Bir insanın bebekliğinden itibaren çeşitli evrelerden ve aşamalardan geçerek oluştuğunu bu kitap boyunca anlattım. Bunları anlatırken, görünen içeriğin arkasında sağlıklı, hastalıklı, gelişkin, çocuksu, mutlu, öfkeli gibi kelimeler kullandım. Bu kelimelerin olumlu ya da olumsuz yükleri var. Bu anlatı içinde, bu kelimelerin duygu yükünden beslenen belli bir ideolojiyi ve normatif bir sistemi ele veren bir dizgeyi de dillendirmiş olduğumun farkındayım.
Benim de uyguladığım psikanalitik temelli psikoterapi, insanın gelişmesini durduran çatışma alanlarının ve takılma noktalarının bulunmasına, kişinin ruhsal gelişmesinin kaldığı yerden ileri doğru sürdürülmesine yardımcı olmaya çalışır. Bu çalışma sadece farkındalığı, içgörüyü artırarak değil, tedavici ile hasta arasındaki ilişkinin kullanılmasıyla da yapılır. Ruhsal gelişmenin sürmesi olarak nitelendirilen süreç, aslında “gerçeklik sevgisinin” oluşmasıdır. Benim de katıldığım bu yaklaşımda, ruhsal sorun olarak tarif edilmiş bütün insanlık hallerinin insanın sevme kapasitesinde bir azalma oluşturduğuna, aslında her sorunun, nihayetinde bir sevememe sorunu olduğuna inanılır. Bu yaklaşımın temel önermesi, “sevebilen ve üretebilen insan sağlıklıdır,” şeklinde ifade edilebilir.
Amaç kişinin sevebilen, kalıcı bir sevgi ilişkisi götürebilen bir insan olmasına yardımcı olmaktır. Böyle olunca, insanı daha fazla sevebilir ve sevilebilir yapan her gelişme “olumlu”, bu özelliklerden uzaklaştıran her tutum da “olumsuz”, çoğu zaman da “problem” olarak tanımlanır. Yapılan işin tabiatında zaten, bütün insanlık kültürünün ve evrensel insanlık değerlerinin olumlu bulduğu bir hedef vardır ve hastadan da bu hedef doğrultusunda işbirliği yapması beklenir. Tabii ki bu yaklaşım, doğası gereği normatif olmak zorundadır ve insana ilişkin bütün özelliklere eşit mesafede durmaz; sevgi türevlerini ve tezahürlerini veya sevme kapasitesinde artışa neden olacak gelişmeleri olumlar, hastayı sevgiden uzaklaştıran özelliklerden kurtarmaya çalışır ve bunları “problem” olarak tanımlayarak olumsuzlar.
Ben, elinizdeki kitapta modern ataerkil aile sistemi olarak isimlendirdiğim sisteme uygun bir aile içinde büyüdüm. Bu sistemin ideolojisi olarak liyakatin esas olduğunu, yani hak etmenin kişiye düşen bir sorumluluk olduğunu, iyiliğin sonunda her zaman kazanacağını, kötülüğün mutlaka sahibine de zarar vereceğini, gerçek sevginin hiçbir zaman kimseye zarar vermeyecek bir duygu olduğunu ve sevginin her şeyi temizleyeceğini, hayatın ancak sevgi üzerine kurulabiliyorsa anlamlı olacağını benimsedim. 32 yıllık psikoterapistlik deneyimim içinde, genel olarak bu ideolojiye olan inancımı sürdürdüm ve çoğu zaman inançlarımın doğrulandığını gördüm.
Zaman içerisinde, mesleğimi uygulama sürecinde iyilik ve kötülük kavramlarım dönüştü. İnsanların iradelerinin hayatlarında ne kadar küçük bir yer tuttuğunu, irademizin gücünden ziyade sahip olduğumuz ruhsal malzemenin bize dayattıklarını yaşamak zorunda olduğumuzu, aslında herkesin en çok istediği şeyin, adını koyamasa da sevmek olduğunu, bu iradeyle yapılamayınca yerine başka şeylerin koyulmaya çalışıldığını gördüm. İnsan, iradesinden çok içinde büyüdüğü sistemin gerçeğinin görünür hale gelmesidir. Annesiyle babası arasındaki karıkoca ilişkisinin özellikleri, bebekliğinden itibaren kendisine verilen emeğin kalitesi, anne babasının kişilik özellikleri bir insanın nasıl bir karakteri olacağının en önemli belirleyicisidir. Dolayısıyla, anne baba olmak aslında belki de henüz çok fazla idrak edilmemiş çok büyük bir sorumluluktur ve ebeveynler çocukları üzerinden kendilerini yeniden gerçekleştirirler.
Psikoterapi yapan ve geniş bir problem spektrumunda hasta gören bir psikiyatr olmak insana devamlı olarak çeşitli acılara tanıklık etmeyi dayatıyor. Yıllar içerisinde insan olma kaderinin ne kadar ağır olduğunu ve bu dünyada yaşamanın ne kadar zor olduğunu görüyorsunuz. İnsanların hasetleri, öfkeleri, kıskançlıkları, korkuları ne kadar fazlaysa hayatları o kadar zorlaşıyor, cehenneme dönüşüyor. Ağırlıklı olarak öfke içerikli bu duygular ne kadar geride bırakılabiliyorsa, hayatın zorluğu da o kadar azalıyor, sevgi, haz ve neşe o kadar artıyor. Asırlardır kötülük kaynağı olarak tanımlanmış, günah diye etiketlenmiş duygular aslında en çok bunları taşıyan insanlara zarar veriyor. Bu insanlar, çok küçük bir kesim hariç bu duygulardan kurtulabilmeyi çok istiyorlar; bunun tersini düşünmek sadece onları anlamamaktan, onlardan korkmaktan ve onlara duyulan öfkeden kaynaklanabilir. Mademki her duygu, her var oluş biçimi ödülünü ve cezasını kendi içinde taşıyor, o zaman “kötülük” tanımını gözden geçirmek gerekir. Belki de kötülük yoktur; denetlenmeyen, çoğu zaman denetlenmesi elde olmayan öfke, kıskançlık ve haset vardır.
Bu kitapta, bir insan büyürken uygun bir aile ortamına sahipse, bebekliğinde ve çocukluğunda ebeveynleri tarafından gerekenler yapıldıysa bu insanın mutlu olabilecek birisi olacağını anlattım. O zaman insan olarak çekilen acıların azalacağını, güçlü ve büyümüş insanlar için hayatın kolaylaşacağını, hayatı kolaylaştırmanın tek yolunun büyümek olduğunu ifade ettim. Bunun tersi yapıldığında, yani bebek veya çocuk sahibi olmanın gerektirdiği sorumluluk üstlenilmediğinde, ebeveynler her şeyin kolayına kaçtığında, çocuklarıyla ilgili olarak kendilerini kandırmayı seçtiklerinde sadece o an kolaylaştırılıyor ama sorunlar büyüyor, çocuklar giderek daha fazla zarar görüyorlar.
