunu üstlenebilmeli, anneyi çocuğa fazla öfkelenmekten ve tükenmekten koruyarak “iyi annelik” yapacak durumda tutabilmelidir. Ama asıl işlevi, anneyi ona karşı hissettiği sevgi, ilgi ve duyarlılıkla ayakta tutmaktır.

Anneliği kadından alarak kendisi annelik yapmaya eğilimli olan baba oranı da az değildir. Bunu yaşayan annelerden, “bütün kuralları ben koymak zorunda kalıyorum, çocuğun gözünde ben sevimsiz oluyorum” şikâyetlerini duyarız. Bu yapıdaki babaların bebekle ilgili olarak fazla sorumluluk alma, neredeyse annelik yarışına girme eğiliminde olduklarını, annenin anneliğini eleştirmeye, beğenmemeye yatkın olduklarını gözleriz. Bu tutumun altında çoğu zaman babanın anneyi bebekten kıskanması ve anneyle bebeğin arasına girme arzusu yatar. Bu durumda çocuk, malzemesinin bir kısmını da babadan alır ancak, ilerde anlatacağımız gibi, babanın bu rol değişimi sorunludur.


Ailenin temel ekseni olarak baba
Babanın işlevi çocuğun değişik hayat dönemlerinde farklılıklar gösterir. Çocuk yürümeye başlayana kadar anneyle arasında bir ilişki oluşmuş, aşamalı olarak dış dünyayla da ilişki kurabilecek hale gelmiş, artık bebeklik dönemini geride bırakmıştır. Bu dönemde aşırı hareketli, her şeyi karıştıran ve her istediğini yaptırtmaya çalışan bir özelliktedir; tehlikeli şeyler yapar, çok sık düşer ve canını yakar. Annesine ihtiyacı olduğunu kabul etmez, dinlemeyi reddeder, ilişkisini koparmıştır. Anne babalar için çok zor bir dönemdir bu. Bir yandan çocuğu elektrik prizleriyle oynamak, kendini yakmak gibi çok tehlikeli hareketlerden korumak ama bir yandan da sıkı kurallar koyup aşırı kısıtlayıcı, koruyucu olmamak gerekir. İşte bu dönemde annenin, bu yeni sorunlarla baş edebilmesi için babanın desteğine çok ihtiyacı vardır.

Annenin doğal eğilimi aşırı koruyucu olmasıdır, bu da çocuğu korkak yapar. Baba ise, annenin korkularını azaltmaya çalışarak (çocuk düşmeden büyümez, tehlikeleri canı yanarak öğrenir gibi) bu zor dönemin sağlıklı yaşanmasına katkıda bulunur. Çocuk ağladı diye, canı yandı diye anneye kızan babalar, çocuğun ağlamasından rahatsız olan yaşlılar, annenin çocuk üzerinde daha fazla kontrol oluşturmasına yol açarak bu dönemin sorunlarını büyültürler. Aslında bu yaş döneminde çocuk, yatırımını annesinden çekerek dış dünyaya yönelmiştir; bu deneyimi durdurmak çok ağır ruhsal sorunlara, hatta ruhsal gelişimin durmasına yol açar. Dolayısıyla baba bu aşamada hem çocuğuyla kurduğu ilişkiyi geliştirme imkânı bulur, hem çocuğun anneyle babanın rollerini kavramaya başlamasını sağlar, hem de çocuğun eğitimine müdahale eden yakın çevre konusunda eşini rahatlatmış, güçlendirmiş olur.

Çocuk normal gelişiyorsa, bir buçuk yaş civarında anneye bu kez aşırı düşkünleşir ve laf dinlemeye başlar, tuvalet eğitimine de hazır hale gelir. Çocuğun hayatında annenin ağırlığı çok fazladır ve esas ilişkisi annesiyledir. Bu aşamada baba, anne çocuğun kendisine bağımlılığından yorulduğunda ve çocuğa öfkelenmeye başladığında devreye girerek onu dinlendirmek gibi bir işlev üstlenir. Ayrıca annenin fazla yorulmaması için çocuğun annenin sözünü dinlemesini, kurallara uymasını sağlamaya çalışır.

