Bir üst kişilik örgütlenme düzeyine geçilebilmesi için mutlaka “tehlikeler karşısında duyulan korku” duygusunun oluşmasının ve omnipotansın anneye aktarılmasının gerektiğini belirtmiştim. Omnipotansın anneye aktarılması ya da aktarılamaması, tam olarak ya da kısmen aktarılması, ak-kara karşıtlığında olduğu gibi kesin bir durum oluşturmaz. Oranı azımsanamayacak bir bölüm çocuk, omnipotanslarının bir kısmını annelerine aktarır, bir kısmını kendilerinde tutarlar. Bu çocukların anneleri çeşitli derecede aksamalar gösterir. Bu aşamada, bu gelişmeyi hangi sebeplerin bozabileceğini gözden geçirelim.
Çocuk, normal bir gelişme içinde omnipotansına inanarak, bu inancını gerçekleştirmeye çalışarak, sonra da omnipotan olmadığını deneyim içinde görerek annesine aktarıyordu. İşte bu süreci bozan her şey, çocuğun ruhsal gelişimine zarar verir. Öncelikle anlaşılması gereken, çocuğun omnipotansını deneyimlemesine izin verilmediğinde buna inanmayı fantezi dünyasında sürdüreceğidir.
Aşırı kısıtlayıcı anneler çocuklarının omnipotansını denemesine izin vermezler. Her şeye müdahale ederek, engel olarak kendilerince çocuklarını tehlikelerden koruduklarına inanırlar oysa ya çocuklarını kendilerinde tutma eğilimindedirler ya da başına bir şey geldiğinde kendilerini çok suçlu hissedecekleri için bu kadar kısıtlayıcıdırlar; yani aslında kendilerini korumaktadırlar. Çocuğa devamlı, “şimdi düşeceksin, elini sıkıştıracaksın, yapma, ona dokunma,” gibi müdahalelerde bulunurlar ve giderek çocuğu korkaklaştırırlar. Korkak çocuk deneyimden kaçınmaya başlar ve deneyimin geliştirici, yeterlilik artırıcı etkisinden hayatı boyunca yoksun kalır. Bir tehlikeyi yaşayarak öğrenmek insanı temkinli ve dikkatli yaparken, bir tehlikeden korkutularak korunmaya çalışmak o tehlikeyi abartmaya ve insanın korkaklaşmasına yol açar. Korkaklaştırılan çocuk omnipotansını annesine yarım yamalak aktarır, bir kısmını da fantezi dünyasında kendisinde tutar.
Çocuğun omnipotansını annesine aktarmasını bozan ikinci önemli neden, bu dönemde annenin çocuğun yanında olmamasıdır. Bu durum daha çok çalışan annelerin çocuklarının başına gelir. Çocuk 18. ay civarında omnipotansını ancak kendisini hayatın bütün tehlikelerinden koruyacak, her an erişebileceği, ihtiyaç duyduğunda yanında olacak bir insana aktarabilir. Bu anneler omnipotansını aktarmasını sağlayacak kadar çocuğun günlük hayatının içinde değildir, çocukla ancak hafta sonları ve akşamları ilgilenebilmektedir. Böyle birisinin olmadığı bir durumda çocuk kendisini devamlı korku içinde hissetmektense omnipotansına fantezide inanmayı sürdürür. Normal koşullarda, çocuk omnipotansını annesine aktardığında onun yanından ayrılmak istemez çünkü korkusu büyüktür; dolayısıyla annesi yanında olamayacaksa, omnipotansını hiç aktarmaz.
Bazı durumlarda çocuğun omnipotansını aktarmasından kısa bir süre sonra annenin ortamdan uzaklaştığını görürüz. Bazı anneler 18. ay civarında çocuğun tekrar kendisine yapışmasından sıkıldığı için anlayışsız ve duyarsız davranır, çocuğun ruhsal yatırımını tekrar kendilerine döndürmesine öfke duyarlar ya da anne çalışmak zorunda olduğu için çocuğun günlük hayatından çıkar. Bu durumda çocuk omnipotansını anneden geri çeker ve fantezi dünyasında tekrar kendi omnipotansına döner. Bu koşullarda, annenin daha önce verdiği emekle oluşmuş bir gelişme kaybedilmiş olur.
Çocuğun omnipotansını annesine aktaramamasının önemli bir nedeni de annenin çocuğun her istediğini yapma eğilimi göstermesidir. Bu anneler çocuğun her istediğini yapmayı “sevgi” olarak tanımlama eğilimindedir; çocuğun istediği bir şey olmadığında ağlamaya başlamasına katlanamazlar. Aslında kendileri, istedikleri bir şey olmadığında fazla öfke duyan ve isteklerinin yapılmamasını sevilmemek olarak yorumlayan yapıdadırlar. Kendileri ruhen çocuksu oldukları için çocuklarını büyütmeyi beceremezler. Büyütme ilişkisi bir hiyerarşi içerir; büyüten, hiyerarşik olarak daha yukardadır. Bu tip anneler çocuklarıyla hiyerarşik bir ilişki oluşturamazlar. Annenin çocuğun her istediğini yapmaya çalışması, bir anlamda çocuğun hizmetinde, emrinde olması, çocuğun omnipotansını annesine aktarabilmesini engeller; çocuk bu koşullarda kendi omnipotansına inanmayı sürdürür.
