Erişkinlik

Erişkinlik dönemi insanın önüne iki temel meseleyi koyar: Hayatın altından kalmak ve karşı cinsle kalıcı ve işbirliği yapılabilen bir sevgi ilişkisi götürebilmek. Bunlar beraber yürütülebiliyorsa, bir işi ve çalışma hayatı olan, bir aile düzeni kurabilen ve bunu yürütebilen bir erişkin oluşmuştur.
Hayatın altından kalkmak derken, insanın hayatını kendi çabası ve emeğiyle, kimseye muhtaç olmadan veya kimseye boyun eğmek zorunda kalmadan sürdürebildiği bir durumu kastediyorum. Ayrıca insanın kendi değer sistemini ve doğrularını geliştirmesi; bozulmadan, kendisine duyduğu saygıyı ve sevgiyi kaybetmeden hayatını sürdürebilmekte olması gerekir. Bunlar öfkemizin, hasedimizin, hırslarımızın, kıskançlığımızın bizi yönetmesine izin vermemiz sonucunda oluşur. Bununla beraber, insanın ne oluşturabiliyorsa ona razı olması, uzun vadeli hedefleri için sabırlı, metanetli ve çalışkan, sorumluluklarını üstlenebilen bir insan gerekir. Daha genel anlamdaysa, hayatın altından kalkmak, sevgi nesnelerinin kaybı, hastalık, işsizlik gibi hayatın kaçınılmaz durumları içinde ruh sağlığımızı muhafaza edebilmeyi içerir.
Kendine benzemeyeni, farklı olanı sevebilmek anlamına gelen karşı cins sevgisi ise en zor ve en gelişmiş sevme biçimidir. Kadın ve erkek yapısının farklı temellere oturması ve duyarlılıklarının, ihtiyaçlarının, gelişimlerinin farklılıklar taşıması kadın ve erkeğin birbirini anlamasını ve tamamlamasını güçleştirir. Ayrıştırma süreci belli bir düzeye gelene kadar karşı tarafı anlamanın tek yolu, insanın kendisinden yola çıkmasıdır fakat bu yol, kadınla erkeğin birbirini anlamasını alabildiğine zorlaştırır. Bu ise çoğu zaman erkeklerin kadınları kaprisli, kıskanç, ne yapılsa mutlu olmayan, nankör, fesat varlıklar olarak nitelemelerine, kadınların ise erkekleri saf, çocuksu, kolay etkilenen, baştan çıkarılan, kolay yönetilen varlıklar olarak görmelerine sebep olur.
Bu durumda her iki cins de birbirini kendi gerçekliği içinde kavrayamamış olmanın ve karşısındakinden, kendisinden beklediği şeyleri beklemekte olmanın sonuçlarını dile getirmiş olurlar. Farklılığın anlaşılamaması, bunu bir kusur gibi görmeye neden olur. Aralarında derin bir sevgi, işlevsel bir işbirliği, sağlam bir iletişim olan insanların bu zorlukları aştığını, farklı olanı onun farklılıklarından hoşnut olarak ve hatta farklı olduğu için daha büyük bir sevgiyle sevebildiğini görürüz.
Erişkinliğin önemli bir deneyimi de anne baba olmaktır. Bu deneyimin esası, insanın kendi nefsini, rahatını, çıkarlarını, ihtiyaçlarını geri çekebilmesine ve çocuğuna duyduğu sevginin bir sonucu olarak onun için gerekenleri yapabilmesine dayanır. İnsanın sevgisinin bir tezahürü de anne baba olmak olarak görünür. Elbette sevgiyi hayata sokmanın tek yolu ebeveyn olmak değildir. Fakat çocuk sevgisinin, insanın “kendi parçası olanı” sevmesi gibi bir içeriği de olduğu için, hem narsisistik sevgiyi hem de nesne sevgisini içeren bir niteliği vardır ve bu durum çocuk için bir tehlike de oluşturur.
Ebeveynler narsistik özellikleri fazla olan insanlarsa, çocuğun kendilerinden ayrı bir varlık olduğunu kabullenmek istemezler; onu kendi parçaları gibi görürler. Bu ise, çocukta narsisistik problemler yaratır. Diğer yandan da bu narsisistik içerik çocuğa yapılan ruhsal yatırımın çok yüksek olmasını sağlar. Birçok ebeveynin hayatında hissettiği azami sevgi, çocuklarına karşı hissettiği sevgidir. Bunun yanında, çocuğa karşı duyulan nesne sevgisi ne kadar fazlaysa, narsisistik sevgi ne kadar düşükse, ebeveynlik o oranda sağlıklı olacaktır. Çocuğu kendi parçası gibi sevme eğilimi anneler için daha büyük bir tehlikedir; çocuğu kendi vücudunda büyütmüş olması, kadında zaten doğal olarak bu eğilimi oluşturacaktır.
