İnsan doğduğu zaman canlı bir varlıktır, ancak onu insanlaştıran, bebeklik dönemi ve sonrasında ona verilebilenlerdir. Bebeğin bütün ilişki kurma kapasitesi, ilişki biçimi ve bunun için ihtiyacı olan ruhsal malzeme, anneyle ilişkisi içinde oluşur. Bebeğin kendi ihtiyaçlarını fark etmesi ve bunları benimsemesi bile, annesi onun ihtiyaçlarını algılayıp karşıladığı için mümkün olur. Böylece bir insan bütün hayatı boyunca kendisine annesinden öğrendiği anneliği uygular, dolayısıyla annemizle ilişkimiz, kendi ihtiyaçlarımızla olan temel ilişkimizi oluşturan modeldir. Kendimize gösterdiğimiz gerçek duyarlılıklar veya ihmaller, kendimize olan sevgimiz, öfkemiz büyük ölçüde anne kökenlidir.
Annemizden başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler de, onunla olan ilişkimizin modelini takip eder; iç dünyamızın da, dış dünyayla kurduğumuz ilişkinin de temeli, annemizin bizimle kurduğu ilişkinin niteliği ölçüsündedir. Aynı şekilde, başkalarına baktırılan çocuklar ruhsal malzemelerini o kişilerden almış olurlar. Ancak yabancı kişiler çoğu zaman çocuğun sadece aç ve susuz kalmamasını, ağlamamasını sağlamaya çalışan bir bakım verdikleri için, bebekte/çocukta fazla bir ruhsal malzeme oluşturamazlar. Böyle büyüyen insanların iç dünyası fakirdir; duygularının çeşitliliği ve yoğunluğu düşüktür, can sıkıntısına yatkındırlar.
Dolayısıyla annenin ilişki biçimi, öfkesi, sevgisi, savunmaları, normları, hayatı anlamlandırma biçimi ve hedefleri çocuklara geçer. İyi annelik, bebeğiyle/çocuğuyla ilişki kurabilen, onu gören, duyan, hisseden ve anlayan bir kadının yaptığı anneliktir. İyi bir annelik almış olan insanın ilişki kurma kapasitesi yüksektir. Bunun anlamı karşımızdaki insanı kolaylıkla anlamak, onu hissetmek, ne kadar yakın, ne kadar uzak olacağımızı doğru ayarlamak, onunla ayrı varlıklar olduğumuzu, onun duygularının, ihtiyaç ve isteklerinin farklı olduğunu algılamak, onu kendimizle karıştırmamaktır.
İlişki kurma kapasitesi yüksek olan bir kişinin karşısındaki insanla ilişkisi sadece sözel değildir, hatta sözel olmayan ilişki daha fazla ağırlık taşır. Böyle bir insan, konuşmadan da, nasıl olduğunu bilmeden, karşısındaki insanı anlayabilir. İyi annelik almış olan bir insan yüzeysel değildir, içindeki sevginin, öfkenin farkındadır, iç dünyasını algılar ve bu algıya göre davranır; bu yüzden samimi ve hakikidir. Böyle insanlar mantıklarından çok sezgilerini dinlerler. İyi bir annelik almış olmak kendine ve dış dünyaya duyarlı olmayı sağlar. Böyle insanlar kendilerinin ve başkalarının ihtiyaçlarını ve duygularını iyi anlarlar. Böylesine duyarlı ve açık olmalarına rağmen ruhsal dengeleri dışarıdan gelen etkilerle sarsılmayacak kadar güçlüdür.
Buna karşın hayatı isteklerinin peşinden koşarak, kaygılarının altında ezilip öfkesinin oyuncağı olarak, kendisini olgunlaştıracak, zenginleştirecek derin bağlar kuramadan, anlamdan yoksun bir süreç şeklinde yaşamak da mümkündür. Bu durumda karşımızdaki insanı anlamadan, duymadan, görmeden yaşarız, onun yerine kendi tahayyülümüzü koyarız; aslında kendi tahayyülümüzle ilişki halindeyizdir, karşımızdaki insanla değil. İsteklerimize uygun davranıldığında memnun olur, tersi durumda öfke duyarız. Böyle bir ilişki yapısına sahip bir insan, isteklerine uygun davranmayan kişileri çoğu zaman kötü insanlar olarak algılar. Anlaşılacağı gibi, nasıl bir hayat yaşayacağımızı önemli ölçüde belirleyen unsur annemizden aldığımız temel nitelikler ve bebekliğimizden itibaren bizimle kurduğu ilişki sayesinde oluşmaya başlamış olan ilişki kapasitemizdir.