Mesleki pratiğim boyunca insanların ancak kendilerine verilene sahip olabildiklerini gördüm. Bir insan ancak kendisine yapıldığı ölçüde anne baba olabiliyor. Fakat yaşadığımız çağda, bu çağın insanlarının kendilerine ebeveynleri tarafından verilenleri çocuğuna vermeye yanaşmadıkları da görülüyor. Bunun nedeni, bugün başarı ve statüye olan yatırımın çocuklara yapılandan daha fazla olmasıdır. Bu şekilde, annelik babalık yapacak kapasitede olduğu halde günün esen rüzgârlarına kapılıp üstüne düşeni yapmayanlar, insanlığı geleceğe taşıyan, kuşaklar boyu giden zincirde yine ancak kuşaklar boyu düzeltilebilecek zararlar vermekte olabilirler.
Burada söylediklerimden, bir insanın tamamen kendisinin dışındaki koşulların bir sonucu olduğu ve kaderini değiştirme şansının olmadığı sonucu çıkarılabilir. Bu, bana göre hayatın çok basit bir şemaya indirgemesiyle ulaşılan bir sonuçtur. Bir insanın hayatı, en başından beri göründüğünden daha karmaşıktır. Anne babayı etkileyen sayısız unsur bebeği de etkiler. Bütün bunlar öngörülemez bir süreç oluşturur. Özellikle ergenlik çağından itibaren insan çeşitli deneyimler içinde kendi seçimlerini oluşturma kabiliyeti geliştirir. Aslında seçimlerimizle kendi kaderimizi oluşturmaya başlarız. Kolay olanı, küçük çıkarları, başkalarının gözünde önemli olmayı seçen insanlar kaderlerini değiştiremezler. İnsanın kaderini değiştirmesi çok zordur. Baştan itibaren sevgi ve vicdanın gösterdiği yolu, zor olanı, doğru ve dürüst olmayı seçebilen insanların yolu onları yıllar içinde kesinlikle geliştirecektir ama bu, az seçilen bir yoldur.
Kaderlerini değiştirebilen insanların en önemli vasıflarından biri de kendileriyle yüzleşebilmeleridir. Bu insanlar kendilerini ve başkalarını kandırmayı reddedebilmektedir. Ancak böyle bir dürüstlük oluşturulabiliyorsa insan yaptığı yanlışların onu dönüştürmesinin müthiş gücünü kullanabilir.
Büyüme sürecine yakından baktığınızda, her çocuğun yaşına göre normal ama geride bırakılamazsa sorun olacak birçok özelliği olduğunu görürsünüz. Örneğin 2-3 yaş arasında her çocuk teşhirci ve röntgencidir. Küçük bir kısım çocukta bu özellikler yaşının büyümesine rağmen devam eder, fakat çoğunda, büyüdükçe ortadan kalkar. Bir çocuğun sorun olarak tarif edilebilecek bir özelliğinin ortadan kalkabilmesi için iki koşulun gerçekleşmiş olması gerekir. İlk koşul malzemeyle, ikincisi ise çerçeveyle ilgilidir. Örneğin teşhircilik veya röntgencilik çocuk için dürtüsel bir doyum üretir. Bu doyumlar, o yaşta çocuğun sevme kapasitesinin düşük ve dürtülerinin henüz vücudun yüzeyinde fazlaca olmasıyla ve dürtü içeriğindeki öfkenin fazlalığıyla ilgilidir. Eğer çocuğun dürtüsel doyum bölgeleri cinsel organlar haline geldiyse ve bu dürtüler öfkeden yeterince arınmışsa, çocuktan bu doyumları bırakması beklenebilir; çocuk ancak bu koşullarda bu doyumları bırakabilecek kapasiteye erişir. Bir bebeği, “çıplak olmaktan utanmıyor” diye kınamayız. Normal gelişen bir çocukta, 3 yaş civarında ruhsal malzeme bu problemleri geride bırakmaya uygun hale gelir.
Birinci koşulun oluşmadığı durumda, yani çocuğun sorununu çözecek malzemesi yokken onu cezalandırarak veya kızarak bu doyumları yasaklamak sorunun ancak biçim değiştirmesine yol açar. Örneğin çocuk tırnaklarını, parmaklarının etlerini yemeye başlar. Örneğin dışarıda yasakladığı ama içerde sürdürdüğü teşhirci eğilimleri yüzünden toplum önünde çabuk heyecanlanan, kalabalıkta konuşamayan, kendisine bakılmasından rahatsız olan bir insana dönüşür. Bu durumlarda, çocuğun temel yapısında bu eğilimler kalmış fakat bunları yasaklayan karşıt tutumlar gelişmiştir.
İkinci koşul, çocuğun anne ve babasının kendi teşhirci veya röntgenci eğilimlerinden kurtulmuş olmalarıdır. Ancak bu durumda anne baba çocuğa bu doyumların denetlenmesi ve geride bırakılması gerektiği mesajını verebilir. Kendileri de bu doyumları sürdürüyorlarsa, çocuğun potansiyel bir problem taşıdığını görmezler, durum hoşlarına bile gidebilir. Yani çocuğun çerçevesinin, yani anne babanın sağladığı ortamının teşhirciliği ve röntgenciliği en uygun doyum olarak algılamamakta olması, hatta bu doyumları “ayıp” saymakta olması gerekir. Anne baba bu dürtüsel doyumları bırakamadıkları halde çevre baskısı ile çocuğu bu eğilimlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlarsa, çocuk verilen mesajları doğru bir biçimde alır ve bu doyumları sürdürmeyi, ama belli etmemeyi öğrenir. Demek ki ruhsal ve dürtüsel gelişmenin sürmesi için bunun çocuktan beklenmekte olması gerekir. Bu ikinci koşul, çocuğun onu büyütebilecek ve doğru bir çerçeveye oturtabilecek ebeveynlere sahip olması gerektiği anlamına gelir.
Yukarda anlattığım teşhirci ve röntgenci eğilimlerin geride bırakılması ile ilgili örnek bütün büyütme ilişkilerindeki çok temel bir dinamiği ele vermektedir. Çocukluk çağı boyunca, bizi büyüten kişiler kadar büyüyebiliriz. Büyüme süreci, ancak uygun bir malzemeye sahip olmakla ve bu malzemeyi şekillendirecek, doğru bir çerçeve içine alabilecek insanlarla (ebeveynlerle) mümkün olabilir.
İlkokul çağına gelmiş bir çocuk anne babası tarafından doğru bir çerçeve içinde tutulduğunda, örneğin her gün okula gitmesi ve okuldan geldikten sonra verilen ödevleri yapması beklendiğinde malzemesini geliştirmeye mecbur kalır. O zamana kadar sadece oyun oynayabilen, yani ancak zevk aldığı şeyleri yapabilen çocuk, mecbur edildiği için sorumluluklarını da şikâyet etmeden yerine getirmeyi öğrenir. Yani çocuğun yaşına, kapasitesine uygun bir çerçeve çizilmesi ve bu çerçeve içinde tutulabilmesi onu gelişmeye ve güçlenmeye mecbur eder. Demek ki çerçeve, hem çocuğun sahip olduğu malzemeyi doğru kullanabilmesi, hem de yeni malzeme oluşturabilmesi için gereklidir.
