İhtiyaç yatırımı, dürtü yatırımı ve narsisistik yatırım biçimleri çoğunlukla sevgiyle karıştırılır. Bu karışıklık bazen, “bu kazağımı çok seviyorum”, “yolculuk yapmayı seviyorum,” gibi ifadelerde kendini gösterir. Ruhsal yatırım yaptığımız, hoşumuza giden, bize kendimizi iyi hissettiren her şey için, bu bir kazak da olsa, sevgi kelimesini kullanma eğilimi gösteririz. Bu anlamda, sevgiyi diğer ruhsal yatırım biçimlerinden ayırt etmeden, “gerçeklik sevgisi” kavramı ile ne anlatmak istediğim anlaşılamaz.
Sevgi, bir ruhsal yatırım biçimidir; ruhsal yatırımın en gelişmiş unsurudur ve bir insanda bu nitelik varsa, birilerine yönelecektir. İnsan buna sahip değilse, karşısındaki kim ve özellikleri ne olursa olsun onu sevemeyecektir; ona çok ihtiyaç duyacak, dürtüleri ona kaydığı için belki âşık olacak, belki hayran olacaktır ama sevemeyecektir. Sevgi dediğimiz ruhsal yatırımın bir enerjisi vardır. Sevgi, aslen bir enerji biçimidir; yöneldiği varlıklara iyi gelir, canlandırır, kendileriyle daha bütün olmalarını sağlar. Enerjinin niteliğine uygun olarak yakınlık, bir tür bütünlük, yapılandırıcı bir doluluk ve “kendini iyi hissetme” duygusu oluşturur. İnsanı daha iyi düşünebildiği, daha çok hissedebildiği bir hale getirir.
Sevgi enerjisi, bu enerjiden kaynaklanan duyguyla yöneldiğimiz insan için bir şeyler yapabilmemizi, onlar için emek vermemizi, onların gelişmesi, büyümesi, daha yeterli olmaları, zarardan korunmaları için çaba harcamamızı sağlar. Bunlar içten gelerek, sevgi enerjisinin doğal sonucu olarak yapılır. “Ben senin için neler yaptım” gibi bir muhasebenin konusu olmaz; böyle bir muhasebe, sevilmek için yapılmış şeylerin bir sonucudur daha çok.
Bu yüzden, sevgiyi “ben seni çok seviyorum” sözü düzeyinde algılamak, onu hiç anlamamak olurdu. Tersine, sevgi karşısındakinde gereksiz bir borç, bir minnet veya bağımlılık oluşturmak istemediği için söze dökülmeyi sevmez. Seven kişi, yaptıklarını sevmiş olmasının doğal sonucu olarak gördüğü için kimseyi kendisine borçlu olarak görmez; yaptıkları sevilmek için yapılmamıştır. Karşılığında beklenen tek şey, sevilmiş olan kişinin sevilir olma özelliğini sürdürmesi ve verilen emeği ziyan etmemesidir. Sevginin çok sık olarak söze dökülmesi, aslında eksik olduğunu gösterir. “Seni çok seviyorum” ifadesinin gerçek anlamı, “sevgin bana çok iyi geliyor, beni hep sev ve daha çok sev”dir.
Sevebilen insanlarda, sevginin tezahürü olarak nitelendirilebilecek özellikler görülür. Bunlara burada kısaca değinelim. Sevme kapasitesi oluşmuş insanlar sorumluluk alabilir ve bunun gereklerini yerine getirirler. Etraflarındaki insanları kandırmaz ve yanıltmazlar. Herkesin kendisiyle ilgili gerçeği bilmeye hakkı olduğu gerçeğini çiğnemezler. Adalet duyguları gelişmiştir, kimseye haksızlık etmemeye çalışırlar. Öte yandan kendilerine de haksızlık yaptırmamak için gerekirse savaşır, haksızlık yaptıklarını fark ettiklerinde düzeltmeye çalışırlar; düzeltemezlerse suçluluk duyar, kendilerini borçlu hissederler.
Mükemmeliyetçi değildirler, kendilerini ve çevrelerindekileri geliştirmeye çalışırken hoşgörülüdürler. Hata yapmadan, bir şeyin çırağı olmadan ustası olunamayacağını bilirler. Karşılarındaki kişinin kötü niyetine ve isteyerek zarar verme eğilimlerine büyük öfke duyarken, onların diğer hatalarını ve yanlışlarını düzeltmesine yardımcı olmaya çalışırlar. Sevme kapasitesi gelişmiş insanlar ancak mükemmeli sevebilmenin aslında sevememek olduğunu idrak etmişlerdir. Hayatlarını başkalarına üstün olmak üzerine kurmazlar; bütün çabaları, kendilerine sevebilecekleri varlıklardan oluşan bir dünya kurmaktır.
