Omnipotans döneminde çocuk kendisini ve annesini yerli yerine oturttuğunda, çaresizliğini, insan olduğunu kabul ettiğinde, sevdiklerini kaybetme korkusunu da hissetmeye başlar. İçinde yaşadığımız dünya, aslında yatırımlandırdığımız insanlardan oluşur; gerçek dünyamız, seçtiğimiz ve bağlandığımız insanlardır. Onları kaybetmek dünyamızı kaybetmek, yok olmaktır. Bu yüzden, bu dünyanın bir parçası olmaya, buradaki insanlara ruhsal yatırım yapmaya, onlara bağlanmaya başlamamızdan itibaren en büyük korkularımızdan biri, sevdiklerimizi kaybetme korkusudur.
Genel olarak, aile içinde büyümüş bir insan, seçtiği insanlarla oluşan dünyasını sevgi üzerine kurmaya çalışır; dış dünya ise bir keşif, deneyim veya kendini gerçekleştirme alanıdır. Bir çocuk için oyun oynadığı arkadaşları, gittiği park veya oyun sahası neyse, bir erişkin için de dış dünya odur. Bir çocuk için akşam eve döndüğünde içine girdiği aile nasıl ki onun gerçek dünyasını oluşturuyorsa, bir erişkinin dünyası da seçtiği ve yatırımlandırdığı insanlardan oluşur.
İnsanın dünyasını sevgi üzerine kurma şansı yoksa, kimseyi o kadar sevemiyorsa, o zaman hayatın anlamı dış dünyada oluşturulacak başarılar ve maceralar olmaya başlar. Çoğu zaman böyle bir insan için en rahatsız edici duygu, can sıkıntısıdır; o da bütün hayatını çeşitli oyalanmalar üzerine kurar. Kimi devamlı mal veya para biriktirerek, kimi önemli bir insan olmaya çalışarak, kimi de sürekli birilerini yenmeye çalışarak yaşamak zorunda kalır. Eğer hayatımızı sadece oyalanma üzerine kurmuyorsak, kaçınılmaz olarak, var oluşumuz gereği sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız. Ancak bazı insanlarda bu korkunun bütün hayatı kapsadığını ve neredeyse yönetici duygu haline geldiğini görülür.
Genel anlamda, insanın kendisine bir dünya kurma kapasitesi yetersizse, sevdiklerini kaybetmekten daha çok korkar. Bir çocuk, daha ilkokul çağında kendisine arkadaşlarıyla bir dünya kurmaya yönelir. Yeterli bir sevme kapasitesi oluştuysa, yani çocukluk döneminde sağlam bir altyapı kurması sağlanabildiyse, ergenlik çağında arkadaşlarına olan yatırımı fazlasıyla artacak, ruhsal yatırımını aile içindeki ilişkilerden çekip kendisine arkadaşlarından oluşan yeni bir dünya kurma noktasına gelecektir. Bunun sonucunda genç, aile ilişkilerinden kopmaya başlar. Bu deneyim ona, gerektiğinde kendisine bir dünya kurabileceği güvenini verir. Bu süreçte, aile dışındaki insanları gerçekten tanıyabileceği, yakından gözleyebileceği, onları çeşitli olayların ve durumların içinde, hayatın içinde görebileceği bir döneme girer.
Ergenlik çağında esas ruhsal yatırımını ailesinde tutup kendisine yine de arkadaş bulabilmiş gençler, ruhsal yatırımlarının doğal olarak az olacağı bu tip ilişkilerde arkadaşlarını yakından ve deneyim içinde tanıma imkânı bulamazlar. Ruhsal yatırımı az olan ilişkiler yüzeysel olur; gerçek bir bağlanma içermez. Kendine bir dünya kurma kapasitesi dediğim özellik, gencin ihtiyaçlarını anne babasından çekerek arkadaşlarıyla kurduğu dünyaya aktarabilmesi halinde oluşur. Ergenlik çağında bunu yapamamış insanların sevgi nesnelerinin kaybından korkarak yaşamaları kaçınılmaz olacaktır çünkü ayrılma kapasiteleri oluşamayacaktır. Çocuklukta oluşmuş yeterli bir donanım yoksa veya kişi daha sonra çeşitli kısıtlamalara ve engellemelere maruz kaldığı için ayrılma kapasitesi oluşmamışsa yakınlarına, duygusal yatırımının büyük olduğu sevgi nesnelerine düşkün olacaktır.