Bu kitapta anlatılanlara göre, bir çocuğun büyümesini ve gelişmesini sağlayan süreç önce annenin çocuğuna verdiği sevgi ve duyarlılıkla çocukta bir malzeme oluşmasıyla başlar. 1,5 yaşından sonra bu malzeme annenin çizdiği bir çerçeve içerisinde bir yapıya dönüştürülür. Daha sonra da baba çocuğu bir çerçeve içinde tutarak onun gelişmesini sürdürecek malzemeyi oluşturmasını sağlar. Başlangıçta verilen malzeme yeterli olmasına rağmen, yani iyi bir bebeklik yaşanmasına rağmen yapılanmayı ve daha sonra da üretken olmayı çocuktan bekleyen bu şekillendirme işlemi eksik bırakılırsa çocuk sıcakkanlı, sevimli, iyi yürekli, ama çocuksu bir insan olarak kalacaktır ve gelecekte hayatın altından kalkamayacaktır.
İnsanlık için ise ekonomik koşullar, kültürel birikim, politik ortam, toplumun değer ve inanç sistemi bir çerçeve oluşturur. Bu çerçeve insanın bazı eğilimlerini denetlemesini sağlar veya rahatça hayata geçirilmesine izin verir. Örneğin borçlanmanın, ayağını yorganına göre uzatmamanın ayıp sayıldığı bir değer sisteminde insanlar imkânlarına göre yaşamaya çalışırlar, “hesabını kitabını bilmez” duruma düşmezler. Tüketme ihtiyacı denetim altında tutulur. Örneğin daha önce kendini övmek ve göstermek ayıp sayıldığı için bu eğilimler denetim altında tutulurken, ortam bir üstünlük mücadelesine dönüştüğünde bu ayıp kalkar ve herkesin kendinde en değerli bulduğu özelliği göstermeye çalışması normal bir tutum haline gelir. Bu iki örnekte olduğu gibi, değişen çerçeve insanların hangi özelliklerini denetim altında tutacaklarını da belirler. “Açgözlülüğü” genelde bir problem sayıyorsak, başkalarının hakkını çiğnemeye yol açacak, bir sevgi ilişkisinin yürütülmesini bozabilecek bir özellik olarak görüyorsak, açgözlülüğün ekonomik sistem tarafından özendirilerek denetim altında tutulmasının imkânsız hale gelmesi aslında toplumda bir bozulmanın oluşmasına yol açacaktır.
Bu kitabın çeşitli yerlerinde, dünyada son 20-30 yılda yaşanan değişimin “hayatın sevgi üzerine kurulması” ilkesini ortadan kaldırdığını ve yeni yetişen kuşakların “başkaları üzerinde üstünlük oluşturmak” üzere yapılandırıldığını anlattım ve bu durumu bir tehlike olarak tanımladım. Bunun önümüzdeki dönemi “narsisistik bir çağa” dönüştüreceğini ve insanları birbirini sevemeyecek hale getireceğini, anlamsızlık, yabancılık, can sıkıntısı, yalnızlık, oluşturacağını şimdiden öngörebiliriz.
Dünyanın değişen koşulları ve bu değişimin aile sistemine yansıması bugün bir büyütme ortamı olarak doğru bir çerçeve oluşturmamaktadır; insanları birer görüntüye dönüştürmekte, birbirini sevemez hale getirmekte, insanların hakikiliğini azaltmaktadır. Bir insanın sevebilen birisi olabilmek için önce denetleyip sonra geride bırakacağı birçok özellik bu yeni çerçevede özendirilmektedir. Örneğin çıkarcı olmak, fazla tüketmek, israf etmek olağan kabul edilmektedir. Onu büyütebilecek bir çerçeveye sahip olmayan bir çocuk her beğendiği şeyi istemeyi sürdürür. Her beğendiği nesnenin onun olmasını istemeyi en doğal hakkı zanneder çünkü bütün gün reklamlar bunu söylemektedir ve anne babası da buna uygun davranmaktadır.
Günümüz ekonomik sisteminin ideolojisi insanların gelişmesi için doğru bir çerçeve oluşturmamaktadır. Özellikle reklamlarla insanların haset duygusunu kaşıyarak tüketimi kamçılamak, insanları hastalık ve ölümle korkutarak bundan kazanç sağlamak gibi tutumlar yaygın olarak uygulanmaktadır. İlaç sanayisinin bilim görünümü altında insanları manipüle ettiği bilinen bir gerçektir. Aslında bilimsel ve teknolojik gelişme beslenme, barınma, sağlık, doğal afetlerden korunma, yoksulluğun ortadan kaldırılması gibi amaçlar için daha fazla kullanılabilse, insanlığın ruhsal gelişmesine de katkıda bulunurdu. Yaşamsal ihtiyaçların rahat karşılanabilmesi, ağır koşulların ortadan kalkması çağlar içinde insan ruhundaki yıkıcı öfkenin azalmasında rol oynayabilir ama bilimsel ve teknolojik gelişmenin böyle bir etkide bulunabilmesi için insanlığın bütünlüğünün çıkarları için kullanılması gerekir.
Bir çocuğun içinde büyüdüğü ortamın onun şekillenmesi üzerindeki belirleyici etkisi gibi, insanlar da dış dünyanın gerçeğinden büyük ölçüde etkilenirler. Elbette aile bir çocuk için sadece içinde yaşadığı dünya değildir; ayrıca onu kendine uydurmak, kendine benzetmek için çocuğun üzerinde amaçlı bir basınç oluşturan bir etkendir. Bir varlığın içinde bulunduğu ortama muhtaçlığı ne kadar fazlaysa, ortamdan o düzeyde etkilenir. Bir bebeğin, çocuğun anne babasına muhtaçlığının düzeyi onu, onlar tarafından yapılandırılabilecek bir hale getirir. Ayrıca yeterlilik düzeyi arasındaki fark da çok yüksekse haset duygusu uyanır ve bu duygunun da “haset edilen gibi olmak” türünden bir arzu oluşturması gelişmeyi ve yapılanmayı hızlandırır. Her ne kadar çocukluk dönemindeki koşullar normal bir insan için bir daha tekrarlanmazsa da ergenlik çağından itibaren bir erişkin için dış dünya ve başına gelen hayat olayları ona altından kalkmaya ve uyum sağlamaya mecbur olduğu bir çerçeve oluşturur. Yani içinde yaşadığımız dünya ve hayat deneyimi bizi büyütmeye devam eder. Bazı insanlar tecrübelerinden öğrenmeye ve gelişmeye çok yatkın olurken, bazıları da sürekli başkalarından ve kaderlerinden şikâyet etmeyi tercih ederler.