Bir anne bebeğini içinde büyük bir sevgi hissederek ve bütün dikkatini vererek besliyorsa, beslenme saatleri anne için de bir keyif oluyorsa, bu bebek ilerde kendisine duyarlı, zevk almaya, ilişki kurmaya müsait bir insan olacaktır. Tersine, anne bebeğini sabırsızlıkla ve sıkılarak besliyorsa, o anda aklı başka konulardaysa, bu bebek gelecekte, yaptığı şeyleri vazife gibi yapan, zevk alma kapasitesi sınırlı, dikkati dağınık, kendisini sıkıcı zanneden veya farkında olmadan sıkıcı hale getiren bir insan olacaktır.
Bu iki durumda, iki bebek de aynı miktarda mama yemiş olmasına rağmen aktarılan ruhsal malzemeler farklıdır. Nasıl bir insan olacağımızı esas olarak ne kadar yediğimiz değil, nasıl yedirildiğimiz belirleyecektir. Elbette annenin her zaman çok sevgi dolu olamaması, bazen öfkeli ve yorgun olması doğaldır. Zaman zaman annelik kapasitesinin düşmesi bebeğe bir zarar vermez. Ancak uzun süreli olduğunda bebeğin ya huzursuzluğu artar, ya iştahı kesilir ya da ruhsal gelişmesi durur. Çoğu zaman bebekte bir sorun oluştuğunda zaten anne anlar.
Anti-depresanlar
Burada bir parantez açarak, doğum sonrasında annenin anti-depresan kullanması konusuna değinmekte fayda var. Bebek annesinin çeşitli sebeplerle kendisini kötü hissedip depresif bir ruh haline kayması sık görülen bir durumdur. Depresif ruh hali genellikle isteksizlik, hiçbir şeyden zevk alamama, sabah kalkmak istememe, çabuk yorulma, çabuk sıkılma, asabiyet gibi şikâyetlere neden olur. Aslında bu şikâyetler annenin hayatından memnun olmadığını, yaşadığı hayatın ihtiyaçlarına veya fantazilerine uygun olmadığını gösterir. Elbette bu durum kadının anneliğini bozar ve ortaya bebeğiyle ruhsal bir ilişki kuramayan yetersiz bir anne çıkar; bebek bu durumdan zarar görür, ruhsal gelişmesi durur.
Bu durumdaki anne çoğu zaman anti-depresan ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılır. Bu tutum yanlıştır çünkü anti-depresan ilaçlar anneyi yüzeyselleştirir ve ilişki kurma kapasitesini düşürür. İlaçlar, annenin özellikle enerji ve motivasyon eksikliğinden kaynaklanan isteksizlik, sabah kalkamama, çabuk yorulma gibi şikâyetlerini azaltır fakat bunu, annenin hayatının kalitesini düşürerek yapar. Bu durumda kadının hayatı kolaylaşmış, ancak kalitesi düşmüştür. Bunun bebek anneliğine yansıması, bebekle ancak yüzeysel bir ilişki kurabilmek ve ona sadece bakım verebilecek bir annelik yapmak olacaktır. Bu durumda kadın, bebeğiyle güçlü bir ruhsal ilişki kuramayacaktır.
Annenin depresif bir ruh haline girdiği durumlarda yapılması gereken, kadının içinde yaşadığı dünyanın, eşinin, kayınvalidesinin, kendi annesinin ona karşı daha duyarlı olmasını sağlamaktır. Bebeğin zarar görmesini engellemenin tek yolu, anneyle dayanışacak, ona sevgi verebilecek insanların annenin yükünü azaltarak onu desteklemeleridir.
Annenin, çocuğuna ihtiyacı olan anneliği verebilmesi için özellikle bebeklik döneminde ciddi bir desteğe ihtiyacı olacaktır. Bu anlamda, çocuğun hayatında babanın rolü önemlidir çünkü annenin enerji düzeyi babayla ilişkisinden çok etkilenir. Kocasıyla ilişkisinde mutlu bir kadının anneliğiyle kendisini yalnız ve ihmal edilmiş hisseden, kocası tarafından sevildiğini hissetmeyen bir kadının anneliği arasında büyük bir fark vardır.
Hem yol gösterici, hem örnek
Baba, üç yaş sonrasında çocuğun ruhsal malzemesini nasıl kullanacağını belirleyecek kişi olması bakımından çocuğun geleceğinde dolaysız olarak da çok önemlidir. Hem kız hem erkek çocuk dünyada kadınlar ve erkekler diye iki cins olduğunu babanın varlığı üzerinden kavrar. Babanın en önemli işlevlerinden biri, çocuğun kendisini ve dışındaki dünyayı doğru bir biçimde tanımlamasını sağlamaktır. Sağlıklı bir kişilik geliştiren çocuk kendisinin çocuk olduğunu, anne babasının kendisinden daha yeterli ve güçlü olduğunu, onlar sayesinde hayatta kalabildiğini ruhen anlamıştır. Hem yol gösterici hem de örnek olabilen, söylenenlerin hayata geçirilmesinde ustalık yapabilen bir baba çocuğun malzemesini çalışkan, üretken, yardımsever, sorumluluk üstlenen bir insan olacak şekilde kullanmasını sağlayacaktır.