Ebeveynlik, karşı cinsle nasıl bir sevgi ilişkisi ve ortamı oluşturabildiğimizi, yeni bir varlığı dünyaya getirip sevebilen bir insan olarak yetiştirebilmenin altından ne ölçüde kalkabildiğimizi ortaya koyar. Çoğu karıkoca ilişkisi, arkadaşlık veya evcilik oyunu vasfı geride bırakılamadığı için sağlıklı çocuk yetiştirecek nitelikte değildir.
Karıkocalık, arkadaşlıktan fazla bir ilişkidir; arkadaşlığı da içerir ama bundan fazla olarak bir aşk ilişkisidir; farklı olanların birbirini tamamlamasıdır. Arkadaşlık ise birbirini tamamlamaktan çok paylaşabilmek, birlikte olmaktan memnuniyet duyabilmek üzerine oturur; yaşanan ana odaklıdır. Karıkoca ilişkisinde olduğu gibi geleceği de kapsayan kalıcı bir sistem oluşturma amacı yoktur. Bu yüzden, bu tip ailelerde ebeveynler çocuğun ihtiyaç duyduğu yoğunlaşmayı sağlayamazlar ve bazen anne, bazen baba, biraz da birbirlerine kızarak ve birbirlerini zorlayarak çocuk için gerekeni yapmaya çalışırlar. Evcilik oyunu şeklindeki evliliklerde herkes rolünü mükemmel oynamaya çalışır; cinsel hayat sönüktür. Evcilik oyunundan genellikle erkekler çabuk sıkılır ve kendilerini işe, arkadaşlarına, hobilerine atarlar; eşleri tarafından sorumsuzlukla, uzak olmakla suçlanırlar.
Çocuklar, anne babanın sorunlarının taşıyıcısıdır ve onların özelliklerinin abartılmış, mercek altında büyütülmüş halini temsil ederler. Bu anlamda, erişkinlik çağından itibaren çocuklar insana önemli bir “kendisi ile yüzleşme” durumu yaşatırlar. Kitap almayan ve evde kitap okuma alışkanlığı olmayan, devamlı televizyon seyreden insanların çocuklarına, “niye ders çalışmak yerine televizyon seyrediyorsun,” diye kızdıklarını görürüz. Anne veya baba rahatına düşkün bencil insanlarsa, çocukları da öyle olacaktır. Kendisi kendi merkezli olan bir insan çocuğunun kendi merkezliliğini fark edip onu işbirliği yapabilen, paylaşabilen bir insana dönüştüremez.
Ayrıca çocuk ebeveynlerini referans olarak aldığı için, onlara benzemeye çalışır. Ebeveynlerde olmayan bir özellik, çocuğun yapısına ancak ergenlik çağından sonra dahil edilebilir. Genel anlamıyla bir büyütme ortamı olan ailede insanların çocuklarını ancak kendi seviyelerine getirebileceğini, çocuğun ancak anne babanın büyümüşlük seviyesinde olabileceğini söyleyebiliriz. Bundan sonrası, çocuğun daha sonraki dönemlerde vereceği hayat mücadelesi içinde oluşur.
Şimdi de gerçeklik sevgisiyle yönetilen bir erişkinin çocukluktan getirdiği sevgi, şefkat gibi niteliklerin, sorumluluk alabilme, karar verme, kendini gerçekleştirme, yerini doldurma, güvenilirlik gibi özelliklerin erişkinlik dönemine nasıl yansıyacağına ve bunların eş ve ebeveyn olmak, iş hayatının altından kalkmak gibi deneyimlerle nasıl geliştiğine bakalım.
Gerçeklik sevgisi tarafından yönetilen insanın öfkesi gerçekliğin hizmetine girmiştir; gerçeklik çiğnendiğinde öfke duyar. Bu, haksızlığa tahammül edememek şeklinde kendini gösterir. Öfke, haksızlığın tamir edilmesini temin etmeye yöneliktir. Aslında kişi dünyayı kendisi için sevilebilir bir durumda tutmaya çalışmaktadır; kötülerin, açgözlülerin, hırsızların kazandığı, dürüst ve doğru olanların kaybettiği bir dünyayı sevemeyeceği için, kişi, yanlış bulduğu şeylere öfke duymakta, belli değerler ve ilkeler ekseninde oluşturduğu dünyasını korumaya çalışmaktadır. Böyle bir kişi kendisi de kimseye haksızlık yapmamak ve adaletli davranmak ihtiyacındadır. Yanlış yaptığı duygusu oluştuğunda, zarar verdiyse suçluluk duygusu, kendi normlarını çiğnediyse pişmanlık duygusu hisseder. Aynı şekilde, duygusal yatırım yaptığı insanlar sevilebilirliklerini bozacak biçimde davrandıklarında onlara karşı da öfke duyar ama bu öfke onların yeniden sevilebilir bir varlık olmalarını sağlamaya yöneliktir.