Ergenlik çağıyla birlikte dış dünyanın genç için yeni bir çerçeve oluşturması, gencin malzemesini yeniden yapılandırmasına veya dahil olduğu dünyanın çerçevesine uygun yeni bir malzeme türünün oluşmasına yol açar. İnsanın kendi aile sistemi içinde oluşan yapısı çocukken “gerçeğe uygun” olması beklenerek oluştuysa, yani ebeveynlerin sevgisiyle, üstüne düşeni yapması beklenerek, sorumluluk verilerek büyütüldüyse, genç dış dünyaya hazırdır çünkü zaten kişilik yapısı ve iç gerçekliği dış gerçeğe uygun şekilde oluşmuştur. Bu durumda gencin dış gerçeklik karşısında hissettiği korku az olur. Ayrıca sevme kapasitesi yüksek olan bir insan için kendini başkalarına uydurmak zorunda kalmadan uyum sağlamak kendiliğinden ve bir zorlama gerekmeden gerçekleşir.
Fakat bir gencin iç gerçekliğinin dış gerçeğe uygun olması sık rastlanan bir durum değildir. Ortalama koşullarda çocuklar biraz ihmale, kayırılmaya, şımartılmaya maruz kalırlar; o kadar da “gerçeğe uygun” değildirler. Çoğu zaman bir gencin, bir insanın ailesinden alabildikleri onu hayat karşısında korkusuz ve sevecen yapmaya yetmez. Bu gençler için dış dünyanın yeniden yapılandırıcı etkisi çok büyük olur; ailenin problemleri yüzünden oluşmuş, “gerçeğe uygunluğu” bozan birçok fantezi geride bırakılmak zorunda kalınır. Bir yandan “gerçeğe uygunluk” oluşurken, bir yandan da içinde yaşadıkları dünyanın eğilimlerini, değerlerini, fantezilerini, ideolojilerini benimserler ve karakterleri yeniden şekillenir. Bu sürecin ergenlik çağında bir süre için yaşanması, sonrasında ise aile içinde oluşan değerlerle dışarıdan alınanların bir sentezinin oluşması gencin ruhsal büyümesine katkıda bulunan, onu dış dünyanın altından kalkmaya hazırlayan sağlıklı bir sürecin parçasıdır.
Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi, dizilerin ana karakterlerinin kıyafetlerinden konuşma biçimlerine, mimiklerine, kullandıkları sözlere kadar taklit edilmesi, ailenin çocuğa hiçbir şey veremediğini veya gençlerin anne babalarından kurtulmak, onlara benzememek yönünde çok güçlü bir eğilime sahip olduklarını gösterir. O kadar büyük bir özdeşim boşluğu vardır ki, her etkilenilen kişi orayı dolduracak bir ağırlık taşıyabilmektedir. Gençlerin bu özdeşim boşluğunda toplumun hızlı bir dönüşüm sürecinde olmasının da payı büyüktür. Bu dönemlerde insanların değer sistemleri, yaşam koşulları, alışkanlıkları hızlı bir değişim içerisindedir ve çoğu zaman insanların sahip oldukları özelliklerle kendilerinden beklenenler örtüşmemektedir. Bu durumda anne baba konumundaki erişkinler fazlasıyla zorlanır; kendilerine güvenleri yoktur, korkmaktadırlar, çocuksu hale gelmişlerdir, desteğe çok fazla ihtiyaçları vardır. Çocuklar ve gençler ebeveynlerini bu kadar yetersiz ve korku dolu olarak algıladıklarında onları idealize edemez ve onlarla özdeşleşemezler. Ayrıca ebeveynlerin bu kadar zorlandığı koşullarda çocuklar genellikle ihmal edilir ve onlardan sevme ve özdeşim kapasitesinin yüksek olması beklenemez.
Gencin dış gerçekliğe uyum sağlaması çok zor olacaksa korkuları fazla olur; yeterliliği çok yüksek düzeyde değilse ya ürkek ve çekingen ya da saldırgan olma eğilimleri gösterir; aile içinden bir özdeşim zorluğuyla çıktıysa, çok kolay etkilenen ve her türlü tehlikeye açık bir genç oluşur. Bütün bu nedenlerle genç insanın malzemesi dış gerçekliğin çerçevesinin beklentilerine cevap veremez ve o zaman ergenlik çağında ortaya hastalık tabloları, uyuşturucu madde bağımlılıkları, serserileşme, evden dışarı çıkmak istememe, içine kapanma gibi sorunlar çıkar.
Dış dünyanın kimsenin gözünün yaşına bakmaması, verdiği her şeyin karşılığını beklemesi, aksi takdirde işsizlik, yalnızlık, hayatın dışında kalma gibi bedeller ödenmek zorunda kalınması son derece etkili bir çerçevenin oluşmasına yol açar. Ayrıca, zaten aile de içinde yaşadığı toplumun kültürünün taşıyıcısıdır ve dış gerçekliğin talepleri kişiye yabancı değildir. (Akıl hastası çocukları olan ailelerde kültür taşıyıcısı olma vasfı, hiç değilse hasta çocuğun şekillendirildiği süreçlerde ortadan kalkmıştır.) Gerek dış gerçeklik, gerek dış gerçekliğin kültürünün bir parçası olarak aile, bir insanın yaşadığı çağdaki dünya gerçekliğinden çok fazla etkilenmesine yol açar.
Aile ortamının çocuk için bir çerçeve oluşturduğunu ve çocuğun, sahip olduğu malzemeyi bu çerçeve içinde kullandığını, hatta malzemesini bu çerçeveye uygun olacak şekilde geliştirmek zorunda kaldığını hatırlayacak olursak, dış dünyanın erişkinler üzerinde nasıl bir etki oluşturduğunu daha iyi anlarız. Nitekim her çağ kendi insanını ve ruhsal bozukluklarını yaratır. Aynı şekilde, Doğu uygarlıkları ve Batı uygarlığı kendi insan tipini yaratmıştır. Dış dünya hem kendi kültürel çerçevesiyle hem de çağlar içinde devamlı değişen gerçeğiyle karakterin oluşmasında çok büyük bir önem taşır. Ancak kültürler arasında bebek bakımı ile ilgili büyük bir anlayış farkı yoksa, aşk ilişkilerini insanlar büyük ölçüde benzer duygularla ve sorunlarla yaşarlar çünkü kadın ile erkek arasındaki yakınlık ilişkisinin temel malzemesi hem kadında hem de erkekte bebeklik döneminde oluşur. Her iki cins için de cinselliğin yoğun yaşanabildiği aşk ilişkisinin temel modelini anneyle yaşanan ilişki oluşturur. Bu bakımdan, anne bebek ilişkisi kültürel kalıplarında büyük bir fark yoksa, kültür farklılıklarına rağmen insanlar arasında özel hayatın temel duyguları açısından büyük bir benzerlik görürüz.