Diğer yandan, annenin mükemmeliyetçi, kısıtlayıcı, müdahaleci, fazla koruyucu, sabırsız özellikleri varsa bunları dengelemeye, bu özellikleriyle çocuğa zarar vermemesini sağlamaya çalışır. Aksi takdirde annenin sorunlu özellikleri çocukta sorunlara yol açacaktır. Annenin sorunlarının çocuğa en az ölçüde yansıması konusunda babanın sorumluluğu belirleyici ölçüdedir. Bütün bunlardan bakıldığında, erkek, anneyle çocuk arasındaki ilişkiyi, aile büyükleriyle çocuğunun ve eşinin ilişkisini düzenlerken ya da çocuğa dönemine uygun kuralları koyarken aslında sözünü ettiğimiz çerçeveyi de oluşturmaktadır. Unutmayalım ki, erkek de babalık deneyiminin içindedir ve o da sezgileriyle, doğrularıyla kendi çekirdek ailesini kurmaya, bunun temel çerçevesini belirlemeye, bir erkek olarak ailesinin yolunu çizmeye çalışmaktadır.


Babayla birlikte üçlü ilişki
Çocuk üç yaş civarına geldiğinde öncelikle annesi ve kendisinden oluşan dünyası daha zenginleşmiş, hem dış dünyaya hem de annesinden başkalarına, özellikle babaya yatırımı artmıştır. Bebeklik dönemi, ruhsal malzemenin en yoğun olarak oluştuğu en derin dönemdir. Üç yaş civarında ise çocuk hem varlığını sürdürebilmek gibi temel bir ihtiyaçla hem de anne babanın zorlayıcı etkisiyle bu malzemeyi onlar üzerinden yeniden biçimlendirir ve dönüştürür. Örneğin anne ve baba çocuktan kardeşlerini sevmesini beklediği için onları sevmeyi başarabilir. Çocuk bu dönemde cinsiyetini, kim olduğunu, temel soyut kavramları algılamaya ve kabul etmeye başlar. Bu, çocuğun hayatı boyunca taşıyacağı kimliğinin oluşması anlamına gelir; çocuk, nasıl bir insan olacağını tanımlamaya başlar, yani kendilik tanımı oluşur ve bu aşamada babanın varlığı hayati önemdedir.

Babanın, çocuğun hayatındaki en önemli etkilerinden biri, kendisini doğru tanımlamasını sağlamaktır. Normal gelişen bir çocuk üç yaşına doğru babasının erkek, annesinin kadın olduğunu anlar. Kendi doğumunda ve var olmasında babanın da bir payı olduğunu hissetmeye başlamıştır. Aynı zamanda kendisini bir başlangıcı (doğum) ve bir sonu (ölüm) olan bir varlık olarak tanımlayabilmesi ve anne babasının korumasına ve sevgisine muhtaç bir çocuk olduğunu anlaması için annesinin her şeyi olmadığını, annesinin dürtüleri olduğunu ve bunları babasıyla yaşadığını kabullenmesi gerekir.

Böylece çocuk hem annesiyle hem babasıyla ilişki içinde olduğu, aynı anda hem annesini hem babasını sevebileceği üçlü bir ilişki biçimine girmiş olur. Zaman içinde onları birbirinden kıskanmamaya, beraber mutlu olduklarını gördüğünde mutlu olmaya başlar. Üçlü ilişkiye giremeyen insan her zaman herkesin biriciği olma isteğini sürdürür ve kıskançlığından hiçbir zaman kurtulamaz. Bu kavramları oluşturamayan çocuk kendisini ezelden ebede var olan, dünyanın merkezi olan, her istediğini yapabilen bir varlık zanneder. Bu algılama ve tanımlama düzeyinde kalan çocuk neredeyse bebek dünyasını muhafaza etmiş, ruhen büyümemiş olur. Bu durum, çocuğun ilerde akıl hastalıklarına yatkın olmasına sebep olur.

         
Baba, gerçeği temsil eder!
Görülüyor ki, çocuğun kendisini gerçekçi bir biçimde tanımlamasını sağlayan şey, babanın varlığıdır. Babanın bu işlevini yerine getirebilmesi için aileyle ilgili sorumluluklarına sahip çıkması ve anneyle aralarında cinsel hayat içeren bir yakınlık olması yeterlidir. Bu anlamda baba, “gerçeği” temsil eder ve çocuğun üç yaş sonrası için giderek daha önemli olmaya başlar. Çocuğa sevilebilmesi için sevilecek birisi olmayı, güvenilir olmak için yalan söylememeyi, korunmak için kurallara uymayı, başarılı olmak için çalışmayı öğretir.