Sözünü ettiğimiz türdeki öfke yıkıcılığından kurtulmuş, yapıcı nitelikler taşıyan, diğer insanları gerçeğe uygun ve sevilebilir olmaya zorlayan bir öfkedir. Ergenlik çağından uzaklaşıp erişkinlik döneminde ilerlerken, kişi, dünyayı değiştiremeyeceğini idrak eder. İnsanın elinden gelen ancak yakın çevresini, ruhsal yatırım yaptığı insanlardan oluşan dünyasını sevilebilir halde tutmaktır. Bu durumda öfke kişinin kendi nefsi için değil, gerçekliğin korunması için kullanılmış olmaktadır. Bu nitelikteki bir öfkeye sahip olmayan bir erişkin doğru bir ebeveynlik yapamaz, çocuğunu büyümeye zorlayamaz. Kızılması gereken yerde kızamaz ve böyle bir tutum fazla sevgiden değil, zaaftan kaynaklanır. Zaafı oluşturan, bazen çocuğa duyulan ihtiyaç, bazen çocukla özdeşleşmek, bazen de kişinin kendi öfkesinin yıkıcı tabiatının oluşturduğu suçluluk duygusudur.
Haksızlık yaptırmamaya ve yapmamaya yönelmiş, güçlü bir adalet duygusu oluşturmuş yapıdaki bir erişkin çıkarları tarafından yönetilmenin sevgi üzerine bir hayat kurmayı engellediğini de kavramıştır. Gerçeklik sevgisi kişiyi, karşısındaki insanların gerçeğini, olayların onların penceresinden nasıl göründüğünü anlamaya zorlar. Bu kişiler karşılarındaki insanı dinlemeye ve anlamaya isteklidir. Oysa çıkarları tarafından yönetilmek insanı karşı tarafın gerçekliğini yok saymaya mecbur eder ve kendi çıkarını seçen insan doğal olarak haksızlık yapar. Bu durumda hayattan beklediği adaleti başkalarına karşı kendisi gerçekleştirememiş olur. Gerçeklik sevgisi tarafından yönetilen insan çıkarlarını bilen ama bunlar tarafından yönetilmeyen birisi olmak “zorunda” kalır; aksi takdirde gerçeklik sevgisini tezahür ettiremez. Doğru ve tutarlı bir hayat kurmak ve bunun sonucunda huzurla yaşamak üstün olmaktan, başarmaktan, kazanmaktan ve yenmekten daha önemli olmaya başlar. Çocuklukta bunu anlamış ama çocuk olduğu için nefsine yenik düşüp gerçekleştirememiş bir insan orta yaşlara geldiğinde çıkarları tarafından yönetilmekten kurtulur. Bazen ebeveynlik, bazen de bir sevgi ilişkisi bu basamağın çıkılmasını sağlar.
Gerçeklik sevgisi devamlı bir şeyler istemek, bir şeyleri oluşturmak için sürekli uğraşmak üzerine kurulu yaşam tarzını sona erdirir. Birtakım fanteziler kurup bunları gerçekleştirdiğinde mutlu olacağını zanneden bir yapı gerçeklik sevgisiyle bağdaşmaz. İnsan mutluluğun para, şan, şöhret ve başarıdan geçmediğini anlar. Mutluluk ancak içinde sevginin hâkim olduğu bir dünya kurarak oluşturulabilir. Bu kavrayış, insanın sahip olduğu şeylerin kıymetini bilmesi, kurduğu hayatı doğru yaşaması ve korumak için gerekeni yapması temelli bir dünya görüşünü doğurur. Hayat, ancak severek verilen bir emek ve çalışmayla sağlıklı yaşanabilir. Oluşturulmuş olanın korunması ve geliştirilmesi devamlı bir emek gerektirir; bırakılan ve ihmal edilen şeyler bozulur. Zaten gerçeklik sevgisi oluşmuş bir insanın ilgisi, merakı, oluşturmak, üretmek, kendini ve başkalarını geliştirme ve verimli olma çabası hayat boyu sürer. Böyle bir çalışkanlık sevginin tezahürlerindendir.