Sevgi enerjisi kişinin isteklerini denetim altında tutabilmesini sağlar. Sevebilen insanlar, nefislerine yenik düşmenin başka insanlara zarar vereceğini bilirler. Çıkarcılığın insanın insanlığını azalttığını, kalitesini düşürdüğünü ve sevemez hale getirdiğini fark etmişlerdir. Rahatına düşkünlüğü, tembelliği geride bırakmışlardır. Sevgi enerjisi insanda yaratma, yapma arzusu oluşturduğu için bu insanlar çalışkandır. İnsanın kendini beğenmişliği ve kendisini fazla önemsemesi de nefsi bir tutumdur. Sevgisi gelişkin insanlar övülmekten, gözde büyütülmekten, fazla önemsenmekten rahatsız olurlar. İnsanın kendisini bir şey zannetmesinin, narsisistik olarak şişmesinin insanı bozduğunu anlamışlardır. Ne kimseyi övmeye çalışırlar ne de bunun kendilerine yapılmasından hoşlanırlar. Ayrıca her insan onlar için, meziyetleri ve kusurları ile ister peygamber olsun ister devlet kurucusu, birer insandır. Herkes bu dünyaya, kim ya da mevkii ne olursa olsun insan olmanın aslında herkes için acılı ve zor olan kaderini yaşamaya gelmiştir. Bu özelliklerdeki insan çoğu zaman sakin ve huzurlu, güvenilir, sorumluluk sahibi, gösterişsiz ve sade, çalışkan ve disiplinli birisi olarak görünecektir.
Sevgi, özellikle bir seven ve sevilen ilişkisinde karşımızdaki varlığı sadece yaşadığı an içinde değil, bütünlüğü ve geleceği içerisinde kavrayan bir duygudur. Böyle olunca, sevdiğimiz insana yaptığımız yardımın onu çocuksulaştırmasından, bize bağımlı hale getirmesinden, minnet altında ezip otonomisini kaybetmesine sebep olmasından, tembelleştirmesinden korkarız. Seven kişiyi ilgilendiren sadece o anın probleminin çözülmesi değildir. İçimizdeki sevgi, o anın problemini çözeyim derken daha büyük bir probleme yol açabileceğimizi bize hatırlatır.
Sevdiğimiz insanların problemlerine adapte olduğumuzda, onların problemlerini görmezden gelip kendimizi o problemlere uydurduğumuzda problemin aşılması, geride bırakılması imkânsız hale gelir. Örneğin randevularına geç gelen, taahhütlerini unutan bir arkadaşa gösterilen hoşgörü sevgiden kaynaklanmaz. Ya ona ihtiyacımız vardır, onunla aramızın bozulmasını istemiyoruzdur, ya çok sevilmek istediğimiz için zaten herkese katlanmaya çalışıyoruzdur ya da “ben insanların kusurlarını görmeyeyim, onlar da benimkileri görmesin,” diyoruzdur. Bu durumda, gösterdiğimiz tutuma “hoşgörü”, “herkesi olduğu gibi kabul etmek” gibi etiketler yapıştırmak ancak kendimizi kandırmak anlamına gelecektir.
Aslında psikoterapi uygulaması içerisinde biz psikiyatrların veya psikologların hastada “problem” olarak tanımladığımız özellikler, o kişinin sevebilmesini engelleyen, sevilebilir bir varlık olma niteliğini azaltan unsurlardır. Problemler, bu sonuçları yüzünden problem olarak nitelendirilir. Kişinin hayatını bozar, sevgi içinde yaşamasını imkânsız hale getirir; dolayısıyla, “problem”dir. Yalancılığın, dedikoduculuğun, kendini beğenmişliğin problem olduğu bilinir çünkü sevebilen bir insan bunları yapmaz, zaten yaptığında sevilebilirliği zedelenir. Hepimizin içinde olan bir taraf, sevdiğimiz insanların ancak problemlerini çözdüklerinde rahat edebileceklerini, mutlu olacaklarını bilir. Onun için onların dürüst, çalışkan, adaletli, güvenilir olmalarını sağlamaya çalışırız. Onların iyiliğini istemek bunu gerektirir. İşte bu amaç için verilen emek, “büyütmek” isteyen bir emektir, sevgidir.
Bir insana yaklaşımımız gerçekçi olduğunda, yani yapılabilecek olanı yapmak, yapılamayacak olanı yapmamak, takdir edilecek olanı takdir etmek, kızılacak olana da kızmak biçiminde olduğunda, karşımızdaki insanın bize bir bağlılığı varsa, bu tutumumuzla onu gerçeğe uygun olmaya zorlamış oluruz. O, gerçekçi davranan, tepkileri gerçeğe uygun olan bir insanı sevebildiğinde gerçeği sevmiş olur. Ayrıca ona, bize bağımlı olacağı yapay bir dünya yaratmamış oluruz. Sağlıklı bir aile ortamında ebeveynler çocuklarını, onların neyi ne kadar taşıyabileceklerini, ne kadar sorumluluk alabileceklerini doğru hesap etmeye çalışarak büyütürler. Bazen hata yaparlar ve çocuklar zorlanır veya tembelleşmeye, sorumsuzlaşmaya başlar. Sağlıklı anne baba hatasını hemen görür ve düzeltir. Bir insanın hayat gerçekliğine hazırlanması hayata katılabilmesinin ve hayat içerisinde bir geleceği olmasının ön koşuluysa, sevgi, kişiyi hayata hazırlar. Çocukların ebeveynlerine bağımlı olmamasının en büyük güvencesi onlara gerçekçi tepkiler vermekte yatar. Lüzumundan fazla yumuşaklık, mutlu etme arzusu büyümeyi durdurur. Zaten bunlar da sevgiden değil, çoğu zaman çocukla özdeşleşmekten veya suçluluk duygusundan kaynaklanır. Sevgi, hayat kadar yumuşak, hayat kadar sert olmak zorundadır.