Çekirdek ailede ilk defa olarak annelerin doğurdukları bebeklere yoğunlaşmasının koşullarının oluşturulması, bebeklere onları doğuran annelerin bakmaya başlaması, bence eski çağlarda yaşayan insanlara göre daha yaratıcı, daha cesur, daha mücadeleci, daha çalışkan, sevgi kapasitesi daha yüksek insanların yetişmesine yol açtı. Bunun sonuçlarını son 200-250 yılda dünyanın daha önceki çağlardan çok daha hızlı değişmesinde ve büyük sıçramalar gerçekleştirmesinde görebiliriz. Bu gelişmeler devrimler, siyasi altüst oluşlar ve bunların sonucunda yaşanan savaşlar olarak kendini gösterdiği gibi, sosyal bilimlerde, hukukta, felsefede, sanatın ve doğa bilimlerinin her alanında keşiflerin ve çok canlı ve verimli bir ortamın oluşması olarak da görülebilir. Dünyanın büyük bir kısmında insan haklarına saygılı, her türlü zorbalığın, tahakküm ilişkilerinin ve ayrımcılığın yasaklandığı demokratik sistemlerin kurulabilmesi de elbette eskiye göre daha fazla sevgi alarak büyütülmüş insanların eseridir.
Sağlıklı uygar toplumlarda en zayıfların en fazla korunduğunu, kimsenin aç açık bırakılmadığını, anne ile bebek arasındaki ilişkinin bozulmaması için devletin annelere destek olduğunu görebiliyoruz. Bu toplumlar, anne ile bebek arasındaki ilişkinin bozulmaması, artan boşanmaların çocuklar üzerinde olumsuz etki oluşturmaması için birçok yol arayarak rekabetçi tüketim toplumu aile sisteminin gelecek kuşaklar üzerinde neden olabileceği tahribatı en aza indirebilecek yollar aramaktadır. Avrupa’nın büyük kültür ve deneyim birikimi, özellikle kuzey ülkelerinde, sahip oldukları insan malzemesini koruma ve geliştirme konusunda son derece dikkatli olmalarını ve ciddi tedbirler almalarını sağlamıştır. Ne yazık ki dünyanın büyük çoğunluğu aile sistemindeki bozulmayla giderek artan bu tehlikenin farkında değil ve muhtemelen önümüzdeki 20-30 yıl içinde insan malzemesinde oluşan kalite düşmesinin sonuçlarını yaşamak zorunda kalacak.
İnsanın gelişme süreçlerini anlamaya çalışırken bütün gelişmeyi, klasik psikanalizde olduğu gibi aile sistemine ve çocuğun 6-7 yaşına kadar oluşan ana taslağına bağlamak bana doğru gelmiyor. Çeşitli hayat olayları insanları büyük ölçüde değiştiriyor. Bana kalırsa, insanın fantezi dünyasının değişmesine yol açan her şey insanı değiştirir. Bir genç ya da erişkin, ergenlik çağı boyunca veya daha sonraki hayatında başına gelen birçok olay içinde her konuda çok iyi olamayacağını, belli alanlarda iyi olabilmek için bu alanlara zaman ayırması gerektiğini, emek verdikçe gelişebileceğini veya performansının düşmemesini sağlayabileceğini kabul ettikçe büyümeyi sürdürür çünkü bütün bu tecrübelerle fantezi dünyası dönüşebilir. Demek ki ruhsal büyüme sadece çocukluğa özgü değildir; hayat olayları bizi devamlı kendimizle yüzleştirerek bize ne olduğumuzu gösterir. Kendimize olduğumuzdan daha fazla özellik atfetmişsek, olduğumuzdan daha önemli zannetmişsek canımızın sıkılması ve acı çekmemiz kaçınılmazdır. Bu acı ne olduğumuzu kabul edene kadar da sürecektir. Bütün narsisistik şişkinlikler acı çekerek geride bırakılabilir.
Bu kitap, genel çizgisiyle çocuğun büyüme sürecini anne babanın büyük emeğinin ve birbirleriyle yaptıkları işbirliğinin bir sonucu olarak ele almaktadır. Bu noktada bir düzeltme yapmak gerekiyor. Aslında çocuk bu kadar pasif bir nesne değildir; kendisi de büyüme sürecinin bir parçasıdır çünkü gelişmesinin her aşamasında içinde bulunduğu ortamla etkileşim halindedir ve bu nedenle de ortamı değiştirir; ortam artık aynı ortam değildir. Mitchell’in dediği gibi, insan hem ortamının kurbanı hem de faili, oluşturucusudur. O zaman, bu noktada çocuğun büyümesinin “çizgisel olmayan gelişme” kavramına uygun olarak sürdüğünü söylemeliyiz.
Çizgisel olmayan gelişme, gelişmenin pozitivist düşüncenin ileri sürdüğü kadar neden-sonuç zincirine bağlı bir öngörülebilirlik taşımadığını söyler. Gelişen ile geliştiren arasında, bir matematik denklemle ifade edilebilecek ve öngörülebilecek bir ilişki yoktur. Çocuğun oluşum sürecinde, oluşanın, kendisini oluşturanlarla girdiği karşılıklı etkileşim önceden düşünülemeyecek sonuçlar doğurur. Oluşan, oluşmasının her aşamasında öngörülemeyecek, tasarlanamayacak bir biçimde oluşturucularını etkileyerek oluşumunun akıbetinde değişimlere yol açar. Bazen bu etkileşimlerle, “kelebek etkisi” denen küçük bir esintinin bir kasırgaya yol açması gibi orantısız görünen sonuçlar da oluşabilir.
Bütün kitap boyunca anne ve babanın özelliklerinin, onların arasındaki ilişkinin bir bebeğin/çocuğun gelişmesinde ne kadar belirleyici olduğunu anlattım. Ancak çocuğun da hamilelikten itibaren aile ortamını değiştirmeye başladığını, bazen anne babayı birbirine yaklaştırdığını, bazen de yatırımlarını birbirlerinden çekmelerine yol açabildiğini söylemeliyiz. Bebeğin, doğumdan sonra ortama olan etkisi artar; ilişkinin üzerindeki yükün artması, çoğu zaman zayıf bir ilişkide problemlerin görünmesine, güçlü bir ilişkide ise eşlerin birbirine olan bağlılığının artmasına ve aile olma duygusunun pekişmesine yol açar.
Bebeğin, annesinin üzerindeki etkisini örneğin anneye gülümsemeye başladığında çok açık olarak görürüz. Bebeğin anneyi gördüğünde gösterdiği sevinç, annenin bebeğe olan yatırımının artmasına neden olur; verdiği emeğin bebekte mutluluk ve canlılık oluşturduğunu görmesi enerjisinin artmasına yol açar. Organik hasarlı doğan bebeklerde annenin bebeğe verdiği emeğin bebekte bir gelişmeye yol açmaması annenin yorulmasına ve emeğinin kalitesinin düşmesine sebep olur; kadının anneliği giderek bebeğe bakma sorumluluğu haline gelir. Çocukların çeşitli özellikleriyle ebeveynlerinde çeşitli duygular oluşturduklarını ve bu faktörün onlara yapılan anne babalıkta çok önemli olduğunu söylemek gerekir. Aynı ailede başka bir çocuk anne babada başka duygular uyandırabilir ve bu fark aynı anne babanın çocuğu olmalarına rağmen bazen kardeşler arasında büyük karakter farklılıklarına yol açar.