Bu kişilerin yeterlilikleri sınırlıdır ve otonom hale gelememişlerdir. Fazla yatırım yaptıkları insanlara bir şey olacağı ve onları kaybedecekleri konusunda korkuları çok fazladır. Böyle bir korkuyla baş etme yolu çoğu zaman, yatırımlandırılmış nesneler üzerinde omnipotan bir kontrol oluşturmaktır. Kişi böylece yatırım yaptığı kişiyi hayatta tutacak, tehlikelerden koruyacak tedbirler almaya çalışır; yediğine içtiğine karışır, ilaçlar verir, devamlı kendisine nasıl bakacağını ve nasıl sağlıklı kalacağını öğretmeye çalışır. Bu durumda aşırı müdahaleci ve kontrolcü bir ilişki biçimi çıkar ortaya. Bu yapıdaki insanın çocukları üzerinde onları yetersiz bırakan ve kendisinde tutan, bağımlı hale getirici bir etkisinin olması kaçınılmazdır.
Sevdiklerini kaybetme korkusunun çok fazla olmasının bir nedeni de, kişinin sevme kapasitesinin düşük kalmış olmasıdır. Bu, kendi içinde bir paradoks barındırıyor gibi görünse de, sorun aslında sevginin doğru tanımlanmamış olmasından kaynaklanır. Bir insana ruhsal bir yatırım yaptığımızda, çoğu zaman buna “sevgi” deme eğilimi gösteririz, halbuki ruhsal yatırım, bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak ele alacağım gibi, çeşitli katmanlardan oluşur.
Ruhsal yatırımımızın bir kısmı narsisistik içeriklidir; yatırım yaptığımız nesneyi kendi parçamız haline getirdiğimiz anlamına gelir. Bu durumda bize ait olmasını ve bizim istediğimiz gibi olmasını bekleriz. Narsisistik içerikli yatırım, karşımızdaki insanın bizden ayrı ve farklı bir varlık olduğunun kabullenildiği bir anlayışa dayanmadığı için gerçek sevgi sayılmaz.
Bir kısım ruhsal yatırımımız ise ihtiyaçlarımızdan kaynaklanır. Yatırım nesnesi günlük hayatımızı sürdürmemiz ya da zor durumların altından kalkmamız, bazen de bizi doğru çizgide tutmak ve sonradan pişmanlık duyacağımız büyük yanlışlar yapmamıza engel olmak konusunda önemli bir işlev üstlenmektedir. İnsanın yapısı ne kadar çocuksuysa, bu ihtiyaçlar da o denli fazladır.
Bir kısım ruhsal yatırım da dürtüsel içeriklidir. Genel anlamda, dürtülerin yöneldiği ve bağlandığı insana, yöneltilmiş dürtü kadar bir ruhsal yatırım da kayar. Bu yatırımın büyüklüğü, kişinin yüceltilmesine ve aşk dediğimiz duyguya yol açabilir. Kadın erkek ilişkisindeki yatırımın temeli de dürtüsel içeriklidir ve ilişkinin kalitesi bu yatırımın kalıcı bir biçimde sürmesiyle sağlanır. Böylece ortaya kadın erkek sevgisi veya aşk ilişkisi dediğimiz durum çıkar. İlişkinin dürtüsel kalitesinin düşmesi ya ilişkiyi bitirir ya da dostluğa, arkadaşlığa dönüştürür.
Bir kısım ruhsal yatırım da sevgiden kaynaklanır. Bu tip bir yatırım yapan kişinin karşısındaki insanı geliştiren, ona canlılık ve enerji katan, onunla ilgili sorumluluk üstlenen bir yapısı vardır. Sevgi ilişkisinde kimse karşı taraftan kendisine zarar verecek bir şey beklemez.
Bir sevgi nesnesine yapılan ruhsal yatırımın içeriğinde sevgi ne kadar fazlaysa, onun kaybından duyulan korku da o kadar azdır çünkü sevginin fazlalığı, o varlık ölse bile içimizde onu muhafaza edebilmemize imkân verir; o bizim için hiçbir zaman yok olmaz. Bu durum, yas tutabilme kapasitesinin de özünü oluşturur. Bir sevgi nesnesine yapılan ruhsal yatırımın içinde ne kadar fazla narsisistik yatırım ve ihtiyaç yatırımı varsa, o nesnenin kaybı o kadar katlanılamaz olur. Nitekim çocuk kaybı, mutlaka narsisistik bir yatırımı da içerdiği için, özellikle anneler için katlanılması son derece zor bir acıdır. Çocuklar bebekliklerinden erişkinliklerine kadar, azalarak da olsa, anne ruhsal anlamda ne kadar sağlıklı olursa olsun annelerinin bir parçasıdır.
