Doğumla birlikte ruhsal alana dolan ve kendini kötü hissetme duygusunu oluşturan enerjinin niteliğini daha iyi anlayabilmek için, doğum öncesine değinmekte fayda var. Orijinal ruhsal enerji, henüz bebek anne karnındayken oluşan ve onun canlı olmasını sağlayan enerjidir, yani dünyaya bu enerjiyle beraber geliriz. Fakat bebek anne karnındayken söz konusu enerji hareketsizdir, yani henüz potansiyel haldedir ve bu durumda bebek tam bir huzur içindedir.
Huzur kavramı öfke, sıkıntı, korku ve gerginlikten tam olarak arınmış olmayı, bu karışımın ruhsal alanın tamamen dışında tutulabilmesi durumunu ifade eder. Anne karnındaki bebeğin böylesine tam bir huzur içinde olmasının nedeni sadece bütün ihtiyaçlarının karşılandığı bir doymuşluk hali değildir. Zira annenin de bazen acıktığı ve kan şekerinin düştüğü ya da bir şeylere üzülüp sinirlenerek adrenalin düzeyinin yükseldiği olur. Fakat buna rağmen anne karnı her bebek için huzuru simgeler.
Bunu oluşturan temel neden, derin mistik deneyim yaşamış bazı insanların ifadelerinde de yer alan, ancak kutsallık duygusuyla ilişkilendirilebilecek olan, bebeğin orada hissettiği “Bölünmez Bütünlük”ün parçası olma halidir. Bu yaşantının normal hayatta bir karşılığı yoktur. Ancak bu duruma uzaktan yaklaşmak bile kutsallık duygusu oluşturur. Bütün büyük aşkların, büyük ideallerin, ütopyaların, aşkın meşguliyetlerin, mistik arayışların, estetik ihtiyaçların temelini bu kaybedilmiş cennetle ilgili, “Bölünmez Bütünlük”ün yeniden parçası olma arzusu oluşturur. İnsan ruhu, hayatın nihai anlamının yeniden “Bölünmez Bütünlük”ün parçası olmak olduğunu bilir.
Bebeğin anne karnında tam anlamıyla kutsallık içeren büyük bir huzur ve sükûnet içinde olması, “Bölünmez Bütünlük”ün parçası olma hali, bebeğin kendisini “her şey” olarak telakki etmesine yol açar. Neyin “parça” (bebek) neyin “bütün” (Allah) olduğu karıştırılır. Başka bir ifadeyle, anne karnındaki bebek kendisini çok büyük bir bütünlüğün parçası olmak bir yana, o bütünlüğün bizzat kendisi, Allah zanneder.
Anne karnında yaşanan bu deneyim doğumla beraber paramparça olur ve bebek tam öbür uca savrularak müthiş bir altüst oluş yaşar; salt bütünlükten “hiçliğe, yok oluşa” savrulur. Bu nedenle, bebeğin ruhsal alanındaki ilk duyguları “yok olma” ve “hiç olma” deneyimiyle oluşur ve müthiş bir korkudur. Bu korku her an hissedilmese bile, ortaya çıkmasından korkulur ve bundan sonraki var oluşun ayrılmaz bir parçası olacaktır.
Bu savruluşta ikinci unsur, potansiyel haldeki orijinal enerjinin de ruhsal alanı adeta sel gibi kaplamasıdır. Bebek, parçalanma ve hiçlenme duygusunu ve öfke ve korku ile dolmayı aynı anda yaşar. Anlaşılacağı gibi, bu olağanüstü bir travma, yok olma, hiçleşme ve parçalanmadır. En yoğun ve altından kalkılamaz korku, “yok olma” ve “hiç olma” korkusudur. Orijinal ruhsal enerjinin yakıcı öfkesi dış dünyaya yöneldiğinde yok eder, öznenin kendisine yöneldiğinde ise hiçleştirir. Kanımca var olma arzusunu ve “benlik bilincinin” temelini yok olma korkusu ve hiçleşme deneyimi oluşturur.
Doğum travması, bir insanın hayatı boyunca yaşayabileceği her türlü travmanın azamisini oluşturur. Anne bebeğiyle ne kadar bütünleşirse bütünleşsin, ona ne kadar duyarlı olursa olsun, “yok olma” ve “hiçleşme” korkusu doğumla beraber insanoğlunun ruhuna bir daha unutulmayacak biçimde kazınır. “Bölünmez Bütünlük”ten kopuşun ilk tezahürü, bebeklik boyunca gelişen “kendilik imgesi”nin oluşumunda görülür. Bebeklik boyunca, özellikle erken bebeklikte öfke, korku, sıkıntı ve gerginlik duyguları ortaya çıktığında, bebekte henüz taslak halinde oluşmuş kendilik imgeleri, “iyi anne” imgeleri, algıların depolandığı anılar gibi yapı taşları parçalanır ve bebek, doğum travmasından daha hafif de olsa yeniden yok olma deneyimi yaşar.