Ebeveynlerle bebek/çocuk arasındaki etkileşimin karşılıklı olduğu konusundaki en büyük delil, özellikle annelerde, çocuk sahibi olduktan sonra yaşadıkları değişimde gözlenir. Çoğu zaman annenin sevme kapasitesinde, ruhsal enerjisinde, sezgilerinde ve gerçekliği algılayışında “olgunlaşma” diyebileceğimiz olumlu bir değişme gözleriz. Babalarda da sevme kapasitesinde, sorumluluk duygusunda ve hayata bağlılıkta olumlu bir gelişme sık görülür. Aile olabilmiş bir sistemde anne babalar çocuklarını büyüttükleri gibi, çocuklar da anne babayı büyütmektedir.
Gelişme süreci içerisinde bebek/çocuk devamlı değişmekte ve anne de buna paralel olarak rahatlamakta veya zorlanmaktadır. Bazı annelerin bebeklik döneminde çok iyi bir annelik yapabildiğini ve kendisinin de bebek annesi olmaktan mutlu olduğunu ama çocuk yürümeye başladıktan sonra çocuğun anneden kopmasına izin vermediğini, çocuğun kopma isteğinin anneye iyi gelmediğini görürüz. Anne ile çocuk arasındaki ilişki bu örnekte olduğu gibi bazen sıcak ve sevecen, bazen de gergin olabilmektedir. Annenin anneliği de bazen çocukta sağlıklı bir malzemenin oluşmasına, bazen de bir gelişme aşamasında takılıp kalmasına yol açmaktadır.
Erken çocukluk yıllarında çocuğun hayatında daha önemli bir yer tutan annenin “en uygun” biçimde annelik yapabilmesi, kocasıyla ilişkisine de bağlıdır. Karıkoca ilişkisi yüksek bir yatırım, bağlılık ve sevgi üzerinde yürüyorsa, anneliğin tabiatında olan çocuğu kendi parçası olarak algılama, onu kendinde tutma, onu yönetme eğilimleri azalır. Anne, kişisel mutluluğunu kocasıyla ilişkisinde aramaktadır; çocuk, her ikisinin de çocuğudur; büyütülmeye, mutlu olabilecek bir insan olarak yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu durumda, çocuk anne için bir doyum nesnesi değildir.
Çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin anne babalığa hazır olup olmadıkları, sağlıklı bir çocuk yetiştirme olasılıklarının ne olduğu hakkında bir şeyler söylenebilir mi? Her şeyden önce, çocuklarını kendileri büyütebileceklerse çocuk sahibi olmalarının doğru olacağı tam bir kesinlikle söylenebilir. Ayrıca çocuk, “başkalarının var, bizim de olsun,” diye yapılmamalıdır. Çocuğa yüksek bir yatırım yapılabilecekse çocuk sahibi olunmalıdır. Çocuk çok yoğun ve uzun bir emekle büyütülebilir, bu yatırım eksik olduğunda anne çocuktan sıkılacak ve işine geri dönmek isteyecektir.
Çocuğun sağlıklı bir büyüme ortamında hem babaya hem anneye ihtiyacı vardır; çocuk sahibi olmak isteyen insanların ilişkilerinin kalıcı olabileceğini, hiç değilse çocuk okul çağına gelene kadar ilişkinin sürebileceğini öngörmekte olmaları gerekir. “Yakında ayrılacağız, bir çocuk yapalım da öyle ayrılalım,” demek, doğacak çocuğa karşı sevgisizlik anlamı taşıyacaktır. Bunların dışında, annenin kendisine ne kadar annelik yapabildiğine ve babanın kendisini nasıl idare ettiğine bakarak annelik ve babalık kapasiteleriyle ilgili kestirimlerde bulunulabilir ama bunlar kaba tahminler olmak zorundadır çünkü yukarıda anlatıldığı gibi, çocuğun kendisi de anne babada bir etki oluşturacaktır ve bunun ne olacağını önceden kestirmek mümkün değildir.
Bu kitap boyunca anlattığım gibi, bir insan doğumundan erişkin olmaya varan süre içerisinde her şeyi yakıp yıkacak, içine alıp yok edecek bir ateş topu olmaktan sevebilen, yaratabilen, oluşturabilen bir varlığa dönüşür. Bu, ortalama 20-25 yıl alır. Muhtemelen hayatımızda gördüğümüz en muazzam, en inanılmaz dönüşüm, kendi büyüme sürecimiz ve çocuklarımızın büyümesidir. Fizik dünyada bu dönüşümle kıyaslanabilecek tek örnek, dünyanın güneşten kopmuş bir ateş parçasıyken üzerinde yaşanabilecek bir gezegen haline gelmiş olmasıdır. Bu süreç milyarlarla ifade edilen yıllar almışken, insanda bu kadar muazzam bir dönüşüm bu kadar kısa süre içinde nasıl gerçekleşmektedir? Bu sürecin annenin çok yüksek kalitede ve yüksek yoğunlukta emeği ile gerçekleştiği muhakkaktır. Annenin bu kalitede bir emeği üretebilmesi için mutlaka içinde mutlu olduğu bir sevgi ortamına ihtiyacı vardır.
Kişiliğin yapılanmasına baktığımızda, “kendi kendini örgütleyen” sistemlere örnek olabilecek birçok gözleme ulaşırız. İnsan, kişilik yapılanması itibariyle bütün çocukluğu boyunca kendi kendine örgütlenen bir sistem değildir. Dışarıdan, ailesinden çok ciddi biçimde destek alır, 20-25 yıllık bir sürede sevebilen bir varlığa bu şekilde dönüşebilir. Aslında insan, içinde büyüdüğü ortamın bir ürünüdür, hatta bu ürüne bakarak ortamın (ailenin) nitelikleri hakkında son derece sağlam bir fikir verir. Anne babaya bakarak nasıl bir çocukları olacağını söylemek çok zordur ama çocuğa bakarak anne babanın özellikleri ve ilişkilerinin niteliği hakkında birçok şey söylenebilir.
Aile bir kalıcılık ve üretkenlik oluşturabiliyorsa, yani aile olabilmişse, kendi kendini örgütleyen bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. Ailenin kalıcı olması ve kendi hayatlarını kurabilen insanlar yetiştirmesi bunu gösterir. Ebeveyn konumuna gelmiş kişilerse eş seçiminden başlayarak aralarında oluşturabildikleri sevgi, yakınlık ve işbirliği düzeyiyle ve bütün bunların büyüttükleri çocuklara yansımalarıyla aslında “kendi kendilerini örgütlemektedirler”. Bu durumda aile kendi dünyasına, kendi malzemesine, kendi problemlerine uygun bir insan yetiştirirken kendi dünyasını da yeniden üretmekte (tezahür ettirmekte) ve yeniden örgütlemektedir. Bunları yaparken yaşantılar üzerinden de gelişmesini sürdürmekte, belki bazı hatalarını düzeltmekte, bazı şeyleri daha iyi anlayıp bazı hatalarını perçinlemektedir. Ebeveyn, çocuk sahibi olarak kendi dünyasında önemli bir yatırım nesnesi yaratmış olur; çocuk, sevinci ve üzüntüsüyle hayatında önemli bir yer tutacaktır. Yapabildiğimiz ya da yapamadığımız her şey bir de çocuklar üzerinden hayatımıza girecektir; çocuklar aslında ne olduğumuzun önemli bir aynasıdır.