Babalık, çocuğu doğru bir çizgide tutan, onu büyümeye zorlayan bir işlevi yerine getirmektir. Anne aynı içeriği baba kadar etkili bir biçimde öğretemez çünkü annenin sevgisi koşulsuzdur. Çocuk, yanlış şeyler yaptığında annesi kendisine kızsa bile onu sevmeyi sürdürdüğünü hisseder. Halbuki babanın sevgisi koşulludur. “Sevilmek için sevilebilir birisi olmalısın” mesajını içerir. Elbette bu, babanın çocuğu daha az sevdiği anlamına gelmez. Sadece anneyle babanın sevgisi farklıdır ve birbirini tamamlar.

Babalık böylece çocuğu, kendisini biricik, dünyanın merkezi, her şeye muktedir bir varlık olarak algıladığı fantazi dünyası yerine gerçek dünyaya uyum sağlamaya, kendisini geliştirmeye ve sevilecek birisi olmak için çabalamaya mecbur eden bir işlev haline gelir. Bu yüzden çocuk babadan çekinir, onun değer sistemini benimsemeye ve uymaya çalışır. Özellikle erkek çocukta, baba eğer onu dış dünyaya karşı koruyabilen bir işlev de oluşturabiliyorsa, çocuk babanın yanında kendisini güven içinde hisseder.

Ayrıca babanın erkek çocuğun kendisini geliştirmesine yardımcı olan, ona ustalık eden bir yapısı varsa, çocuk babanın yanında olmaktan hoşlanır. Böyle bir durumda baba çocuktan kurallarına uygun olmayı beklerken, verebildikleriyle onun hem çekindiği ve korktuğu hem de çok sevdiği birisi haline gelir. Erkek çocuk aynı zamanda annesinin annesi olduğunu, kendisinin onun kocası olamayacağını kabul eder ve böylece ruhsal gelişmesini sürdürebilir.


Kız çocuğunun ilk aşkı!
Aynı dönemde kız çocuğu babanın erkek olduğunu, annesinin ve kendisinin kadın olduğunu anlar ve bu, babaya karşı büyük bir çekim hissetmesine yol açar; kız çocuğunun ilk aşkı babasıdır ve bu bir mecaz değildir. Baba tarafından sevilmek ve beğenilmek arzusu onun gelecekte sevilebilecek bir kadın olmak için birçok özellik edinmesini sağlar. Bu aşamada kız çocuğunun sağlıklı bir ruhsal gelişimi sürdürebilmesi açısından anne baba arasındaki ilişkinin kalitesi ve yoğunluğu önemlidir. Aslında her iki cinsiyetteki çocuk için de geçerli olan bu durum, kadın ve erkeğin öncelikle birbirlerini sevmeleri, birbirlerine ruhsal ve dürtüsel yatırımlarının olması, bu sevginin çocuklarını da kuşatması anlamına gelir.

Birbirine yeterince bağlı olmayan eşler bu dönemde duygusal boşluklarını çocuklarla doldurmaya yönelirler. Bu durumdaki ebeveynler için hayatta en büyük sevgi çocuklarındadır. Bu ruh halindeki ebeveynlerin çocuklarını büyütmeleri, kendilerinin çocuk olduğu kabulü üzerine oturan “temel gerçekleri” onlara öğretmeleri mümkün değildir. Onların kendilerine olan düşkünlüklerinden, bağımlılıklarından büyük haz alırlar, dolayısıyla onları kendilerinde tutma eğiliminde olmaları kaçınılmazdır.

Böyle bir ebeveyn tutumuna maruz kalan çocukların elbette gelişimleri sekteye uğrayacak, hatta duracaktır. Bu çocukların da kendini vazgeçilmez zanneden, bırakılmaya, beğenilmemeye katlanamayan insanlar olmaktan başka çareleri yoktur. Kendini fazla önemseyen, herkesi kendisine borçlu zanneden, gelişme ve yeterli olma ihtiyacı duymayan, kendinden menkul bir güven duygusuna sahip insanlar olacaklardır. Buradan hareketle, babanın kız çocuğunun aşkına aşkla cevap vermesi çocuğun büyümesini durdurur ve çocuk, ilerde değineceğimiz kız çocuğu özelliklerinin üzerine kadın olmanın, erişkin olmanın özelliklerini geliştiremez.