Melanie Klein, yok edici öfkenin ve beraberindeki duygu karışımının çok yoğun olduğu bu dönemi “şizoid-paranoid dönem” ve yok edici öfkenin yoğunlaştığı koşulları da “şizoid- paranoid pozisyon” olarak isimlendirir. Pozisyon, bebeklik boyunca ve hatta bazı insanlar için hayat boyunca, büyük sarsıntıların içine düşüldüğünde tekrarlayabilir. Buradaki pozisyon sözcüğü, bu öfke durumunun sadece bebekliğe özgü olmadığını, daha sonraki hayat olaylarının da aynı öfkeyi ortaya çıkarabileceğini ifade eder. Nitekim savaş, toplama kampı, deprem, kasırga gibi çok yıkıcı ve yok edici durumlarda, insanların içindeki yok olma korkusu ve bununla beraber öfke, gerginlik ve sıkıntı uyanır. Bu durum kişiyi şizoid-paranoid duruma gerileterek hastalanmasına veya işlevlerini yerine getiremeyecek hale gelmesine yol açar.
Yok olma korkusunun ve “hiç olma” deneyiminin doğum sırasında yaşanmış olması, insanın psikolojik yapılanmasına son derece büyük bir etkide bulunur. İnsanın “benliğinin farkında olmasının” bu deneyimle ilgisi vardır. Yetişkinlik halinde deneyimlenemeyecek olan bu korkuya varoluşçu filozof Heidegger, “angst” der ve bunun sıradan korkudan (furcht) farklı olduğunun altını çizer; “angst”, hiçlik deneyimi yaşatır. “(…) yalnız bir an devam eden angst (korku) halinde vukua gelir. Angst ile sıklıkla rastlanan ve prensip bakımından kolayca meydana gelen korku halini kastetmiyoruz. Angst, temelde korkudan (furcht) farklıdır,” der.
Heidegger bu duygunun yoğun olarak ortaya çıktığı anı şöyle tanımlar: “Angst, hiçliği ifşa eder. Angst içinde boşlukta yüzeriz. Daha açıkçası, varlık bütünlüğü ile kaybolup eridiği için bizi boşlukta dolaştırır. Biz de kendimizden sıyrılırız. Bu surette bizzat biz -var olan insanlar- var olanın ortasında kendimizden geçip eriyoruz.” “Angst içinde dil tutulur. Çünkü var olan, bütünlüğü içinde erir.” Heidegger’in burada bahsettiği “angst”, doğumda ortaya çıkan duygunun çok az miktarda olanıdır. Aksi durumda gözlemlenebilir, tanımlanabilir nitelikte değildir; kişiyi kim, nerede ve hangi zamanda olduğunu algılayamayacak hale getirir.
Varoluşçu düşünürler benlik bilincine sahip olmanın insana yüklediği sorumlulukla meşgul olmuş ve “varlık” ve “hiçlik” üzerine saptamalarda bulunmuşlardır. Heidegger’in “Metafizik Nedir?” yazısında “hiçlik” üzerine söylediklerine değinmek istiyorum. Heidegger varlığı ararken, “hiçlik nedir” sorusunu sorar. Bunun mantıken bir cevabı olamaz, çünkü tanımlanırken, “hiçlik”, hiç olmaktan çıkar, tanımı olan bir şeye dönüşür. Akıl ile bir soruya yanıt arandığında, zihnin, “değil” ve “hayır” kavramlarına sahip olmasından kalkarak, bu kavramların “hiçliğin türevleri” olduğunu, “değil” ve “hayır”ın ana kaynağının “hiçlik” olduğunu söyler. Zihnimiz “hiçlik” kavramına sahip olduğuna göre, bunun deneyimlenmiş olması gerekir. “Bu deneyimi nerede arayacağız,” diye sorar Heidegger. “Derin iç sıkıntısı, sessiz bir sis gibi varlığın uçurumlarını kaplayarak bütün şeyleri, insanları ve kendimizi genel bir farksızlık içinde, garip bir surette eritir,” diye cevap verir.
“Hiçlik” deneyimi, derin iç sıkıntısı ve “angst” denen korku ile beraber yaşanmaktadır. “Bölünmez Bütünlük”ün parçalanmasının “hiç olma” deneyimini yaratması konusunda Heidegger şunları söyler: “Angst içinde, bütünlüğü ile var olan ile hiçlik arasında parçalanmaz bir birlik vardır (…) hiçlik kendine çekmez, tersine, mahiyet bakımından kendisinden uzağa fırlatır. Fakat bu kendisinden uzağa fırlatış bütünlüğün iyice erimesine neden olur”, “mevcudiyet her defasında ortaya çıkan hiçlikten oluşur”, “kendisini hiçlik içinde devam ettirmek suretiyle insan varlığı, aktüel olarak var olanı aşar. Var olanın bu dışına çıkmaya, aşkınlık (transcendence) deriz. Eğer insan varlığı, özünün derinliğinde aşkınlığa varmasaydı, yani hiçlik içinde kendisini muhafaza etmeseydi, asla var olanla, netice itibariyle kendi kendisiyle ilişki içinde bulunamazdı.” Öyleyse, “hiçlik nedir”? “Hiçliğin asli görünüşü olmaksızın ne kendi olmaklık vardır, ne de özgürlük. (…) Hiçlik, insan varlığına, var olanın olduğu gibi görünmesi imkânıdır. Hiçlik kavramı, var olanın zıddı bir kavram değildir, belki bizzat varlığın özüne aittir. Var olanın varlığında, hiçliğin hiçleşmesi (neantissement) ile meydana gelir.”