Öte yandan, insan erişkin olup kendi sorumluluğunu üstlendikten sonra hayatı boyunca dünyasını kendisi oluşturur ve “kendi kendini örgütleyen bir sisteme” dönüşür. Bu örgütlenme sadece çocuklar konusunda geçerli değildir; eş seçiminden arkadaş ve iş seçimine kadar hayatımıza dahil ettiğimiz her şey hep bizimle uygunluk içindedir. Bize uygun olmayan insanlara ve ortamlara zaten yatırım yapamayız; bunlar hayatımızda uzun süre kalamaz. Bize uygun olmayan bir iş canımızı sıkar veya bizi aşırı derecede yıpratır, bir süre sonra bırakırız.
Bütün seçimlerimizle, kendimize kurduğumuz dünyayla farkında olmadan kendimizi tezahür ettiririz. Yani kendi kendimizi yeniden ve yeniden örgütleriz. Bir insanın içinde yaşadığı dünyaya baktığınızda -karısı, kocası, çocukları, arkadaşları- onu görürsünüz. İnsanın içinde yaşadığı dünyadan şikâyetçi olması bu gerçeği değiştirmez. Ne kadar şikâyet ediyorsak, şikâyet ettiğimiz kişi ya da durumlar beğenmediğimiz, bu nedenle de yansıttığımız kendi parçalarımızı temsil etmektedir. Kendisine öfkesi çok olan bir insanın kendisine aynı oranda öfke duyacak birini bulması, kendisine her zaman yaptığı haksızlığı eş seçiminde de sürdürmesi şaşırtıcıdır ama başka türlüsünü de göremezsiniz.
İnsan çocukluktan çıkıp kendi sorumluluğunu üstlenebildikçe, neredeyse bir döngü hareketi gibi, bildiğini tekrar ederek ve sürekli yeniden üreterek, her seferinde biraz daha iyisini yapmaya çalışarak, her üretimde biraz daha gelişme şansı yaratarak, çok ustaca, kendi kendini örgütleyen bir sistem haline gelir. İnsanın erişkinlikte kendi kendisini örgütleyen bir sisteme dönüşememesi, başkalarının direktifleriyle yaşamak zorunda kalması, yaşadığı hayatın kendi hayatı olamamasına yol açar ve büyük bir öfke ve mutsuzluk oluşturur. Bunu mutlaka depresif bir tablo izler.
Ne yazık ki bazen hayat çok fazla yorgunluk, çok az doyum ve hayal kırıklıklarıyla yaşanır. Bu durumlarda kişiliğin giderek fakirleştiğini, duygusal zenginliğin yok olduğunu, bunların yerini küçük çıkarların aldığını, erdemlerin kaybolduğunu görürüz. Bu insanlarda öfke giderek artmakta, sevgi ise azalmaktadır. Toplumsal ve siyasal sistem baskıcı olduğunda, zayıf, yaşlı, engelli olanı koruyamadığında, muhtaçlığı ortadan kaldıramadığında, suiistimali engelleyemediğinde, dürüst, çalışkan, hak hukuk bilir bir sistem olamadığında, yaşlanma, yaygın olarak olgunlaşma yerine bozulma getirecektir. Esasında kaba gücün güç sayıldığı ortamlarda güçsüzlerin kendilerine göre bir yol bulmaları da kaçınılmazdır. Onlar da çıkarcı, fırsatçı, arkadan vuran, sinsi, kandırmayı seçen kişiler olmak zorunda kalırlar.
Yaşlılık sürecinde erkeklerde gücün, kadınlarda güzelliğin azalması, bizimki gibi insanın kendisi olmasının yasaklandığı, birilerine kimi sevip kimi sevmeyeceğini söyleme hakkını kendilerinde gören insanların olduğu toplumlarda kolay kabul edilemez. Bir insanın yaşadığı hayattan olgunlaşarak çıkabilmesi için hatasıyla sevabıyla kendi hayatını yaşamış olması gerekir. Bizimki gibi insanın kendisini tezahür ettirmesinin engellenmeye çalışıldığı, dayanışma ihtiyacının çok yüksek olduğu, bireylerinin mutluluk isteklerinin zorunluluklarla devamlı ötelendiği toplumlarda yaşlılık sevme kapasitesinin azalması olarak ifade edilebilecek bir bozulmayı da beraberinde getirebilir.
Son olarak, insanlığın gidişatı ile ilgili kaygılarımı ve düşündüklerimi paylaşmak istiyorum. Bilim ve teknolojideki, toplumsal hayattaki, aile sistemindeki bütün bu değişimlere rağmen bir sevgi ilişkisi yaşamak insanlar için ruhsal olarak başka herhangi bir şeyle ikame edilemeyecek bir ihtiyaçtır çünkü insan kendi insanlığını önce annesinin sonra da babasının sevgisiyle oluşturur. Bütün duygusal dünyası ve iç gerçekliği yakın sevgi ilişkileri içerisinde şekillenir. Bu dünyanın en temel ihtiyacı, yakın sevgi ilişkisidir. Eşyalar, alışveriş merkezleri, filmler, eğlence programları, bilgisayar başındaki arkadaşlıklar bir insanla yaşanacak yakınlığın yerini tutamaz.
İnsanın kalıcı bir yakınlık ilişkisine olan ihtiyacını çok temel bir ihtiyaç olarak kabul edersek, içinde yaşadığımız çağın bütün bu yeni imkânlara rağmen kadınla erkek arasındaki kalıcı bir sevgi ilişkisi yaşama isteğini ve iradesini ortadan kaldıramaması gerekirdi ama bu iradede bir zayıflama oluştu. İnsanlar eskiye göre çok daha geniş bir ilişkiler ağının içinde yaşıyorlar, ama hayatlarının ve ilişkilerinin derinliği azaldı. Birçok insan bir başka insana bağlanmayı ve onunla ilgili bir acı yaşamayı problem olarak telakki etmeye başladı. İnsanlar kimseye bağlanmamak, kimseyi sevmemek istiyor; ne kadar narsisist olurlarsa o kadar rahat ederlermiş gibi bir yanılsama içindeler. Bu durumda hayatlarının ne kadar anlamsız olacağını ve en ufak bir başarısızlıkta tuzla buz olacaklarını fark etmemeyi seçiyorlar. Bütün bu yeni “değerler” insanları çok yalnızlaştırıyor, depresyona yatkın hale getiriyor. Bu durumun teknolojik gelişmelerden daha farklı bir nedeninin olması gerekir.