Dolayısıyla çocuk üç yaşına gelene kadar ruhsal malzemesi öncelikle anne tarafından oluşturulur, sonrasında ise bunu anneyle birlikte devam ettirecek, oluşan malzemeyi biçimleyecek, çocuğu hayata hazırlayacak ve hayat gerçeğine uygun hale getirecek olan, babadır. Bunun için baba, çocuğu yeterliliğini artırmaya, öğrenmeye, gelişmeye zorlar. Ruhen büyüme, ancak büyüten bir varlığın olması halinde gerçekleşebilir ve büyütülecek olan kişide ruhsal malzeme oluşturulmasını, oluşan malzemenin biçimlendirilmesini içerir. Birbirini seven ve işbirliği yapabilen çiftlerin oluşturduğu bir ailede çocuğun büyütülmesi, anne babanın ortak çabasıyla mümkün olur.
Normal gelişen, istediği her şeyi olabileceği ve her isteğinin olacağı fantazilerini geride bırakabilen çocuk üç yaşından itibaren babasına yönelirken, dış dünyaya da yönelmiş olur. Dolayısıyla üç yaşına kadar çocuğun deneyim alanı aile içiyken, bu yaştan itibaren yeni ve geliştirici deneyim alanı dış dünyadır.
Ergenin yeni ailesi
Ergenlik çağında ise, özellikle genç erkekler ruhsal yatırımlarını ailelerinden neredeyse tamamen çekip dış dünyaya yönelebilmelidir. Ergenin yeni ailesi, arkadaşlarıyla kurduğu dünyadır. Aslında bu, ergenin erişkin olmaya, kendi doğrularını ve ondan beklenenlerin ötesine geçen bir hakikiliği oluşturmaya yönelmesinin ifadesidir. Bu dönemde gencin birçok aşırılığa kayması kaçınılmazdır ve bu doğal olarak anne babayı korkutur. Çocuğunun hayata yeterince hazır olmadığını hisseden çoğu ebeveyn onun arkadaşlarıyla ilgili iyimserliğine katılmadığı için aileden kopma çabasına engel olmaya çalışır.
Kimi anne babalar da çocuklarının hatalı davranmasından çok korkar ve engellemeye çalışırlar oysa hata yapmadan kimse öğrenemez; büyükler genellikle bunu unuturlar. Bazı anne babalar ergenin dış dünyaya ve arkadaşlarına yönelimini kendilerine karşı yapılmış nankörlük olarak algılar ve öfkeli bir kırgınlık havasına girerler. Oysa ergen, tam da yapması gerekeni yapmaktadır. Artık asıl deneyim alanı, dış dünyadır. Dış dünyadan zarar görmemesi için ergenin yaşına uygun yeterlilikte gelişmiş olması gerekir. Ergen, arkadaşlarını sevebilecek, onlara bağlanabilecek, onlarla dayanışma içine girebilecek, kendisine karşı yapılan ufak hataları, şakaları taşıyabilecek, sorumluluk alabilecek gelişkinlikte olmalıdır. Aksi takdirde dış dünyadan çekilir, yalnızlaşır veya içine kapanır.
Ergenlik çağıyla beraber annenin, babanın, akrabaların, kardeşlerin hayatımızdaki rolü azalır. Burada hemen belirtelim ki, bize emek veren, ruhsal yatırımı olan birçok insan vardır. Amcaların, dayıların, teyzelerin, halaların, dedelerin, anneanne ve babaannelerin, bazen evde çalışan insanların bile çocukluk döneminde etkileri olur. İşte ergenlik döneminde bütün bu yakın çevrenin yerini aşk ilişkileri, dostluklar almaya başlar. Bu yeni insanlarla yaşadığımız deneyimler de, çocukluktaki aile içi ilişkiler kadar olmasa da, kişiliğimizin, doğrularımızın oluşumunda etkilidir. Bütün dostluk ve işbirliği ilişkilerinin geliştirici etkisi vardır; yaşanan sevgi ilişkilerinin yoğunluğu, etkileşimin gücü bazen çok derin izler bırakabilir. Tüm bu deneyimler, hayatımız boyunca var olacağımız alanlarda, mesleğimiz de dahil olmak üzere, işimize yarayacak ve yeterliliğimizin artmasını sağlayacaktır. Kendimize arkadaşlarımızdan kurduğumuz dünya, yaşadığımız hayat tecrübeleri, başımıza gelen birçok olay ve bunların etkilerinin hem karakterimiz üzerinde hem de yeni malzememizin oluşmasında etkili olduğu anlaşılıyor.