İnsanın, hayatın doğru bir biçimde kurulabilmesinin kolaya kaçmadan, emekle, çabayla, disiplinle mümkün olduğunu algılaması, acıma duygusunun da yok olmasını sağlar. Acımanın yerini adalet duygusu alır. Sıkıntı içinde ve acı çeken insanların aslında çözemedikleri sorunları yüzünden bu durumda olduklarını anlamak, insanın sorunlarını ancak kendisinin çözebileceğini kavramayı sağlar. Bu anlayışı oluşturamamış bir insan kolayca kurtarıcı olmaya kalkışabilir. Oysa insanın kurtulmasının en zor olduğu fantezilerin başında gelen kurtarıcı olma fantezisi sadece sevgiyle ilişkili değildir; içinde yüksek miktarda narsisistik doyum da vardır. Bir anlamda, insanın kendisini kurtarılan kişi ya da kişilerden üstün görmesine hizmet eder. İnsanlara karşı duyarlı olmak, onlar için üzülmek ve problemlerini çözmeleri için yardımcı olmak başka bir şeydir, problemlerini onların yerine çözmeye soyunmak başka bir şeydir. Acıma duygusunu oluşturan diğer bir neden, kötü duruma düşmüş kişiyle özdeşleşme eğilimidir. Burada kişi, ya benim başıma da aynı şey gelirse düşüncesiyle karşı tarafın sorununu kendi sorunu haline getirip, adeta kendi sorununu çözüyormuşçasına çözmeye çalışır; aradaki sınırlar kaybolmuştur.
Acıma kaynaklı herhangi bir davranış, buna kalkışan kişinin karşısındaki insanın gelişme imkânını elinden alması anlamına gelir. Ya çocuksu bir böbürlenme ve kibirle ya da karşısındaki insanla kendisini karıştırdığı için aslında kendine yardım etme çabası içinde olan bir insan, yardım etmeye çalıştığı kişinin başına gelen şey sonucunda yaşayarak öğrenmesi gereken deneyimi elinden almış olur. Acıyan kişi çoğu zaman, acıdığı kişinin sorununu onun yerine yaşamaya mecbur kalır.
İnsan hayatı ancak iyi ve kötü deneyimler olarak bölüyorsa ve kötü olarak tanımladığı deneyimlerden kaçınmak üzere yaşıyorsa acıma duygusu olabilir. Böyle bir durumda insan, başına kötü bir şey gelmiş olan kişinin yardımına koşmak gerek, diye düşünür ve bunu yapmaya çalıştığını sanır. Oysa hayatın iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak algılandığı bir aşamada acıma duygusu yerini dayanışma duygusuna bırakır. Bu durumda kimsenin kimseyi kurtaramayacağını kabul etmek, insanın niteliklerini geliştirerek sorunlarını ancak kendisinin çözebileceğini algılamak ve yapılacak yardımın da ancak onun niteliklerini geliştirmesine yardımcı olmak boyutunda olabileceğini kavramak ruhsal gelişmenin kaçınılmaz sonuçlarındandır. Böyle bakınca, acılar ve zorlanmalar hayatın doğal durumlarıdır, “kötü” değildir; hatta rahatlıkla denebilir ki, bunlar olmadan büyüme ve gelişme olamaz. Önemli olan, insanın başına gelen şeylerden öğrenerek ve gelişerek çıkmasıdır.
İnsan hayatını huzurla yaşayabilecek bir hale geldiyse, kaderini de sevmeye başlar. Çekmiş olduğu acıların ona ne çok şey öğrettiğinin farkındadır. Kendisine emeği geçmiş her insana karşı minnet ve şükran hisseder. Özellikle anne babasını birer insan olarak, herhangi bir yüceltmeye ihtiyaç duymadan, bütün kusurları ve eksikleriyle sevebilmektedir. Bütün bunlar her türlü ayrımcılığın ve bağnazlığın, küçümseme duygularının yok olmasını getirir. Bir şeyi sevebilmek için onu beğenmeye ihtiyacımız kalmaz. Denilebilir ki, “gerçeklik sevgisi” olarak niteleyebileceğimiz saygılı bir sevme biçimi oluşur.
Ruhsal olgunlaşma, omnipotansın kalıntılarının tamamen geride bırakılmasını da içerir. İnsanın hiçbir şeyi planladığı gibi götüremeyeceğini kavraması, hiçbir şeyi denetleyemeyeceğini anlaması hayatın prensiplerini değiştirir. Önemli olan iyi planlamak değil, bir durum oluştuğunda altından kalkabilmektir; her duruma hazır olabilmek ve her durumun gereğini elden geldiğince, sorumluluklarını üstlenerek yerine getirebilmektir. O zaman hayat kolaylaşır ve insanın korkuları geride kalır. Aynı şekilde, bir konuda bir sorun çıkması mutlaka birinin kabahatli olduğunu göstermez. “Mükemmel yeterlilikte olursak, her şeyi öngörebilirsek aksilikleri önleriz,” gibi bir algı geride kalır. Bazen kimsenin bir hatası olmadan da bir şey istendiği gibi sonuç vermeyebilir. Omnipotans, Allah’a mahsus bir özellik olarak, bütünüyle O’na bırakılır.