Kanımca bu sorunun cevabı ekonomik sistemdedir. Her şeyden önce, gelinen teknolojik aşamada ekonomik sistem açısından zor olan, üretmekten ziyade satmaktır. İnsanlık tarihi boyunca her zaman ihtiyaçlar imkânlardan fazla olmuştur. İnsanlık hep bir ihtiyaç açığı ile yaşamıştır. Günümüzde ise ilk defa bir fazla oluşmuştur. Bu, insanlık için yeni bir dönemdir. Dünya ekonomik sistemi binlerce yıldır üretebilecek özellikleri olan insan yaratmaya çalışırken, bu sefer tüketecek insan yaratmaya yönelmiştir. Nasıl olsa üretim artık otomasyon sistemleri ile çalışan makinelere emanet edilebilir. Bu yeni durumda ekonomik sistem, üretimdeki fazlayı emecek tüketim için, ihtiyacı olmadığı halde, daha fazla tüketmek için yaşayan bir insan tipi yaratmaya yönelmiştir. Bunun da en kolay yolu insanların hasedini kaşımaktır; çok tüketene haset edilmesini sağlarsanız tüketim çok artar.
Bilindiği gibi, şimdiye kadar bütün ekonomik sistemler ihtiyaç duydukları insan tipini yaratarak ayakta kalmıştır. Dünya ekonomik sisteminin üretim üzerine oturduğu yüzyıllar boyunca çalışkan, sebatkâr, mücadeleci, gerçekçi, verdiği sözü tutan, güvenilir, işbirliği yapabilen, dayanışma içine girebilen, hiyerarşik bir düzene uyum sağlayabilecek kadar itaatkâr, disiplinli ve organize olabilen bir insan tipi yaratılmaya çalışılmıştır. Bu vasıflar, her ne kadar toplumların üretim alanları ve biçimleri çağlar içinde değişse de, genel olarak çeşitli alanları içeren bir üretim şebekesinin doğru ve verimli çalışabilmesi için gerekliydi. Bazı koşullarda bu vasıfların bir kısmı öne çıkıyor, bazı koşullarda da başkaları öne çıkıyordu. Örneğin denizciler için disiplinli olmak ve itaatkârlık çok önemliyken, tüccar için güvenilir, verdiği sözü tutan birisi olmak çok önemliydi. Üretmesi değil de tüketmesi istenen bir insan tipi ise ne olduğundan çok nasıl göründüğüyle ilgilidir. Para kazanmayı becerebilmesi, bunun için kendisini ve sahip olduğu şeyleri iyi pazarlayabilmesi, imajını en fazla getirisi olacak şekilde oluşturması gerekir.
Dünya ekonomik sisteminin gereksindiği yeni insan için dış görünüşünün imajını kusursuz ve ikna edici bir biçimde desteklemesi çok önemlidir; imajı para kazanmasının ve varoluşunun en önemli aracıdır. Bu kişi hayatı bir yarış olarak algılamaktadır. Önde gidenler ve kazananlarla, arkada kalıp devamlı toz yutanlar vardır. Hayatın amacı en önde gidenlerden olup statüsünü sürekli yükseltmek ve üstünlüğünü herkese kanıtlamaktır. İnsan eğitimin, mesleğin, eşin, evin, elbisenin en iyisine sahip olarak, en iyi lokantalarda, en iyi tatil yerlerinde, en iyi sitelerde yaşayarak kendisi bir marka olabilirse mutlu olur, etrafı ona hayran kişilerle dolu olarak yaşar. Bu marka bir “konsept” etrafında yaratılacağı için, her şey, bütün arkadaşlıklar, hobiler, ilgilenilen konular bu konseptle uyumlu olmalıdır. Yeni insan tipinin idolü imajıyla, özellikleriyle “star” olmaktır. Bunun için insanların gözünü boyaması, kandırması, onları kendine bağlamaya çalışması son derece doğaldır ve başarı sayılır. Bu insan tipi kendisini bir resme, bir markaya indirgediği için ilişkileri giderek anlamsızlaşır, yüzeysel ve sahte bir kimliğe doğru kayar; bütün hakikiliğini kaybeder, bir resme, bir fotoğrafa dönüşür.
Bu yeni insan tipinin dünyasında sevgi giderek azalmakta, onun yerini statü gereksinimleri almaktadır. Gerek sahip olmak statü ifade ettiği için, gerekse hayatlarındaki sevgi boşluğunu doldurmak için bu insanlar tutkulu bir biçimde alışveriş meraklısı olmaktadır. Tam da ekonomik sistemin istediği insan tipi ortaya çıkmaktadır. Ne yazık ki ekonomik sistemin istediği insan ağır narsisistik sorunlar göstermektedir ve sıklıkla verimsizlik, dikkat bozukluğu, can sıkıntısı, anlamsızlık, boşluk duygusu gibi sorunlar yaşamaktadır. Biz psikoterapistler, “kendimi çok mutsuz hissediyorum, bunun için bir neden de bulamıyorum,” şikâyetini giderek daha fazla duyar olduk. Nedenini bilmiyorlar çünkü sistem onlara “başarılıysan mutlu olursun” demişti ve başarılıyken mutsuz olmak onlara anlaşılır gelmiyor. Bütün bu sorunların çözümü de anti-depresanlarda aranıyor ve neredeyse bütün bir insanlık anti-depresan ile ayakta kalmaya çalışıyor.
Bu gelişmeler Baudrillard gibi bazı filozoflarda, “Acaba içinde yaşadığımız, binlerce yıldır süren insan uygarlığının sonuna mı geldik?”, “Yeni bir uygarlık biçimine ve bununla beraber, bu yeni gerçeklik içinde şekillenen yeni bir insan tipine doğru mu gidiyoruz?” türü sorulara yol açmaktadır. Bu bakış açısıyla, konumuz itibariyle aile sistemindeki değişimlerin ve çocukların artık anneler tarafından bakılmamaya başlanmasının, ailenin imajı için kullanılmasının insanlığı birçok ruhsal tehlikeye açık hale getireceğini kolaylıkla öngörebiliriz. Bunun sonucunda, bütün ruhsal doyumu sapkın içerikli fantezilerde arayan, ilaçlarla uyuyabilen, ilaçlarla yapay zevkler peşinde koşan, bütün önemli işlerin büyük bilgisayarlara devredildiği, kimsenin çocuk istemeyeceği, yalnız ve sevgisiz bir insan tipinin oluşacağını düşünebiliriz. Bu insan tipi, kendi sorunlarıyla birlikte düşünüldüğünde, karanlık ve kötü bir tablo çizmektedir.
Tarih boyunca insanlık defalarca büyük krizlere girmiş ve yok olma tehlikesi yaşamıştır. Her seferinde, sonunda ortaya çıkan bir bilgelik duruma hâkim olmuş, bir çıkış yolunun bulunmasını sağlamıştır. Hatta bunlar birer sıçrama dönemi de olmuş ve ardından gelen gelişmeler yeni aşamaları doğurmuştur. Umarım aynı bilgelik bu sefer de ortaya çıkar ve daha özgür, daha bilge, daha adaletli, daha sevecen bir insanlık yaratır.