Görüldüğü gibi, annelik ve babalık birbirini tamamlayan fakat ayrı işlevlerdir. Sevebilen bir varlığın yetiştirilebilmesi, ancak her biri kendi içinde son derece ciddi sorumluluklar olan bu iki unsurun anlamlı bir biçimde bir araya gelmesiyle mümkün olmaktadır. Eşlerin birbirine olan ruhsal ve dürtüsel yatırımı ne kadar yüksekse, çocuklarına yapacakları yatırım ve dolayısıyla verecekleri sevgi de o oranda yüksek olacaktır.

Anne, çocuğu bedeninde büyütmüş, doğumdan sonra uzun bir süre onu kendisinin bir parçası olarak algılamıştır. Bu sayede onu daha fazla hissedebilmesi ve sevmesi beklenir; bebeğin/çocuğun azami özen ve sevgiyle büyütülmesinin garantisi budur. Anne bebeğini kuşatırken, baba da her ikisini kuşatmaktadır. Böylece zayıf olana, en çok ihtiyaçlı olana azami emek verilebilmektedir. Gerektiğinde baba da annelik yapabilir ama saydığımız sebeplerden dolayı anne kadar kalite oluşturması beklenemez. Annenin aksine, babanın koşullu sevgisi çocuk için aslında geliştirici bir zorlama yaratır ve çocuğun buna ihtiyacı vardır. Anne ise, ne kadar uğraşırsa uğraşsın bunu yapamaz, yapamaması da iyidir çünkü annenin koşullu sevgisi çocuk için zedeleyici olacaktır. Mükemmeliyetçi anneler çocuklarına, onları ancak mükemmel olmaları halinde sevecekleri mesajını verirler; sonuçta kendini sevmekte zorlanan, kendine karşı çok sert davranan bir insan yetişir.


İçimizdeki anne baba
Bu bölümü, içimizdeki anne baba figürlerine değinmeden kapatmamakta fayda var. Kişiliğin oluşumu, anne ve babanın içselleştirilmesini de kapsar. İçselleştirme, aslen ruhsal yapının oluşma sürecinde kullandığımız bir savunmadır. Büyürken, anne babamıza ruhsal olarak yatırım yapabildikçe onları iç dünyamızın bir parçası haline getiririz ve içimizdeki anne baba olurlar; üstelik bunu kimse elimizden alamaz.

Anne babasını içselleştirebilmiş olan çocuk onların fiziksel yokluğuna katlanabilir, kendini doğru idare edebilecek hale gelir. Yetişkinliğimizde de ihtiyaçlarımıza dikkat etmemiz, acıktığımızda kendimize yemek yapmamız, ortamı yaşanabilecek, çalışabilecek durumda tutmamız içselleştirdiğimiz annelikle mümkün olur. İnsanın kendisine, yanlış bir şey yaptığında sanki babası veya annesi kızmış gibi kızması, suçlu hissetmesi de içselleştirmenin bir sonucudur. Çoğu zaman, birer erişkin olarak anne babalık yaparken, içimizdeki anne ve baba harekete geçer ve çocuğumuza yaptığımız ebeveynliğin karakteristiklerini oluşturur. Demek ki ebeveynlerimizin hayatımızdaki etkileri sadece çocukluğumuz boyunca değil, bütün hayatımız boyunca, hatta onlar ölmüş de olsa sürer.

Anne baba birbiriyle anlaşabiliyorsa ve aralarında işbirliği varsa, içselleştirilen ebeveyn imgeleri de uyumludur. Ancak tersi durumda, çocukların içinde de birbiriyle kavga eden ebeveynler vardır. Bu durumdaki bir insan bütünlüğünü bir türlü oluşturamaz. Bir tarafının beğendiğini başka tarafı beğenmez, devamlı bir iç çatışma yaşamak zorunda kalır. İçindeki anneyi dinlediğinde içindeki baba itiraz eder, babayı dinlediğinde de annenin itirazına maruz kalır. Anneyle baba arasında derin bir düşmanlığın olduğu durumlarda, ortaya karar veremeyen, her zaman hoşnutsuz, mutsuz ve her durumda kendisine kızacak bir şeyler bulan, hastalanmaya yatkın, öfkeli bir insan çıkar.