Heidegger, muhtemelen kendi deneyimlerinden bildiği korku, öfke, gerginlik ve sıkıntıdan oluşan duygu karışımının bütünlükten kopma sonucu oluştuğunu, fakat varlığın bütünlükten kopmadan kendi var oluşunu oluşturamayacağını, bütünlükten kopmaya, bir anlamda hiç olmaya rağmen varlığını sürdürmenin ancak insana özgü olduğunu anlatır. Ona göre, hiçliğin içinde var olanı sürdürmek, mevcudiyeti devam ettirmek -buna aşkınlık diyor- ancak bütünlükle ilişki halinde mümkündür. Sanki bu ifadeleriyle Heidegger, bebeğin doğumla beraber “Bölünmez Bütünlük”ten kopmayı ve hiçliğe yuvarlanmayı gerçek anlamda yok oluşa dönüşmeden taşıyabilmesi için, anneyle bütünlüğe ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Aksi takdirde bebek var olamayacaktır. Kısacası, doğumla yaşanan “hiç olma” deneyimi, bütün altüst ediciliğine ve ruha damgasını vuran dehşet duygusuna rağmen, “insan” olabilmenin en temel niteliklerinden biridir.
Hiç olma korkusu doğum dışında, benzer içerikle, hastalık olarak yaşanır. Akıl hastalığı deneyimi yaşamış ve tekrar bir benlik duygusu oluşturmuş insanlarda yeniden aynı duygunun oluşması korkusu kalır. Hiç olma duygusu devamlılık taşıyamaz çünkü taşınabilecek bir duygu değildir; ruhsal yapılanma bu duyguyu taşıyamaz, bütün benlik parçalanır ve kişi yok olur. “Ben” duygusu ortadan kalkar. Bu, olabilecek en kötü duygudur. Bu nedenle, bu insanlar hastalık sonrasında çekingenleşir, herhangi bir konuda karar veremeyecek ve harekete geçemeyecek hale gelirler. Böyle insanlar kendilerine öfkelenmekten duydukları korku nedeniyle karar verme sorumluluğunu üstlenemez hale gelir, bu nedenle de hata yapmaktan çok korkarlar. Sonuçta çoğu zaman işlerini yapamaz, evden çıkamaz hale gelirler. Yok edici öfkesi fazla olanlarda, yok olma korkusu hastalık dışında da fazladır. Zaten yok olma korkusu ile yok etme korkusu aynı ruhsal enerjinin değişik yüzlerini oluşturur. Bu insanlar ne yenilgiye, ne başarısızlığa, ne beğenilmemeye katlanabilir. Bütün bu durumlar yok edici öfkenin ortaya çıkmasına neden olur.
“Yok olma”, “hiç olma” deneyiminin yaşanması insanda “varlık” ile beraber “hiçlik” kavramını oluşturur. Aynı zamanda, her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu duygusunu ve zaman kavramını ediniriz. Demek ki doğum ve “hiç olma” deneyimi, bütün altüst ediciliğine rağmen, varlığımızı diğer canlılardan ayıran çok temel bir etki oluşturuyor. “Doğumdan sonra anne yenidoğana tıpkı anne karnındaki koşulları sağlayabilse, bebeği yeniden ‘Bölünmez Bütünlük’ün parçası olduğuna inandırabilseydi ne olurdu,” diye sorulabilir. Bebek doğum travmasını yaşadıktan, bir kere o yok oluşu deneyimledikten ve büyük miktarda orijinal enerji ruhsal alanına girdikten sonra, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olamaz. Kaldı ki anne, ne kadar yeterli olursa olsun, bebeğiyle ne kadar bütünleşirse bütünleşsin, elbette insandır ve acıkır, uykusu gelir, yorulur, gün gelir morali bozuk olur, her an enerjisi aynı yoğunlukta olamaz. Mükemmel bir annelik ancak teoride olabilir ama olabilmiş olsa, bebeğin ruhsal malzemesi çok kaliteli olur, fakat ruhsal gelişmesi hiç değilse çocukluk boyunca yavaş olurdu; fazla saf ve iyi niyetli, ailesine fazla bağlı bir çocuk oluşurdu.