Evlat acısı, ortalama bir insanın en çok korktuğu konuların başında gelir. Bu, normal koşullarda ebeveynin ve çocukların hayatını bozacak ya da zorlaştıracak bir etki yaratmaz, hayatın kısıtlanmasına ve fakirleştirmesine yol açmaz; kişiyi düşünceli ve temkinli yapar. Ancak çocuğun önemli bir hastalığı varsa ve gerçekten hayati tehlike altında yaşıyorsa ya da travmatik bir tehlike atlatıldıysa, bütün bunların özellikle anne üzerinde olumsuz etkisinin olması beklenmelidir. Fakat bu korku çok büyükse, çocuk devamlı göz önünde bulundurularak denetim altında tutulmaya çalışılıyorsa, sorun var demektir. Çocuk böyle bir tutumdan büyük zarar görür. Her şeyden önce, hayatı olduğundan daha tehlikeli bir yer olarak algılar çünkü ebeveynlerin korkuları onun için ister istemez bir referans teşkil eder. Yine, bu çocukların dış dünyaya yönelmelerine izin verilmemiş olur ve bu yüzden bu çocukların ruhsal gelişimleri ağır biçimde hasar görür. Çocuğun dürtüleri aile içinde kalır, bu da ergenlik çağından itibaren çocuğun hayatını cehenneme çevirmeye başlar. Korkular, suçluluk duyguları, ebeveynlere yönelik büyük öfke nöbetleri hayata hâkim olur.
Hayatta kalma dürtüsünün yönetimindeki çocuk, otonomisini ve hayatla başa çıkma yeterliliğini bir üst düzeye -gerçeklik sevgisi düzeyine- çıkabilecek kadar geliştiremediyse, kendi dünyasının nesnelerini kaybetmekten çok korkar. Elbette bir çocuk için ebeveynlere yapılan ruhsal yatırımın içeriğinde çok fazla ihtiyaç yatırımı vardır. Bu yatırım ancak ergenlik çağında azalabilir. Ergenlikten önce çocuğun en büyük korkularından birinin ebeveynlerini kaybetmek olması son derece doğaldır; böyle bir korkunun olmaması çocukta mutlaka bir problem olduğunu gösterir.
Bazen de anne çocuğuna onu hayatının merkezine alacak kadar büyük bir yatırım yapmıştır ve “çocuk yüzünden kendi hayatından vazgeçmektedir”, dolayısıyla çocuktan beklentileri de çok yüksektir. Bu durumda çocuğa karşı bastırılmış bir öfke de oluşur ve anneyi çocuğa karşı evhamlı hale getiren de bu öfkedir. Bu olasılık, eşlerin birbirine yatırım yapamadığı ailelerde ya da boşanmış annelerde daha çok görülür. Çocuk, annenin her şeyi olmuştur, ona bir şey olması annenin dünyasının tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Elbette bu durumda annenin çocuğu kendinde tutma eğilimi de vardır.
Sevdiklerini kaybetme anlamında en sık rastlanan korku biçimi, yok edici öfkesi fazla olan insanlarda görülür. Bu insanlar herhangi birine yatırım yaptıklarında, yatırımlarında ruhsal malzemelerinin içeriği gereği öfke de olduğu için, onunla ilgili kötü olasılıklarla meşgul olmaya başlarlar. Sanki yatırım yaptıkları insanlar büyük bir tehlike içindeymiş gibi algılarlar. Biraz iştahsızlık hemen kanser korkusuna yol açar, hafif bir öksürük ölümcül bir tehlike olarak yorumlanır. Bu yapıdaki insanların ruhsal dengelerini kurmakta zorlandıklarını ve çok ihtiyaçlı olduklarını da hatırladığımızda, ilişkide devamlı bir sağlık ve tehlike meşguliyetinin oluşmasının kaçınılmaz olduğunu anlarız.
Ruhsal enerjisinin öfke içeriği yüksek olan insanlar bağlandıkları, yatırım yapabildikleri her şeye karşı evhamlıdır. Akıllarına, bağlandıkları varlıkla ilgili sürekli kötü olasılıklar gelir. Bu yüzden, bu insanların bir şeye bağlanmaları gerçek bir ıstırap da yaratır; sürekli sevdiklerini kaybetme korkusu içinde yaşarlar ve sevmekten, hakikaten korkar hale gelirler.
Sevdiklerini kaybetme korkusunun çok fazla olduğu insanlarda sevme korkusu baş gösterir. Bu insanlar bağlanabilecekleri her şeyden vazgeçme eğilimindedir, hatta, “bir gün nasıl olsa ölecek,” diyerek kedi veya köpek sahibi bile olmak istemezler. Bu kişilerin aslında narsisistik özellikleri fazladır. Ya ciddi bir sevme ve benimseme zorluğu yaşamaktadırlar ya da bir nesneye ruhsal yatırım yaptıklarında onu kendi parçaları haline getirmekte, dolayısıyla onun kaybı kendileriyle ilgili bir kaybın korkusuna dönüşmekte ve bu yüzden onu kaybetme duygusuna katlanamamaktadırlar.