Büyütme ilişkisi
Büyütme, ruhsal olarak daha büyük olan kişinin, daha az büyümüş olanı kendi seviyesine çıkarma çabasıdır ve olağanüstü bazı durumlar hariç, en fazla bizi büyüten kişi kadar büyüyebiliriz. Bunun tersi de mümkündür. Örneğin günümüzde, bebekliklerinde kendi anneleri tarafından büyütülmüş olan birçok kadın, meslek sahibi oldukları için kendi bebeklerini bakıcılara bırakıp çalışma hayatına erken dönüyor ve bu kadınların çocukları annelerinin ruhsal düzeyine erişemiyor.

Büyütme ilişkisinin orijinal şekli anne baba ve çocuk arasında yaşanır ama bir sevgili ilişkisi, usta çırak ilişkisi, politik ilişki, asimetrik kadın erkek ilişkileri, öğrenci öğretmen ilişkisi veya bazen çok inanmış bir insan için Allah ile kurulan ilişkinin büyütücü özelliği olabilir. Büyüme ya da büyütme ruhsal bir gelişim yaratır. Bir insan önemli, değerli bir şeyler yaptığında buna paralel olarak kendini daha fazla önemsemeye başlıyorsa, bu durumda ruhsal büyümeden söz edilemez; kişi başarılı olmakta, zenginleşmekte, statüsü yükselmektedir ama büyümeden söz edilemez. Gerçek bir büyüme söz konusu olduğunda, insan, yapabildiklerinin kendisine verilmiş olanlarla, koşullarla ilgili olduğunu, başarılı olmanın insanın insan olma gerçeğini değiştirmediğini bilir.

Becerilerimizle, zihnimizle ilgili süreçleri ise gelişme olarak adlandırmak daha doğru olur. Genel olarak gelişme yeterliliğimizi, meselelerle veya hayatla baş etme yeteneğimizi artırır. Bizi büyüten kişilerden daha bilgili ya da daha iyi mesleklere sahip olabiliriz ama bu edindiklerimiz, zihnimizin daha gelişmiş olması bizi ruhsal olarak onlardan daha büyük yapmaz, ancak daha bilgili yapar. Bir çoban, ruhsal olarak bir bilim adamından daha büyük olabilir.

Bütün büyütme ilişkileri, tabiatı gereği hiyerarşiktir. Büyütenin, büyüyen kişi üzerinde bir ağırlığı ve yaptırımı vardır. Sözgelimi günümüzde pek çok anne babanın benimsediği bir “büyütme” anlayışı olarak, çocuk anne babanın arkadaşı değilken, kaldı ki olamaz da, onu öyle olmak zorunda bırakan “çocuğumla arkadaş gibiyiz” yaklaşımı, çocuğu büyümeye zorlayan hiyerarşiyi bozar. Ebeveyn çocuk ilişkisinin büyütme niteliği hiyerarşiyle ilgilidir. Zaten çocuğun büyüme isteği de bu hiyerarşiden kurtulmak içindir; gerçekten de, büyüdükçe hiyerarşi eşitlenir.

Her zaman, büyüten kişi daha fazla seven, büyüyen ise ihtiyaçlı olandır. İhtiyaçların karşılanmasında büyütülenin önceliği vardır ve büyüten, nefsini arka plana atar. Çocuğun kendilerine duyduğu hayranlıktan, ilgiden, ihtiyaçtan fazlasıyla doyum sağlayan, çocuklarına bağlanmış ve onlardan da aynısını bekleyen bir anne babalık onların büyümesinin önündeki en önemli engeldir. Sağlıklı bir anne babanın çocuklarına duyduğu sevgi, onları kendisine istemeyen, hayata hazırlamak isteyen bir duygudur. Genel olarak, çocuğa yatırılan ihtiyaç, ister narsisistik, ister çocuk tarafından sevilme, desteklenme gibi anlamında olsun, büyüme ortamını ve çocuğu bozar.