Omnipotansın anneye aktarılamamasının bir diğer nedeni de annenin evde ezilmesidir. Büyük ailelerde aynı evin içinde yaşlı kuşak da yaşıyorsa, sıklıkla anneden çok babaannenin sözü geçer. Bu durumda anne çocuğuyla ilgili olarak bile yetkili değildir; zaten anneye de çocuk ya da hizmetçi muamelesi yapılmaktadır. Çocuk, bulunduğu ortamdaki bu ilişki biçimlerini büyük bir kesinlikle algılar ve annesini kendi dünyasının “Allah”ı yapamaz.
Her istediği yapılmaya çalışılan çocuklar omnipotanslarını annelerine aktaramazlar ve kendilerini omnipotan zannederler. Bu çocuklar etraflarındaki herkesin onlara borçlu olduğunu ve kendilerinin her istediğini yapmak zorunda olduklarını sanırlar. Sanki bütün dünya onları mutlu etmek zorundadır. Bu algı bir yandan çocuğun narsisistik sisteminin şişkin kalmış olmasından -omnipotan fantezilerin sürmesi bu sonucu doğurur- bir yandan da anne babanın zaten çocuğa borçluymuş gibi davranmalarından kaynaklanır. Bu çocuklar doğal olarak sevilmeme korkusu taşımazlar. Sevilmeme korkusu taşımamak dışarıdan bakıldığında şımarıklık dediğimiz hale yol açar. Şımarıklık, herhangi bir nedenle geçici olarak oluşmuş bir durum değilse, çocuğun bir karakter özelliği haline geldiyse, bu çocuk ilerde karakter bozukluğu gösterecektir.
Bu dönemde anne babanın ayrılmış olması çocuğa mutlaka yansır. Çoğunlukla anne çocuğa karşı çok zaaflı ve şımartan bir anne olmakla çok mükemmeliyetçi ve hırpalayıcı olmak arasında gidip gelecektir. Annenin çocuğa yatırımının çok büyük olduğu bir başka durumda ise, çocuk, annenin kendisini hiçbir zaman bırakamayacağını, onu kendisine istediğini algılar; Lacan’ın deyişiyle, “annesinin arzusunun nesnesi” olur. Çocuk annesine böyle sonsuz bir güven duyarsa, kişiliğin gelişmesi durur. Bu duruma sapkınlıklarda rastlanır. Sapkınlıklarda anne, çocuğuna hayrandır, neredeyse âşıktır. Ona karşı büyük bir zaafı ve dürtüsel yatırımı vardır. Çocuk bu durumda kendisinin muazzam, hatta kutsal birisi olduğuna ve kendisini geliştirmesine gerek olmadığına karar verir. Ruhsal ve dürtüsel gelişmesi durur. Çocuk ruhen ve dürtüsel olarak hep 2 yaş civarında kalır.
Buraya kadar ele aldığım iki ayrı kişilik organizasyonuna sahip çocukların öğrenme ve denemeyle ilgili tutumlarına bakıldığında, aradaki fark kolayca görülür. Bebeksi örgütlenme düzeyindeki çocukların okul ve arkadaş ilişkilerinde amaçlarının kendi üstünlüklerine inanmak olduğunu, buna yönelik davranışlarının sonucunda ise yanlış yapmaya, kaybetmeye, yenilmeye, kötü hissetmeye katlanamadıklarını görürüz. Halbuki bir üst kişilik organizasyonuna geçmiş çocuklarda öncelikli amacın yeterliliğini artırmak, yenilgiden ders çıkarmak ve hayatta kalma becerisini artırmak olduğu net olarak görülür. Bu çocuklar öğrenmeye açık oldukları ve bunu üstün olmaktan ziyade yeterli olmak için istedikleri için, başkalarının öğrenmesine de yardımcı olurlar. Diğer çocuklara bildikleri bir şeyi öğretmeye çalıştıklarını, öğrenmek istedikleri bir şeyi defalarca denediklerini sıklıkla görürüz. Bir üst kişilik örgütlenmesine geçiş, aslında daha fazla hayatın içinde olmak, diğer çocuklarla yakınlığın ve beraber oynama ihtiyacının artması olarak da kendini gösterir.
Aktarımın tam gerçekleşemediği çocuklar anneleriyle devamlı çekişme içindedir. İsteklerini yaptırmak için ısrarcıdırlar, istekleri olmadığında çok sinirlenirler. Anneleriyle aralarında kategorik bir fark olduğunu kabullenebilecekleri bir ruhsal aşamaya gelememişledir; sanki anneleriyle bir rekabet ve güç mücadelesi içindedirler. Bu yüzden, haset duyguları gelecekte onların hayatını çok zorlaştıracaktır. Bu kategorideki çocuklar yukarda ifade ettiğim, bir önceki dönemin kişilik organizasyonundan daha hafif kişilik bozuklukları gösterirler. Hayatları boyunca kendilerini ve başkalarını doğru bir yere yerleştiremezler; karşılarındaki insanları gözlerinde fazla büyütmekle fazla küçümsemek arasında, kendilerine karşı lüzumsuz bir güvenle aşırı güvensizlik arasında gidip gelmek zorunda kalırlar.