Seçimlerimiz…
Buraya kadar söylediklerimizden, insanın büyük ölçüde annesi, babası ve içinde büyüdüğü ortamın ona verebildikleriyle oluştuğunu, kendisinin bunda çok fazla bir rolü olmadığını ifade etmiş oluyoruz, ancak bu tamamen doğru değildir. Bütün bu hayat deneyimleri kadar önemli olan bir başka etken, seçimlerimizdir. Hep kolay olanı seçen bir insanla, yapması gereken neyse onu yapmadan huzurlu olamayan iki insan aynı noktadan yola çıksalar da çok farklı yerlere varacaklardır. Sorunların çözümünde sorumluluk üstlenmek veya umursamamayı ve uzaklaşmayı seçmek tamamen iki ayrı yoldur ve bizi başka insanlar olmaya götürür. Sorumluluk üstlenebilen bir insan hayatını zorlaştırmış olur ama o oranda da sürekli gelişir ve kapasitesi artar. Sorumluluklarından kaçan ve rahatına düşkün kişi ise yerinde sayar. Hatta çoğu zaman, yaşı ilerledikçe giderek çıkarcı, rahatının bozulmasından korkan bir insana dönüşür.
Hayatımızda binlerce defa başkalarından üstün olma isteği ile onları sevme ve dayanışma içinde olma isteği arasında bir seçim yapmak zorunda kalırız. Bu seçim, nasıl bir hayatımız olacağı konusunda tamamen belirleyicidir. Burada önemli olan, kişinin hayatı nasıl anlamlandırdığıdır. Birçok insan zenginlik, güzellik, başarı gibi özünde üstün olma, statü yükseltme gibi hedeflerin hayatını anlamlandıracağını düşünür, bütün kapasitesini bu amaçlar için seferber eder. Sevgi yerine başarıyı seçmenin ergenlik çağında insanın dostluk kapasitesini, daha sonra da karşı cinsle yaşayacağı sevgi ilişkisinin kalitesini bozma ihtimali çok yüksektir.
Aslında sevme kapasitemizi olumsuz yönde etkileyen her seçim diğer bütün ilişkilerimize yansır, hayatımızın anlamını azaltır. Para, güzellik, başarı, ün gibi somut hedefler anlamı yok eder çünkü anlam soyut bir alanda oluşur. Hayatının anlamını sevdiği insanlarla bir arada olarak, sevdiği bir işi yaparak, sevdiği bir ortamda yaşamak üzerine oluşturmaya çalışan bir insan, kendisinden başarılı olmaktan çok sevilebilir olmasını sağlayacak özelliklere sahip olmayı bekler. Ancak o zaman insanlarla yaşadığı dostluklar kalıcı ve duygusal olarak doyurucu olacaktır. Başkalarına üstünlük kurma çabası insanı yüzeyselleştirir ve sevgi ilişkilerini bozar.
İnsanın kendisinden ve seçtiği insanlardan dürüstlük, çalışkanlık, tutarlılık, verdiği sözleri tutmak gibi nitelikler beklemesi, yalan söylememeyi kural haline getirmesi onu kalıcı bir sevgi ilişkisi oluşturabilecek vasıflarda tutar, geliştirir, kapasitesini artırmaya zorlar. Aynı şekilde, insanın kendisini gerçekçi bir zeminde ve biraz da olsa zorlayarak idare etmesi geliştirici bir etki oluşturur. Hayatın zorlukları, çekilen birçok acı, bozulmadan kalabiliyorsak bizi güçlendirir, büyütür ve olgunlaştırır. Rahatına düşkün, tembel veya kolaya kaçan ve kendini beğenmiş bir insan olmak gelişmeyi durdurur.
Bütün bu anlattıklarımızla, insanın geleceğinin, yapısının büyük ölçüde içine doğduğu ortam tarafından oluşturulduğunu söylemiş oluyoruz. Peki yapımızı, geleceğimizi değiştirebilir miyiz? Bu çok zordur ama zorluklarla dolu bu yolda sabırla, belirli doğrulara sarılarak ilerlediğimiz takdirde imkânsız değildir. Zaten başımıza gelen şeyler de bizi değişmeye mecbur eder; ancak doğru seçimler yapabilen insanlar hayatlarını değiştirebilirler. Öyleyse sevgiden, çalışkanlıktan, doğruluktan, dürüstlükten yana seçimler yapabilen insanların bu özelliklere uygun bir hayat oluşturabileceklerini ve bunu yaşayacaklarını söyleyebiliriz. Herkes ne ekiyorsa onu biçer.